yazmak zor



Bizim meslekte, sanırım, iki tür insan var. Yazarak ilerleyenler, okuyarak ilerleyenler… İlki her duyduğunu, okuduğunu, gördüğünü not alıp, sonra notlarını birleştiriyor; diğeri önce her şeyi okuyor, araştırıyor, bir yerlere kaydediyor, ardından oturup baştan yazıyor. Ben hep ilki gibi olmak isterim, ama niyeyse kendimi sürekli ikinci şıktayken yakalıyorum.

Daha geçen gün, zamanı dar bir arkadaşıma bilmiş bilmiş şunları anlatıyordum: “E. H. Carr’ın, ‘Tarih Nedir?’de tarif ettiği çalışma yöntemini severim; Carr der ki, ‘ben kitaplarımı, her şeyi okuduktan sonra oturup yazmam, ilk öğrendiğim şeyden yazarak başlarım, sonra yazı da kendi yoluna girer.” Tam böyle değilse de, buna benzer bir şeylerdi işte… Düşününce, o koca koca kitapları yazmak başka türlü mümkün olmazdı herhalde.

Zor bir Cumartesi bitti. Bu defa çok güçlük çektim yazarken. Konsantre olamadım, olamadıkça yazacaklarım da gözümde büyüdü. Zaten özel bir haftaydı, konu netameliydi, çok fazla malzeme vardı, onları elemek de sıraya koymak da ayrıca problemliydi.

Her sene bir iki defa böyle oluyor. Her olduğunda da, kendimi aynı şeyleri düşünürken buluyorum. Carr’ın dediğini yapayım artık, diyorum, ama sonra unutuyorum hemen.

boşverin plastiği, bez güzeldir


Ankara ve İzmir’dekileri pek hatırlamıyorum ama İstanbul’da en iyi paket yapan kitabevi tartışmasız, İstiklâl Caddesi’ndeki Robinson Crusoe 389. Kitaplarınızı önce ince bir paket kâğıdıyla kaplar, sonra yine kâğıttan bir torbanın içine koyarlar. Sanırım Pandora da kâğıt torba kullanıyordu ama diğerleri pek seviyor poşeti. Remzi Kitabevi’nin mesela, bordo gri poşetleri artık bir klasiktir. Mephisto’nun yeşillleri de o yolda.

Peki bez torba? Türkiye’de hiçbir kitabevi henüz kullanmıyor onları. Barnes & Noble’ın üzerinde Virginia Woolf resmi falan basılı bez torbaları olduğunu biliyorum. Alışveriş yapınca verilmiyordu ama ayrıca satılıyordu. Alayım desen, o bile yok burada.

İşler değişir mi? Yeşil Gündem blogunun yazarı Barış Baykan, Twitter’da bez torba kampanyası başlattı. Elbette plastik poşetlerin çevreye verdiği zararın altını çizme amacıyla yapıyor bunu. Öncelikle İstanbul, Ankara ve Eskişehir’deki kitabevlerine plastik poşet yerine bez kullanmaları çağrısı yapılsın istiyor. Görebildiğim kadarıyla Notos Kitap ve Resif Kitap hemen destek verdi. Başka ilgilenenler de olacaktır; bu mesele rahatlıkla büyüyebilir.

Kitabevleri maliyeti öne sürecektir, ki hakları var. Bez torba daha pahalıya patlayacak. Belki alışverişe ek maliyetle ya da tamamen bağımsız bir şekilde satmayı deneyebilirler ama. İlgilenenler olacaktır. Üzerinde logosu bulunduğu, kaldırılıp atılmayan bir ürün satabilme avantajı da cabası.

Notos ve Resif demiştim az önce, onlar da kendi torbalarını üretebilir belki. Tanınırlıkları da artacaktır bu şekilde.

iPad’in, Kindle’ın ve henüz adını bile duymadığımız, hatta tasarlanmamış cihazların, basılı olanı küçücük dijital ağızlarıyla yuttuğu/yutacağı günlerde bez torba anlamsız gelebilir. Kitabevleri zaten ortadan kalkacaksa torbaya ne gerek var ki! Ama belki o kadar da anlamsız değildir. Kitabevlerinin kendilerini ayırıcı kılmak ve bir avuç kalmış sadık okurlarını kendilerine bağlamak için çok fazla şansları kalmadı. Biraz değişiklik onlara da yarar.

