sofraya doğru yol alıyorum

Yazar İsmail Pelit, bir önceki "Sarkozy Mezbahada" post'una uzun ve derin bir yorum bıraktı. Ufarak yorum linkinin içinde kaybolup gitmesin diye, buraya alıyorum. Benim bloga yorum bırakan pek yoktur (varın popülaritemi siz düşünün), ama işte bazen böyle güzel paslaşmalar da oluyor. Benim yazdığımın üstüne daha iyisini koyduğu için, İsmail'e de buradan teşekkür edeyim. İsmail Pelit'in güzel blogunu buradan takip edebilirsiniz. 


"siyasetçi mezbahada" diye okumuyorum bu fotoğrafı. daha derin bir tarafı var: mezbaha, mutfağın öncesi aslında. şık sofraların, bilmem ne marka çatal bıçakların, porselenlerin işe koşulacağı zarif yemekler, davetler; güzel giyimli, şık konuklar, herkesin lezizliğinde birleştiği yemekler:

öbür tarafta etin çıplaklığına, kanla et arasındaki hayatı değil ölümü diri tutan ilişkiye bak: bunlar ölülerin etleri: öldürülmüş hayvanlar, askılarda bekliyor, öldüklerini iyice anlasınlar diye derileri yüzülüyor. çıplaklığın kokusu da var: mezbahada burnu alışık olmayan birini etten soğutacak o havaya yapışık cansızlık kokusu: siyasetçi o kokuyu alıyor: kendisinden soğuyor, oysa biraz önce leziz bir biftekle karnını doyurduğu için mutlu olmuştu: ama bifteğin öncesi; ölüm kokuyor.

siyasetini yaşatmak için ülkenin damarlarını türlü çeşitli kanla doldurup, vatanın kalbinin atması için çalışanlar, atmayan kalplerin arasında kendi kalpsizliklerini görüyorlar. siyasetçi, o askıdaki sığırla kendisi arasındaki ortak noktayı kalpsizliği keşfettiği an, şunu da anlıyor: birileri yiyecek beni; sofraya doğru yol alıyorum.

sarkozy mezbahada


Harika bir an... Absürdün zirvesi. Sarkozy, The Office'teki Michael Scott dakikasını yaşıyor. Yüzünde iki ifade birden var. "Aman tanrım, ben neden burdayım" sorusuyla, "şimdi öyle bir konuşma patlatayım ki, millet dağılsın" kararlılığı...
 
Bir de şu: İki ay sonra seçim var. Sarkozy, anketlerde Sosyalist aday Hollande'ın arkasında. Şimdi bunca mevzu bir araya gelmişken o klişeye başvurmaktan kendimi alamıyorum. Ne demişler, kasap et derdinde, koyun can derdinde.

Fotoğraf: AFP

anthony shadid'den gazetecilik dersleri


Libya’da kaçırıldı; Filistin’de vuruldu. New York Times muhabiri Anthony Shadid’in astım kriziyle ölmesi insanın aklına gelecek bir şey değildi. Sahadaydı elbette; işini yapıyordu. Gazetecilere yasak Suriye’ye kaçak girmiş, at sırtında Türkiye’ye dönmeye çalışıyordu.
Buradaki gazeteci titri taşıyan bazı lüzumsuz insanlar, Shadid’in ardından ilk olarak, “AKP’ye yakın bir gazeteci öldü” buyurdu. Sanki Shadid’in öne çıkan herhangi bir özelliği yokmuş gibi… Türkiye o kadar içine çöktü ki, işini yaparken hayatını kaybeden bir gazeteciyi bile kendi siyasi dünyamıza göre tasnif ediyoruz. Bize dokunan bir yanı yoksa, zaten umurumuzda bile değil.  
Her neyse, araya kimseyi sokmadan, kendi sözleriyle Anthony Shadid:
Irak’ın işgalinin daha ilk ya da ikinci sabahından itibaren çok yorgundum. AP’de geçirdiğim yıllar boyunca, hikâyeyle aramızdaki mesafeyi korumamız gerektiği öğretilmişti. Ama artık nasıl görüyorsam öyle yazmaya karar vermiştim. Adil olabilmeniz için, yazdığınız hikayeleri gerçekten dikkate almanız gerekir. Ben de aldım. Ortadoğu’yu önemsiyordum.
Mısır’da veya Irak’ta haber yapmayı değerli kılan bir şey var. Sadece insanların hikâyesini anlatırsanız, bu haberler, duyguların, düşüncelerin aracına dönüşebiliyor. Kesinlikle daha gerçekçi bir hale bürünüyor. Daha dürüst bir hale…
Dış muhabirlerde sıklıkla fark ettiğim şu: Bu işi sürdürdükçe, kendi hikâyelerini anlatmaya başlıyorlar. Bir yerlerde uzun süre kalan bazı insanlar için sanırım kaçınılmaz bir şey bu. Öyle çok şey görüp yaşıyorlar, öyle çok insanla konuşuyorlar ki, bir süre sonra her şeyin tekrardan ibaret olduğu hissine kapılıyorlar. Kendi yaşadıklarının çok daha ilginç ve zorlu olduğunu düşünmeye başlıyorlar. İşte bu bir felaket. Bu, dış muhabirler olarak ne yapmamız gerektiğinin tam bir antitezi. Haberler insanlar hakkında olmalı. Ama işte, ne biliyorsak zaman içinde kaybolup gidiyor.

