murakami'nin izinde



400 sayfa oldu. Daha da epey bir yolum var. Haruki Murakami'nin 1Q84'ünün yarısında bile değilim.

İlk okuduğum Zemberekkuşunun Güncesi'ni çok severim. Elephant Vanishes'teki öyküleri de. What I Talk About When I Talk About Running hâlâ ilham verir. Diğer birçok kitabını, bu saydıklarımla aynı düzeyde bulmasam da okudum. Severek demeyeyim ama ilgiyle... Murakami'nin kolaylığından, teklifsizliğinden, gizemciliğinden hoşnutum.

Hep aynı kapıya çıkan ve artık fena halde tanıdık gelen formülünü de benimserim. Şöyle ki: Kara kedi nerede? Suya düştü? Su nerede? İnek içti. İnek nerede? Dağa kaçtı? Dağ nerede? Yandı bitti kül oldu...

Kim sevmez ki bunu? 

Ama IQ84... Bitmek bilmez tekrarlar, sürekli aynı cümleler, aynı düşünceler, aynı sıkıntılar, aynı klişeler... Bir türlü tam anlamıyla başlamayan olaylar. Gereksiz ayrıntılar... 500 sayfa daha yolum var.  Güzel günlerimizin hatırına, kalan kısmı da okuyacağım.

Yine de şu soruyu unutmam mümkün değil: 1Q84 niye bu kadar uzun yazılmış? Aklıma maalesef sadece ticari cevaplar geliyor.

Kitap bittiğinde söylediklerimden pişman olursam, size de haber veririm.

Yukarıda gördüğünüz bağımsız bir Murakami belgeseli. In Search of Murakami... Çok iyi sayılmaz ama çaba takdire değer. Yazarı seviyorsanız bir göz atın derim.

göstermeden göstermek

On sekiz bin vuruşluk bir köşe yazısı... Bir günlük gazetenin yazarı üşenmemiş, oturup yazmış. Editörler "bu nedir kardeşim" dememiş, basmış. Bizden okumamamız bekleniyor.

Ben başka bir şey yaptım; gazetenin web sayfasından yazıyı kopyalayıp bir word dosyasına yerleştirdim. Vuruşları saydım: 18319.

Bu bir haber dosyası değil. Güncel bir mesele değil. Sadece çalakalem görüşler...

Bir insan neden bu kadar uzun yazar? Neden her şeyi ama her şeyi bildiğini (en azından böyle düşündüğünü) gözümüze sokmak ister?

Hafta sonu Akşam'ın pazar ekinde, tasarımcı Bülent Erkmen'le bir söyleşi vardı. Eyüp Tatlıpınar yazmış. Okursanız, Erkmen'in genç tasarımcılara öğütlerini öğrenirsiniz. 

Bir tanesi benim özellikle ilgimi çekti. Göstermeden gösterin, diyor Erkmen. Yazı için de geçerlidir. Fazlalık, yazanı da okuyanı da yorar. Yazıya her şeyi koymak yerine, yapılabiliyorsa, sezdirmek yeterli. İyi yazar, kanaatimce, okura elzem olanı verir ama onu daha fazlasını bildiğine de ikna eder.

18 bin vuruşluk köşe yazısı beni ikna etmiyor. Okumuyorum bile. Aklına gelen yazmak isteyen buyursun defterine (bloguna da değil) yazsın. Gazeteleri işgal etmesin.

Erkmen'in çok zaman önceki bir başka uyarısını hatırlıyorum: "Bir işi bitirdikten sonra teslim etmeden evvel en az 24 saat soğutun" diyordu.

O köşe yazısı soğusa, geriye sadece çerçevesi kalırdı.

Akşam'daki söyleşi Bülent Erkmen'in Milli Reasürans'taki "Son İşler 2" sergisi şerefine. Üstteki fotoğraftaki işi de İstanbullular tanır. Sokak tabelaları Erkmen tasarımı.

çocuklar zalim

Hollanda gazetelerinde acı bir haber... Birkaç gündür dönüp duruyor. Küçücük Pijnacker kasabasında 13 yaşında bir kız çocuğu intihar etmiş.

Çocuklar zalim oluyor bazen. Çok zalim hem de. Daha ortaokuldaki çocuklar bir liste yapıyorlarmış. Banga List... Tam tabiri söylemeyeyim; bir tür "kolay kızlar" listesi.

Elden ele dolaşmıyor, kulaktan kulağa fısıldanmıyor bu liste. Facebook'ta 'share' ediliyor, Twitter'da RT... İntihar eden çocuğun adı da bu listedeymiş. Dayanamamış, canına kıymış. Okulun müdürü habersiz. "Twitter'da dolaşan bir liste mi neymiş, öyle bir şey" diyor.

Banga List, o okula ya da Hollanda'ya özgü değil. Yürüyüp giden bir fenomen. Dergilerde, forumlarda, sosyal medyada dolaşıyor.

Social Network filmini izlediniz mi? Facebook'un hangi amaçla başladığını hatırlıyor musunuz?

Nereye koyacağız şimdi bu intiharı?

cam siliciler

Sabah... Evden çıkmak üzereyim. Televizyon açık. Kumandadan Felemenkçe kanallar akıp gidiyor.

İrkiliyorum birden...

Camda bir fırça. Fırçaya bağlı bir hortum, su püskürtüyor. Acelesiz, bir aşağı bir yukarı fırçalanıyor penceremiz. İkinci kattayız ve birisi camlarımızı temizliyor.

Çantamı alıp dışarıya çıkıyorum (itiraf ediyorum, hep bu cümleyi yazmak istemiştim.)

Sokakta, evin karşısında küçük bir araba. Arabadan bir hortum çıkıyor. Hortumun ucunda elinde upuzun fırçasıyla bir adam duruyor. Keyfi yerinde; şarkı söyleyerek işini yapıyor.

İşini yaptığı yere, bizim evin penceresine bakıyorum. O da bana bakıyor. "Ne güzel hava, değil mi" diyor. "Evet, güzel" diyorum. Camları işaret ediyor. "Şimdi biter, az kaldı."

"Peki"  diyip uzaklaşıyorum evden. Diğer sokaklarda da aynı görüntü. Camlar yıkanıp siliniyor. Amsterdam'da bazı evlerin pencereleri çok büyük ve içeriden temizlenmesi imkânsız. Bu yüzden güzel havalarda, dördüncü kata kadar uzanan fırçalarıyla profesyoneller yapıyor bu işi. Demek ki, yeni taşındığımız bu ev de onların kapsama alanındaymış.

Bir saat sonra geri döndüğümde camı çerçeveyi temiz, faturayı kapıda buluyorum. 25 euro...


fotoğrafçının sorusu

Yarın bir röportaja gideceğim. Tuhaf bir konu, bilmediğim bir dünya...

Buralı bir fotoğrafçıyla çalışacağım. İşinin ehli bir adam. İyi bir iş çıkartacak, eminim. 

Dergilerde bugüne dek birçok fotoğrafçıyla tanıştım. Beceriklilerdi, iyi habercilerdi; dahası iyi sanatçılardı. Habere gitmeden önce uzun uzun konuşurduk. Planlar yapardık - ki bazısı elimizde patlardı. Kavga da ederdik bazen. Ego meselesi...

Sonuçta çok şey öğrendim onlardan.

Ama bugün ilk defa bir fotoğrafçı bana farklı bir şey sordu: "Bu röportajı ne tonda yazacaksın?"  Hüzünlü mü, eğlenceli mi, ciddi mi, hafif mi? Ona göre çekecekmiş fotoğrafları.

Öğrenmenin sonu yok.

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...