şarkıda saklı


Günü ‘Türk Lokumuyla Tatlı Rüyalar’ kurtardı. İlham verdi, vermeye devam ediyor. 

“Hâlâ hoş bir havan var ne güzel adın” diyor Alanson. Sonra da “Bir çizik attın gönlüme kanattın” diye devam ediyor. Biricik - Bir çizik. Şarkıya oyun saklamış meğer. Bin yıl dinledikten sonra fark ettim. Bu sırada bulaşık yıkıyor olmamın da payı vardır. Çünkü bulaşık rocks!
Başlı başına bir konu bu: ‘İnsan en güzel ne zaman düşünüyor’ sorusuna bir cevap. Bulaşık yıkarken.  

kesişim kümesi, statü çakarı, kalp kalp kalp...

Twitter’da görüyorum sık; “ben de tam bunu düşünmüştüm” yazılıyor, “bizim evde de aynısı yapılır” yazılıyor. “Aynısını yaşadım” yazılıyor. Sonra iki taraf da seviniyor. Sonra kalp kalp kalp… 

Bu, gündelik hayhuyda da geçerli en sıradan düşüncelerde de. Arkadaşlara, tanışlara, uzaktan tanıdıklara, adına fenomen denilen garabet hesaplara, yarı fenomenlere, bildiğimiz anlamdaki ünlülere söylenen hep bu. 

Hep bir kardeşlik, hep bir ortaklık, hep bir aynılık… “Ne güzel bu kesişim kümesi” diye sevinip duruyoruz. İyi de insan kendisinden bu kadar sıkılırken, başkasında kendi özelliklerini görüp neden sevinir? 

Bunun cevabını hepimiz biliyoruz da kabul etmesi zor.

*
Hazır Twitter üzerine düşünmüşken: Ünlülerin ünlüleri takip etmesi ve genelde onlardan gelen sorulara cevap vermesi, fenomenlerin bunu fenomenlerle, yarı fenomenlerin de yarı fenomenlerle yapması bir acayip değil mi? Çaktırmadan bir kast sistemi kurulmuş, herkesin kafasında bir statü çakarı yanıp sönüyor. 


İnsan, en boktan hallerini, her koşulda yeniden kurmasını çok iyi biliyor.

doğan kardeş abonesi

1948, Ocak. Sabahattin Ali, ömrünün son senesinde. İstanbul’da. Üç ay sonra, Bulgaristan’a kaçmaya çalışırken öldürülecek. 

Hem siyasi ortamın boğuculuğundan hem parasızlıktan kıvranıyor. Ankara’da bırakmak zorunda kaldığı karısı Aliye ve kızı Filiz’e yeterince para gönderemediği için perişan. Onları düşündükçe deli oluyor. Nerede Filiz yaşlarında bir çocuk görse gözleri doluyor. Ayrılık kötü. Ama mecbur buna. Bir yerden kalan parasını kurtarmaya çalışıyor; sonuç alamıyor bir türlü. 

24 Ocak’ta karısına yazdığı mektupta şöyle diyor: “(…) Hayatımda hiç bugünlerdeki kadar sıkılmamış ve imkânsızlıklar içinde çırpınmamıştım. Sizi düşündükçe geceleri gözüme uyku girmiyor. Güç hal ile uyusam bile, birkaç saat sonra uyanıyor ve patlayacak hale geliyorum. Sabahtan akşama kadar dört nala koştuğum halde bir netice elde edilemiyor.”

Bu mektubun hemen ardından, kötü bulutları biraz olsun dağıtacak bir gelişme… Sabahattin Ali, beklediği paranın bir kısmını alabiliyor. Karısına ve çocuğuna derhal 900 lira gönderiyor. İkisine hitaben bir de mektup kaleme alıyor. ‘Sevgili Aliye’sine paranın kalan kısmını da almaya çalışacağını, belki on gün sonra Ankara’ya gelebileceğini, kavuşacaklarını anlatıyor. 

Kızı Filiz’e de şunları yazıyor: 

Sevgili Filiz,

Senin Doğan Kardeş abonesini 5 ay daha yenilettim. Başka bir isteğin varsa bana yaz. Seni on milyon kere öperim. 