Röportajın tamamını şu ColumbiaJournalism Review linkinden okuyabilirsiniz.

oyalanmanın bilimi ve sanatı


Çok sevdiğim, bizim gazeteci milletine de (hele dergicilere) cuk oturduğunu düşündüğüm bir Yunan atasözü var: Hamur yoğurmak istemeyen beş gün un elermiş.

Akademisyenlere, yayınevi editörlerine, bitirme teziyle uğraşan öğrencilere de uyar.

İş elime yapıştı, deriz. Teslim tarihi geldikçe canımız sıkılır, tadımız kaçar. Teslim tarihi geçip gider; iş bitmez. Ama bu bizi oyalanmaktan alıkoyar mı? Hayır; birkaç bölüm daha dizi izleriz, bıraktığımız bir kitaba yeniden başlarız, önceden yarım bıraktığımız başka bir işe sarılırız. Bazen sadece boş boş pencereden dışarıya bakarız. Kafamızı topladığımızı düşünürüz. Bu bile daha anlamlı, daha heyecanlı gelir. Oyalanırız. İsim vermeyeceğim ama bunu sanata dönüştürenlerimiz var aramızda.

Ne var ki, elin oğlu “oyalanma”yı bilime dönüştürmüş, bir de üzerine Nobel alıyor. Oyalanmanın, ertelemenin, ağırdan almanın ya da geciktirmenin, dışarıda “procrastination” sözcüğü üzerinden epey popüler olduğunu biliyordum ama John Perry adında bir felsefe profesörünün “yapılandırılmış oyalanma” diye muzip bir kavramla çıktığından, epey de taraftar topladığından haberim yoktu.

Bir işin teslim tarihi, üzerimde ağır bir baskı kurmuşken ve çaresiz oyalanıyorken nihayet öğrendim.

Perry, daha 1996’da The Chronicle için “Nasıl Hem Oyalanıp Hem de İşlerimizi Bitirebiliriz?” başlıklı sağlam bir makale yazmış (şuradan okuyabilirsiniz.) Sonra da almış yürümüş. Ama Nobel komitesi seçim yapmak için epey oyalanmış olacak ki, ödülü Perry’ye ancak geçen yıl layık görmüş.

Tamam Nobel dediğim bir Ig Nobel. Hani en alışılmadık, en ıvır zıvır ama bir yandan da yaratıcı buluşlara, fikirlere giden, ABD merkezli ödül.O kadar olsun artık.

Aslında ben de ödülden verildiği tarihte yani 2011 Eylül’ünde haberdar oldum. Ama takdir edersiniz, yazana kadar biraz oyalanmam gerekiyordu.

Her neyse, ne diyor bize Perry? Anafikir şu: Her işi zamanında bitirebilirsiniz; üstelik dilediğiniz kadar oyalanabilirsiniz de. Teslim etmeniz gereken işin üzerine daha da önemli bir iş koymanız yeter.

Bundan sonrasını Perry’den özetleyerek aktarıyorum:

Oyalanan kişi “hiçbir şey yapmıyor” sayılmaz. Genelde bir işi bitirmemek adına, başka ıvır zıvır işleri de hallediyordur. Bahçesiyle ilgilenir, kalemlerini sivriltir, dahası, ilk fırsatta işlerini nasıl düzene sokacağı hakkında şemalar hazırlar.

Siz de böyleyseniz, ‘yapılandırılmış oyalanma’yı kullanabilirsiniz. Ama önce bir liste hazırlamanız gerekir. Görevlerinizi en önemliden en önemsizine doğru sıralayın. En üste çok mühim işler koyun ama altlarda da sizi tatmin edecek maddeler kalsın İşte, en mühim olanları yapmamak adına, o alttakileri yapacaksınız.