PS: Pandora Kitabevi'nin bez torba kullandığı yönünde bilgi geldi. Haber veren Atom Karınca'ya da Pandora'ya da teşekkürler...

new york times neyi fazla yazdı?


İki gün önce ayrıntılı haberciliğiyle ünlü Amerikan New York Times Gazetesi’nin (NYT), İsrail’in yardım filosuna saldırısında neyi eksik yazdığını yazmıştım. Bugün de konuya ilişkin sürüp giden haberlerinde neyi fazla yazdıklarına bakalım.

NYT’yi önemsiyorum, çünkü onun yazdıkları Batı’nın liberal anaakım medyasının da aynası. Haberciliğinin tonu meselenin Batı’da nereye gittiğini gösteriyor. Son meselede, ilk gün şokunun ardından barış aktivistlerinin “aslında kim olduğuna” odaklanmaya başladı. İsrail ve Türkiye’nin dışındaki ülkeler –aktivistlerin vatandaşı olduğu ülkeler dahil- işin dışında tutulmuştu. Şimdi neredeyse İsrail bile denklem harici. Op-ed yazarları dışında kimse lafı İsrail’in görev ve sorumluluklarına getirmiyor. Sonsuz imzalı, ayrıntıcı, objektif habercilik makyajının altında hesap –sadece- aktivistlere özellikle de İnsani Yardım Vakfı’na (İHH) kesilmeye başlanıyor.

Coğrafyaya uzak okur, siz ne yazarsanız o kadarını bilir. Mesela aktivistlerin “terörist” olabileceğine dair kuşkular olduğunu yazarsanız, aklında esasen o kalır. NYT’nin küresel edisyonu olan International Herald Tribune’un bugünkü haberinde, artık İsrail’in yapıp ettikleri yok, sadece İHH’nın ve filoyu örgütleyen Free Gaza Movement’ın temellerine iniliyor.

Elde şunlar var: İHH’nın Fatih’teki merkezine cüzdanlarında parayla akın eden türbanlı kadınlar, “İsrail sayesinde artık meşhuruz” diyen İHH yöneticisi Ömer Faruk, “eski kocam Yahudiydi, şimdi bir Filistinli ile evliyim, antisemit olmak için daha iyi bir neden var mı” diye gazeteciyle şakalaşan Free Gaza Movement kurucusu Greta Berlin.

Dünkü NYT’deki garipliklere el atan Columbia Journalism Review’a (CJR) da buradan selam edelim. Güzel yakalamışlar. Şunu diyordu NYT dün: “Kâr amacı gütmeyen özel bir kuruluş olan Israel Project, gazetecilere, IHH’yı radikal İslamcı, anti-Batıcı bir grup olarak resmeden bir link gönderdi. Link, grubun Hamas’la da ilişki içinde olduğunu iddia ediyor.” Falan filan…

Yani? CJR, doğal olarak, şöyle soruyor: Bir link, iddia edebilir mi? Linkteki yazıyı kaleme alan her kimse, iddia eden o değil midir? Peki yazar kim o zaman? Israel Project mi? Başkası mı? Öylesine biri mi? Bunlar neden haberde açıklanmıyor? Okur neden tahmin yapmak zorunda?

Daha da garibi CJR’nin ayrıntıyı yakaladığı haber ile Herald Tribune’un haberi aslında aynı. Ama küresel edisyonda bu parça çıkarılmış.

Neden böyle oluyor? Cevap zor değil: Bir şeyleri fazladan yazmak isterseniz ama malzeme bulamazsanız suyu bulandırmak da iş görür.

burası türkiye III - dns değiştirmece

An itibariyle Youtube’a yine yeni yeniden girilemiyor. Eziyetin bonusu da şunlar: Google Analytics, Google Translate, Google Documents… Tabii bunlar benim bilebildiklerim.

Maduniyet çalışmalarını bilir misiniz? İngilizce literatürde “subaltern studies” diye geçer. “Madun” ismini koyan sanırım Gramsci, maduniyet halini teoriye döken de Gayatri Spivak ve Dipesh Chakrabarty gibi üçüncü dünyadan sosyal bilimciler. Terim, çok kabaca bir anlatımla, bir toplumun içinde temsil edilmeyen, özne olamayan, sesini yitirmiş veya hiç sahip olmamış toplulukları tarif ediyor. Türkçe’de daha çok yoksulluk diye okunuyor ama sanırım “yoksunluk” demek daha doğru. Kısacası maduniyet bir “yoksunluk” hali.