Baban
S. Ali

çakma robin hood

Kafe. İki üniversiteli genç aralarında konuşuyor. Biri, sanırım bir öğrenci kulübü için organizasyonlar yapıyor. Birilerini arayıp maliyet hesabı yaptıktan, fiyat aldıktan sonra karşısındakine, “Çalıyorum ama öğrencilerden çalmıyorum, diyor. “Robin Hood gibi zenginlerden çalıp fakirlere veriyorum.” 

Sanırım sponsorları kast ediyor. Bana tuhaf gelen bu değil, etrafında oturanlardan (mesela benden) çekinmeden bunları söyleyebilmesi. Bugünlerde memlekette böyle bir hal var. Hiç de iyi bir hal değil. 

insan cam gibidir

Sabah. Deniz şıkır şıkır, akvaryum gibi. 

Birkaç gün geçince, suyun o ilk, fena çarpan soğuğuna da alışıyorsunuz. İskele olsa iki saniyelik bir mesele bu. Ama denize kumsaldan yavaş yavaş yürüyerek girdiğinizde akıl oyunlarına dönüyor iş. “Üşümüyorum, üşümüyorum” diye kendinize telkinlerde buluna buluna yarı belinize kadar geliyorsunuz. 

Eh, ben her durumda atlıyorum suya. Hemen. O sadece üç-beş saniye süren şoku seviyorum. Hem bu akıl oyunlarına karnım tok. 

Yine aynısını yapacakken, kumsalımızın gedikli yaşlı adamlarından biri uzaktan komut veriyor: 

“Dur”

Duruyorum. Boynuna kadar suyun içinde adam. Dizlerini kırmış, yarı oturur halde, bulunduğu yerden mutlu, gözleri güneşten kısık, süzüyor beni. Ne diyecek diye bekliyorum. 

“İnsan cam gibidir” diyor. 

Afili laf ama sebep? Biraz bön bakıyorum belki. Açıklama geliyor. 

“Yine atlayacaktın suya, atlama öyle hemen”

Doğruluyor; su, şimdi olması gereken yerde, göbeği hizasında. Üzerine avuç avuç su dökünüyor. Ellleriyle göğsünü, sırtını ovalıyor. “İşte böyle yapacaksın” diyor. “Sen yapmıyorsun, hemen atlıyorsun suya, olmaz.”

İzlemiş beni. Benim de onu ve denizde kusursuz bir üçgen kurduğu arkadaşlarını izlediğim gibi izlemiş. Rutinimi çıkarmış. 1-1 berabereyiz. Güzel. 

Sırıtıyorum. “Haklısınız” diyorum. 

Onaylanan haklılıktan güç alarak konuşuyor şimdi: “Tek bir damar ya! Tek bir damara bakar. Birden bir şey olur; belli olmaz yani, aniden atlayınca, sakın. İnsan cam gibidir cam. Kırılır.”

Haklı mı haksız mı bilmiyorum; tartışmak da istemiyorum, suyuna gidiyorum. “Doğru” diyorum. “Yavaş yavaş gireyim bundan sonra.”

“Benim ayağımın altı odun gibiydi, odun” diye devam ediyor sohbete. “Kan çevrimi yoktu. Yeni mahalle doktoru ‘Suya gir’ dedi, ‘Ayağın yumuşasın; sonra kumda yürü, açılır’ dedi." 

“Açıldı mı" diye soruyorum, sohbetin buraya nasıl geldiğini bilemeyerek. 

“Açılmaz mı, rahatım şimdi. Yumuşuyor burada, sonra gidip orada yürüyorum.” Kumsalın ileride kimseciklerin olmadığı bölümünü gösteriyor. 

“Bu saate kadar kimse bir şey dememiş miydi; çok ağrınız olmuştur” diyorum. Bu sohbetin hür ve eşit iradeli bir ortağıyım artık.

“Acımıyordu ama kan çevrimi yoktu işte. Genç doktor dersin, hafife alırsın ama bildi adam. Odun gibiydi ayağım.”

“Keşke daha önce karşılaşsaydınız böyle biriyle” diyorum. Hayıflanıyorum hakikaten.