Oyalananlar genelde yanlış bir kanıya sahiptir. Ellerinde daha az iş olsa, oyalanmayıp hepsini bitireceklerini düşünürler. Sakın ha! Oyalanan kişinin zihni böyle işlemez. O az sayıdaki işlerin tümü, doğal olarak, önemlidir. Oyalanan kişi de yine oyalanacağından, onları da yapmaz. Bu yüzden hiçbir işini bitiremez.

Peki en üstteki iş nasıl halledilecek? Evet bu bir sorun, ama üstesinden gelinir. En tepeye teslim tarihi net görünenlerle (aslında net değildirler) çok önemli zannedilenleri (ama gerçekte abartılmışlardır) yazın. Neyse ki, hayat böyle işlerle dolu.

Bu noktada, kişi “iyi de, bu kendini kandırmak sayılmaz mı” diye sorabilir. Sorsun. Böylece hangi teslim tarihlerinin geçersiz, hangi işlerin de fazlaca büyütülmüş olduğunu görebilir. Hem oyalanan kişi, kendini kandırmak konusunda bir numaradır. Böylece bu özelliği de işe yaramış olur.

Evet, Perry’nin anlattıkları bunlar. Kullanıp kullanamayacağınızı siz düşünün. Bizdeki bir atasözünün çok etkili olduğunu unutmayın yine de; biliyorsunuz; “demir tavında dövülür.” Bana gelince… Bununla uğraşırken, daha önemli bir başka işimi halledememiş oldum ama hiç değilse bu uzun post’u yazdım.

Az şey mi?

Oyalanma teknikleri için buraya.

John Perry’nin blogu için buraya.

yazınızı new york times'da nasıl yayımlatırsınız?


Ya da Washington Post’ta, Guardian’da, Foreign Policy’de?

İyi yazarsanız, doğru zamanda, doğru ve ihtiyaç duyulan şeyleri söylerseniz, ne söylediğinizi biliyorsanız; yayımlarlar. Tabii gereken kanallardan da haberdar olmanız lazım.

Ne yazık ki, bir ikinci şık daha var. Bir çatışma, bir savaş ihtimalinden bahsederseniz yayımlanma şansınız artar. Hele de Batılılar’ın halihazırdaki paranoyasını, İran’ı konu ediyorsanız.

Washington Institute for Near East Policy’den Soner Çağaptay’ın yazısı 15 Şubat’ta International Herald Tribune’de yayımlandı (bir versiyonu da New York Times’ın web sayfasında mevcut; buradan okuyabilirsiniz.) Yazının başlığı şöyle: “Sıradaki: Türkiye ve İran karşı karşıya.”

Çağaptay, okurlarına “Türkiye ile İran arasındaki rekabetin yüzlerce yıllık mazisi vardır; ta Osmanlı sultanları ve Safevi şahlarına kadar gider dayanır,” diyor. Bu önermenin üzerinden de yazısını çatıyor. Son günlerde İran’ın Türkiye’yi tehdit etmediği tek bir gün bile yokmuş; Ankara ile Tahran arasında sular ısınıyormuş; İran Nato kalkanı’na gıcık olmuş; artık her şeyi bekleyebilirmişiz… Mış mış mış mış…

Yani, daha geçen seneye kadar “Türkiye’nin ekseni” tartışmaları yapıldığını at bir kenara gitsin. Ahmedinecad ile Erdoğan’ın tüm dünyaya nispet yaparcasına kucaklaşmalarından da bahsetme. Birbirlerine “kardeşim” diye hitap etmelerinden de... Bunların yerine Arap Baharı’nın her şeyi değiştirdiğinden bahset.

Hele “yüzlerce yıldır bunlar sürtüşür dururlar” de ama; Ortadoğu’nun bozulmayan tek sınırının ta 1639’daki Kasrışirin Antlaşması’ndan beri İran ile Türkiye arasında olduğundan hiç söz etme.

Çünkü söz edersen, yazını üzerine kurduğun önerme çöker. New York Times da onu basmaz.  

Sen de okurlarına “bir şah ile bir sultan o bölgeye hâlâ sığmıyor” deme zevkinden mahrum kalırsın. Ne denli uyduruk bir cümle de olsa…

PS: Türkiye ile İran arasında bugün bir gerilim mevcut olabilir elbette. Her daim de vardır; doğru. Sağlam bir yazı yazılsa zevkle okurum.

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...