Madun nedir, ne değildir tartışmasına girersek herhalde bu postun da blogun da çok dışına çıkarız. Kaldı ki o kadar bilgim de yok. Ama bildiğim, ezilmiş, kenara itilmiş, toplumdaki temsili sıfırlanmış madunların, bu yoksunluk hallerinin karşısına bir “idare etme” kültürü koydukları. Bir engel varsa onu kaldırmayı denemek yerine kenarından dolaşmayı yeğlerler. Belki boyun eğmezler ama başkaldırmazlar da. İdare ederler.

Biz de idare ediyoruz işte. Youtube’daki çocuk “idare edemem anne” diye bağırıyordu ya, onu orada görebilmek için biz de idare ediyoruz. Başbakan bir şekilde giriyor Youtube’a, biz de bir şekilde giriyoruz. DNS ayarlarımızı değiştiriyoruz. Blog yazmak, video izlemek için idare ediyoruz. Sansür orada durmaya, birileri keyfince sansürün koşullarını değiştirmeye devam ediyor. Biz kenarından dolaşmayı öğrendiğimiz için ses çıkarmıyoruz.

Akşam gazetesi yazarı Yurtsan Atakan daha iki gün öncesinden duyuruyordu: İsrailliler’in kendilerini haklı çıkarmak için Youtube’a koyduğu görüntüler -gemidekilerin askerlere saldırdığının gösterildiği kayıtlar- yüzünden Türkiye’de sansür sıkılaştırılacak. Atakan, daha önce bu tip durumlar için “sansür tatbikatları” yapılıyordu, belli ki zamanı şimdi gelmiş, diyordu.

Sansür tatbikatı yapanların karşısında bilgisayarlarında ayar tatbikatı yapanlar var. DNS ayarlarını değiştirmeyi neden öğrendik? Sansüre hayır demek daha mı zordu? Yoksunluk işte böyle bir şey.

new york times neyi eksik yazdı?


New York Times’ın haber yazmada iddialı olduğu malûm. Hiçbir ayrıntıyı atlamak istemezler. Makalelerin bıktırana kadar uzayıp gitmesini göze alıp, içlerine gerekli bütün malzemeyi katarlar. Maddi hata yapmamak için verileri defalarca kontrol eden “fact checker’ları bulunur.

Gazete, adeti olduğu üzere, dünün en sıcak gelişmesi hakkında, İsrail’den, Türkiye’den ve Avrupa’daki diğer merkezlerden katkılarla upuzun makaleler hazırladı. Ama tuhaftır onca imzaya rağmen, bu defa malzemesi eksikti. Haberler İsrail’in filoya saldırısı, başta İstanbul Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde yapılan protestolar ve devlet adamlarının meseleyi kınayan bildileriyle doluydu.

Eksik olan neydi peki? Önce Gazze’ye doğru yola çıkan altı gemilik yardım filosuna Türkler’den başka kimlerin katıldığına bakalım: 50 ayrı ülkeden aktivistler, Avrupa Parlamentosu’ndan 15 milletvekili, 1976 Nobel Barış Ödülü sahibi Kuzey İrlandalı Corrigan Maguire, 2. Dünya Savaşı’nda Yahudi Soykırımını bizzat yaşamış 85’lik Hedy Epstein… Bu bilgiler Türkiye basınında yer aldı. Tıpkı iki geminin Yunanistan ve ABD bayrağı taşıdığının, bir gemiye de 2003'te Gazze'de buldozer altında ölen Amerikalı aktivist Rachel Corrie'nin adının verildiğinin yer aldığı gibi.

New York Times’ın haberinde sadece Nobel ödüllü Maguire’dan bahsediliyor. Bir de gemilerde birtakım parlamenterlerin de bulunduğu notu düşülüyor. Konuyla ilgili haberin genel tonu Türkler’in saldırıya uğradığı ve İsrail – Türkiye ilişkilerinin ağır hasar gördüğü kıvamında. Başka bir vurgu yok, diğer ülkeler meseleden uzaklaştırılıyor. Dünyanın geriye kalanındaki okurlar bu “klasik Ortadoğu krizinde” güvenli bir bölgede tutuluyor.

Demek gazete için o gemide dünyanın dört bir tarafından aktivist ve parlamenterlerin olmasının önemi yokmuş. Okurlarının da önemsemeyeceğini düşünüyor herhalde. Krizin profili düşünce, yok saymak daha da kolaylaşır tabii.

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...