Karşılıklı susuyoruz. Yeni ısındığım sohbet bitmiş demek ki.

İleriye doğru hamle yapıyorum. Selamlaşıyoruz; ‘Bu kadar konuşmak yeter, artık yüzelim’, der gibi. Suya atlayamıyorum tabii. Çaresiz, yalpalaya yalpalaya biraz daha yürüyorum. 

“‘İnsan cam gibidir’ de iyi eğretileme yalnız” diye düşünüyorum. Nereye çeksen gelir. "Yazarım bunu" diyorum. 

Hafifçe arkama bakıyorum; kumsala çıkıyor adam. Yürümeye hazırlanıyor. 

Su boğazıma kadar geliyor artık. Kafamı sokup yüzmeye başlıyorum. 

gece, kazlar, kitaplar


1.
Gözden neden kaçtığına pek akıl erdiremediğim, denizi memleketteki onlarca meşhur yere taş çıkartan bir kıyı köyündeyim. Buraya dört senedir geliyoruz. Bu sene biraz daha kalabalık. İlk defa bir ‘beach’ açıldı. Bir de hafta sonları sağda solda canlı müzik başladı. Daha fazlası olur diye tahmin ediyordum. Olmadı. Eh, so far so good. 

2.
Gece… Belediye parkındaki kazlar, kümeslerinde birbirlerine sokulmuş, kıpırtısız duruyorlar. Gözleri faltaşı gibi açık. Bu saatte uyumaları beklenir ama uyumuyorlar. Az ötede, bu sene bangır bangır canlı müziğe başlayan gazinodan gelen yüksek ses aman vermiyor. Öylece bekliyor kazlar. Müzik geceyarısında bitince uyuyacaklar. Daha çok var. İsyan etmeden, sessizce beklemeleri insanın kalbine dokunuyor. 

Birkaç ay önce ‘Ağaçların Gizli Yaşamı’nın yazarı Peter Wohlleben’le röportaj yapmıştım. Ağaçların da uyuduğunu söylemişti. Ormandaki ağaçlar rahatmış; şehirdekilerse aydınlatma yüzünden uyuyamıyormuş. O yüzden yaşamları kısalıyormuş. 

Hiçbir canlıya rahat vermiyoruz. Kendimiz de bir türlü rahat etmiyoruz. 


3.
Küçücük bir çarşısı var köyün. Geceleri hareketleniyor. Çarşının ortasında ufak bir kitapçı dükkânı. Girişteki tezgâhta Zülfü Livaneli, Ayşe Kulin, Jo Nesbolar yığılı. Kapatınca içeri alınmıyor kitaplar. Ertesi gün öğlen saatlerine dek kilitli dükkânın önünde açıkta kalıyorlar. Bu köyde en çok bu hal hoşuma gidiyor.

4.
Açıktaki bestseller’lar beni kesmedi. İçerideki kitaplara bakıyorum. Yine Livaneli, yine Ahmet Ümit, yine Elif Şafak, derken… İşte küften kararmış bir duvarın önünde, ancak böyle bir yerde bulabileceğiniz türde kitaplar. Bazısının baskısı tükenmiş, bazısı yayınevi kapanmış…

Küçük bir ganimet toparlıyorum: Thomas Bernhard’dan ‘Odun Kesmek’ (Simavi Yayınları’ndan, çeviren de Sezer Duru), geçen hafta hayatın kaybeden Mahmut Makal’ın ‘Karanlığı Zorlayanlar’ı (adını ilk defa duyduğum Güldikeni Yayınları’ndan bir anı-deneme, hatta denebilirse bir tür doktriner kitap), eski İş Bankası müfettişi Hasan Eskil’den ‘Teftiş Öyküleri - 70’li Yıllarda Anadolu Yollarında’ (Günizi Yayıncılık, bu kitaptan beklentim çok), Erdal Güven’den ‘Gazetecilik Zor Zanaat Vesselam!’ (Pegasus’tan çıkmış; Radikal ve Diken’den bildiğimiz Erdal Güven değil, eski Hürriyetçi Erdal Güven bu) ve nihayet on-on beş yıl öncesinin gözde polisiyecilerinden Mehmet Murat Somer’in ‘Bir Hop-Çiki-Yaya Polisiyesi’ serisinden ‘Buse Cinayeti’ (Everest’ten bu da; sahi nerede Mehmet Murat Somer).

Az denilebilecek bir meblağ ödeyip çıkıyorum kitapçıdan. Rakama da kendim karar verdim zaten. Daha ne olsun!

PS: Fotoğraflar geçen seneden.



kusursuz bir üçgen


Kırlangıçları henüz görmedim. 

Toplanıp bir yerlere mi gittiler acaba? Buraların süsü onlar. Denize bir karış kalıncaya dek alçalır, hızla uçarlar üzerinizden. Neredeyse kulaçlarınıza değerler. 

Sabah sular çekilmiş, deniz sığ. İskele de yok. Adamakıllı yüzmeye başlamak için epey yürümeniz gerekiyor. Minik dalgalardan taşan köpükleri izleye izleye ilerliyorum.

Az ötede üç yaşlı adam, denizde üç yaşlı adamın kurmayı doğal güdülerle hep becerdiği o kusursuz üçgeni kurmuş. Birbirlerine ne yakın ne uzak, ideal bir mesafede durmuş konuşuyorlar. Ayakları yerde. Ellerini bazen sudan çıkarıp, neden bilmem, yüzlerine gözlerine götürüyorlar. 

Suya bırakıyorum kendimi. Kafam suyun içinde; düzenli kulaçlarla yüzüyorum. Her nefeste kafamı çıkardığımda, üç adamın konuştuklarını duyuyorum bölük pörçük.

“batırdı bu ülkeyi batırdı” 
“bir lafım var böylelerine ama şimdi söylersem…”
“yok canım ne bankası kalır ne borsası, biter memleket”

Denizde de karada da gündem aynı. Uzaklaşıyorum. Ne kadar yüzdüğümü unutacak kadar yüzüyorum. İnce ince sızlayan kollarım “Dur” deyince duruyorum ancak. Dönüp bakıyorum sahile. Ağaçlar ve şemsiyeler nasıl ufalmış. Tepeler ışıkla yıkanıyor. Bu mesafeden yaşlıların üçgen ideası bozuluyor. Tek sıra halinde görünüyorlar şimdi. Sırt üstü uzanıp gözlerimi kapıyorum. 

Birkaç kulaçla, göklerdeki solucan deliğinden geçmiş gibiyim yine. Dünyanın zamanı işlemiyor artık. Güneş biraz daha yumuşak davransa, uyurum. Daha önce, zamanı, mekânı unutarak böyle çok uyudum. Çok düşündüm. Çok dua ettim. Dalgalardan bir yatakta uyanmanın hiçbir şeye benzemez haline her defasında çok şaşırdım.

Uzaktan cıstak müziğiyle bir tekne geçiyor. Keyfimi hiç bozmadan, bana hiçbir şey ifade etmeyen şarkıyı dinliyorum bir süre. Suya yaslanıp ellerimi kollarımı sallıyorum. Oyalanıyorum, uykum yok. Güneş dayanılmaz olunca dönmeye karar veriyorum. 

Dalgalar beni çaktırmadan uzak kıyıya sürüklemiş. Ağır ağır yüzüyorum. Amma da savrulmuşum. Yaşlılar yerli yerinde. Üçgenlerine yaklaşınca, sohbetlerini yine duyuyorum. 

"tereyağı öyle olmaz, hiç oradan alma daha."
"biberlerinde iş yok, damda kurutmamışlar ki."
"malatya’da var onlar, böyle küçük, küçücük, kıpkırmızı, gözlerin yanar bakınca."

Gündemleri değişmiş. “Ama yine acılardan konuşuyorlar” diyorum içimden; kendi kötü esprime kendim keh keh gülüyorum da.

Çıkıyorum sudan. Havada leylekleri gösteriyorlar. Çok yukarıda, minik siyah çizgiler… Toplanmışlar gidiyorlar. Mevsiminden önce. Bugünlerde hiç leylek geçmezdi buradan. 

“Kırlangıçlar da yok zaten” diye düşünmeye kalmadan, bir sevimli çatalkuyruk kırlangıç, tam burnumun ucundan geçip suya pike yapıyor. Az önce neredeyse uyuduğum noktaya kadar uçuyor; dönüp kıyıya doğru havalanıyor sonra.  O da geçmiş olmalı solucan deliğinden. 

Kanadı, kulaçlarıma değmiş gibi geliyor. Fark etmeden omzumu tutuyorum. 

duvardan geçmek için


İşte size çok eski bir hikâye… Bu blogun tarih öncesinden. Hayatta önem sıramız hiç değişmesin diye… En azından kendi adıma, neyin neden en önemli olduğunu unutmayayım diye. 

Los Angeles Times yazarlara ‘neden okuduklarını’ sormuş. “The Suitors” isimli romanın yazarı Ben Ehrenheich yanıtlıyor: 
“Tam hatırlamadığım bir kitap var; ama onu ilkokul kütüphanesinde nerede bulduğumu net olarak hatırlıyorum. Kapıdan girdikten sonra, iki buçuk metre kadar sağda, alttan üçüncü rafın tam ortasında. O zamanlarda da bugünkü gibi iflah olmaz bir okurdum.. Okul otobüsünde okurdum; yemek masasında, yorganın altında; kapısı kilitlenebilen tek odada saatler boyu okurdum. Ya da banyoda okurdum, hem de kız kardeşimin kapıyı yumruklayıp durmasına rağmen… Bahsettiğim kitap tıpkı benim gibi yalnız bir oğlan çocuğu hakkındaydı. Çocuk dokunduğu her şeyin üstünde ritm tutmak ve ritmi oluşturan her küçük darbeyi saymak gibi sıkıntılı bir alışkanlığa sahipti. Bir gün taştan bir duvara tıp tıp vurdu ve bir kapı ortaya çıktı. Kapının arkasında başka bir dünya vardı; daha iyi sayılmazdı ama daha parlak ve hareketliydi. Ben de onun etrafı tıpırdatıp durmasına neden olan dürtü yüzünden okuyorum; kapılar aramak ve duvarlardan geçmek için…”

İllüstrasyon: Jacque Lombardo

deliğin dibinde ne var?


Neledino köylüleri, sabah mantar toplamaya çıktıklarında gördüler onu. Koca bir delik… O güne dek, bizimdir dedikleri, her karışını biliriz diye övündükleri topraklarının ortasında, “Aslında hiçbir şey bildiğiniz yok, hiçbir şey de sizin değil” der gibi duran bir bilinmez yarık. 

Rusya’nın Nizhny-Novgorod oblastına bağlı köyün civarında herkesten gizli yaşayan dev bir köstebek, belki tam o noktadan gün yüzüne çıkmaya karar vermişti. Belki bir mantarın kökü fazla derinlere uzanıyordu. Gücünün farkında olmayan bir köylü bir gayret asılmış, olan biteni utancından kimseye söyleyememişti. 

Belki de dünyanın derinlerinde bir şeyler olmuş, kabarmış, kıvranmış, vakum gibi içeriye çekmişti toprağı.

Köylüler devleti çağırdı. Devlet, tam teşekküllü bir minibüse binip geldi ama kuyunun yakınına gidemedi hemen. Ölçüm cihazlarını, yetkilerini, otoritesini deliğin çok ötesine yığdı devlet. Ne olur ne olmazdı… Hem elli metre derinliğinde, otuz beş metre genişliğinde olduğu sonradan ortaya çıkacak olan o gizemli kuyu, devletin sorumluluğu altında mıydı? Kuyunun içine öyle kolay kolay bakamadı devlet.

Dünyanın her yerinde her devlet böyledir. Bir delik açıldığında aşağı inemez devlet. Kuyunun içine bakamaz. Devlet, kuyunun dışındadır. Krizin dışındadır. Deliğin yuttuklarıyla ilgilenmez. Delik, bazen tüm köylüleri yutar; ilgilenmez. Delik, bazen tam teşekküllü minibüsleri, ürkek memurları, yetkileri ve otoritesiyle devleti de yutar. 

Delik yerinde duruyor. Devlet de kuyunun ötesinde, korunaklı bir yerde. Neledino köyünün çocukları, “Bizim evimizi de yutar mı delik” diye kabuslar görüyormuş. Tek gerçek bu. 

roald dahl derste


Roald Dahl’ın birkaç röportajını seyrettim. Çikolata üzerine konuşuyor çokça. Konuşmak zorunda kalıyor. ‘Charlie’nin Çikolata Fabrikası’nı yazdığı için gazeteciler, televizyoncular ona bu konuyu sormaktan büyük zevk duyuyorlar. En çok hangi çikolatayı seviyorsunuz; hiç gerçek bir çikolata fabrikasında bulundunuz mu; ne kadar yiyorsunuz filan… Hepsine tek tek, usanmadan yanıt veriyor. 

Neşeli adammış Dahl. Böyle büyük, cep bölgesinde kabaran İngiliz pantolonları giyiyor; koltuğunda kaykılarak oturuyor; espri yapıp karşılık beklemekten zevk alıyor. Güldürüyor karşısındakini. Önemsiyor bu hali, çok belli. 

Çikolatayı da önemsiyor. Tarih veriyor sürekli. İyi çikolataya dair keşif tarihleri… Hep 1930’lardan. 1932, 34, 35, 36… “Çikolataya dair ne keşfedildiyse o yıllarda keşfedildi. Bugün yediğiniz ne varsa, her biri o dönemin ürünüdür.” Sonra da çoktan yaktığı fitili tam patlamak üzereyken bırakıyor salona:  “Resimde İtalyan rönesansı neyse, çikolatada 1930’lar odur”. Mutlululukla gülüyor karşısında oturanlar. 

Burada bir sır var. İyi bir yazarın çikolata tadında bir sırrı var. Roald Dahl, bize son derece önemsiz, çoğumuz için gereksiz bir bilgi sunuyor. Ama müthiş iyi bir paketin içinde… Aşina olsanız da bir arada düşünmediğiniz iki benzemezi yan yana getiriyor. Bir kimya deneyi yapar gibi, iki elementin tepkimesinden yeni bir madde çıkarıyor ortaya. Çikolata, keşif, resim, Rönesans… O an gülüp geçiyorsunuz ama konu aklınıza yapışıyor. Bir daha da oradan çıkmıyor. 

Ben bu bilgiyi hiç unutmam. Kim unutabilir? 

İlla yazarlık atölyesine gitmeye gerek yok. Buyurun, dünyanın en iyi yazarlarından birinden bedava bir ders.   

aptal kutusuna özlem

Ne zamandır televizyon izlemiyorum. Bir tavır, tepki olarak değil. “Sene olmuş 2018, televizyon mu kaldı” da demiyorum. Öyle denk geldi işte; bizim evde izlenmez oldu televizyon. Netflix, Blu, Mubi, internet falan derken unuttuk gitti. Ancak maçtan maça… 

Ama ben televizyon izlemek istiyorum. 

Elimde kumanda, tembel tembel gezinmeyi, saçmasapan bir kanalda takılıp, aklımı çer çöp bilgilerle doldurmayı özledim. Netflix’te bu yok. Platformların hiçbirinde yok. Her şeyi sen seçmek zorundasın. 

İyi bir şey mi şimdi bu? 

Tesadüfler kalmadı. O film mi bu film mi? Yoksa şu dizi mi? Önüne ne geleceğini biliyorsun. Sen ne seçtiysen o gelecek. Sürprizsiz. Sıkıcı. Nerede kaldığını bile unutmuyor algoritma. Önüne ardına bakmıyorsun hiçbir şeyin. Kaldığın yerden başlıyorsun. Eldiven gibi, senin şeklini almış platform. Böyle düşünüp avunabilirsin. Ama lateks eldiven gibi bir şey bu, herkesin eline uyuyor. Şekil alan sensin aslında. Herkes almış. Hepi topu bir şekil var. 

Televizyon çöplüktü, aptal kutusuydu; hiç de güzelleme yapacak bir yer değildi ama onda bile yaşam daha çeşitliydi. Mönüsünde herkese göre bir şeyler olan, her şeyden pişiren vasat yol üstü restoranları gibiydi. 

Şimdi seçimi sen yapıyorsun ama seçenekler daraldı. Mönü tek sayfa. Hadi buyur. 

ellerim ceplerimde


Londra'da Bond Sokağı'nın arkasında bir kapalı çarşı var: Burlington Arcade. 200 yıl evvel, değerli eşyalar, mücevherler, havalı şeyler satmak için kurulmuş. Şimdi de üç aşağı beş yukarı öyle. Normal çarşı işte. Normal olmayan, ıslık çalarak dolaşma yasağı. Tek istinası var yasağın. Paul McCartney’seniz eğer, gönlünüzce ıslık çalabilirsiniz burada. Yasak saçma ama istisnası mücevher kıymetinde. 

adana değil amsterdam

1. 
Bu yaz Kuzey Avrupa kavruldu. Kelimenin tam anlamıyla hem de. Yaz kış yemyeşil görmeye alıştığımız parklar sapsarı. Ağaçlar kuru. İnsanların dili dışarıda. Amsterdam’da Adana halleri. 


2.
Bir de kuraklık var. Su seviyesi ciddi oranda düştü. Hem de su ülkesi Hollanda’da! Ülkede, milli gurura yakışır şekilde, ‘turuncu kod’ ilan edildi. Hadi biz yeni geldik de şaşırdık, yedi göbek burada olanlar da ‘Böylesini görmedik’ diyorlar. Görmüşler aslında ya, unutmuşlar belli ki. Mesela 2003 fenaymış. 1976'daysa nehirlerin suyu tümden buharlaşmış neredeyse. Bu iki yıl ‘kırmızı kod’un ilan edildiği yıllar… Kırmızı kod, turuncunun bir boy büyüğü. Sonrası da yok zaten. Bizde bir de yağmur duası var. 


3.
Susuzluk, Hollandalılar için havasızlık gibi. Bol suya alışmış bu insanlar. İyi günleri de kötü günleri de suyla geçmiş. Şimdi durumları fena değil ama nesiller boyu  savaşmışlar onunla. Sudan toprak çalmaya çalışmışlar. Dünyada kim suyla ilgili bir problem yaşasa (New Orleans, Venedik, Bangkok) Hollandalılar'dan yardım almış. Şimdi suyun azalmasını akılları almıyor. Biraz daha böyle giderse ulusal histeri başlar. 


4. 
Gazeteleri açıyorsun; kuraklık. Televizyonda kuraklık. Radyo kanalları, podcastlar, her yer... Kaçış yok. Her şeyden önce şaşkınlık hali. Yukarıdaki fotodaki lafı (‘Toprak çatladı, bu ne sıcak’ gibi bir şey) ‘Doktor bu ne!’ diye de okuyabilirsiniz. Alttaki fotoğraf da bir acayip. Burnu düşse eğilip almayan düşkün Osmanlılar gibi, sapsarı otlar üzerinde golfe devam eden Kuzey Avrupalılar! (Golf oynayanın karnı tok tabii, bu hali çiftçiye sorun bir de) Her neyse, yeni fotoğraflar da gelecektir. Bu arada yukarıda, manzarayı Adana’ya benzetmiştim ama post’u kapatmadan hızlı bir güncelleme yapayım : Parklar Adana, tarlalar Urfa!

eski ateşler

Raymond Carver hep kısa öykü yazmış. Romana girişmemiş. Nedeni hayat gailesi. Çok genç yaşta evlenmiş. İki çocukları olduğunda karısı da kendisi de yirmi yaşında bile değillermiş. Bir yandan okula gidiyor, bir yandan çocukları yetiştiriyorlarmış. Garsonlukla, temizlikçilikle geçinmeye çalışıyorlarmış. Bazen çift vardiya. Evde de çocuklar… Hep bir saatlik bir boşluk bulmaya çalışmış Carver. İki saat lüksmüş. Hep bir, bilemedin iki oturuşta bitireceği hikayeler yazması gerekmiş. Roman gibi uzun soluklu bir iş rüyaymış onun için. Çok sonra, çocukları büyüdüğünde, yazdıklarından biraz para kazanmaya başladığı zaman da artık eli gitmemiş roman yazmaya. Dikkat eşiği düşmüş. Konsantre olamıyormuş.


Carver’ın ‘Fires’ isimli makalesi artık benimle. Sevdiğiniz şeyler, bazen sizin bir parçanız olur. ‘Fires’ da artık benim bir parçam. 

çarşıda dükkânım olsa


Keman tamircisi… Çarşının ortasındaki dükkânının önünden her geçtiğimde, evvela keman gövdelerinin, burguların, köprülerin, tellerin, arşelerin alelade saçıldığı vitrine bakıyorum. Sonra da ona. Masasında yatan bir enstrümana eğilmiş oluyor yine. Elinde zımpara ya da küçük bir keski. Bazen, kaçamak içeriye baktığım o kısacık anda, kulağını bir kemana dayamış, ufacık bir sesi, yankıyı yakalamaya çalışırken görüyorum onu. Ya da çalışmıyor; oturmuş huzur içinde kahvesini içiyor.

Amsterdam’da, İstanbul’da, dünyanın her yerinde böyledir, değişmez. Enstrüman yapanlara, tamir edenlere, ince bir işle, bir zanaatla uğraşanlara bu huzur atfedilir. Onlara baktıkça gönlümüz genişler. Ama zihnimiz haince çalışmaya başlar. Sergiledikleri hüneri, özeni, hatta yaptıkları işin kendisini kıskanırız. Uğraştıkları enstrüman her neyse içimizden okşarız onu. “Keşke” deriz. “Şöyle sessiz sakin, huzur dolu bir işim olsaydı.” Niyeyse o beceriye sahip olmadığımız gelmez aklımıza. Doktorlara mühendislere, otomobil tamircilerine, bilgisayar programcılarına “Sizin de işiniz çok zormuş” deriz de bu dingin işleri kıvırabileceğimizi sanırız.

Bir yandan da bu işten ne kazanıldığını düşünürüz. Gelirinin tatmin edip etmediğini...

Çok acayip, dünyada her sene ancak beş tane üretilen bir kemanı falan tamir etmiyorlarsa ya da onu zaten kendileri üretmiyorlarsa ne kazanır ki bu insanlar? Gerçekten huzur mu kazançları? Bizim onlara gıpta etmemiz, içimizin gitmesi dahil mi bu huzura? Hatta arttırıyor mu onu? Yoksa kazanç zaten o mu? Dükkânların çevresinde sükûnetten, tatlılıktan, kalenderlikten bir hale mi yaratıyoruz? Bizler, bakanlar, oradan geçenler…

Şehrin ortasında bir dükkân tutsam diyorum. İçinde basit bir masa. Onun da üstünde bir laptop… (Daktilo olsa daha iyiydi tabii ama o da fazla göz boyamak olur artık, inandırıcı değil.) Öylece atılmış, orada 45 gün önce unutulmuş gibi duran ama aslında çok hesaplı birkaç kitap vitrinde (Bunlar için çok aday var ama mesela Ahmet Hamdi Tanpınar’dan ‘Huzur’ değil de ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü banko koyarım; bir iki de Jules Verne; sonrasını sonra düşünürüz). Tabii dağınık duran kâğıtlar, defterler, kalemler, mürekkep hokkaları, güzel güzel silgiler, açkılar... Karmakarışık bir vitrin. 

Dikkatli bakınca, içeride çalışan ben görünüyorum. 

Masama eğilmişim. Kamburum çıkmış. Düşünceli düşünceli bir şeyler yazıyorum. Yazıyorum yazıyorum yazıyorum. Gelip geçenler gıpta ediyor. “Ne sakin, ne huzurlu iş” diyorlar. “Keşke ben de” diyorlar. “Ne kazanıyor ki bu yazıcı esnafı” diyorlar. Huzurdan bir hale örüp dükkânın etrafına salıyorlar. Sağolsunlar. 

Ben yazmaya devam ediyorum. Düşünüyorum. Kahve içiyorum.

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...