avrupa'nın en çok hakkı yenen şehri


Yine İspanya… 

Şu ana dek gördüğüm en hakkı yenmiş şehir. Sevilla… Tarihi var, sanatı var, estetiği var, gecesi ayrı gündüzü ayrı var. Nehri, yeşili, güleryüzlü insanı var. Varoğlu var… Ama önde gelen şehirler arasında yeri yok. ‘Underrated’ kelimesinin şehir karşılığı; öyle bir yer Sevilla. 

Madrid’den Sevilla’ya geldiğinizde farklı bir ülkeye girmiş gibi oluyorsunuz. Burası Endülüs. Burası hakikaten zil, şal ve gül. İspanya hakkında ne düşlüyorsanız, bugüne kadar İspanya’yı size nasıl anlattılarsa tümüyle burada. Madrid, Barcelona başkaymış, Endülüs başka… 

Sanki demir işlemeciliğini onlar bulmuş; demirden örümcek ağlarıyla sarmışlar şehri dört baştan. Seramiğe hakkını veren Lizbon mavi mavi, tatlı bir şehirdi; Sevilla üstüne ferforjeyi de koymuş. Her balkonda, her avluda, baktığınız her kapı arasında incecik, göz alıcı, demirden kuşlar, yapraklar, dallar… 

Mandalina mı portakal mı olduklarını bir türlü ayırt edemediğim ağaçlar her tarafta… Dalları yüklü binlerce ağaç… Ağır gelen meyveleri yol kenarlarına yuvarlanmış, bekliyor. Görmesi mutluluk veriyor. Harikulade de bir hikâyesi varmış. Daha sonra anlatırım. 

Amsterdam’da yol bulmak ustalık ister. Venedik’in ara sokaklarında da. Sevilla başka bir aşamaymış meğer. Daha üstü olduğunu da sanmıyorum. Şehir, birbirine benzeyen daracık sokaklarıyla, yetersiz tabelalarıyla, yön duygusuna aman vermeyen ikiz binalarıyla sizi kaybolmaya zorluyor. Yine de bu bir zevk. Hele geceleri…

Şu ‘underrated’ meselesine yine dönersek… Sevilla’daki Plaza Espana’nın (İberoamerica Fuarı için 1920’lerin sonunda inşa edilmiş) ya da devasa katedralinin çeyreği olmayan binalarla, yavan dokusuyla Avrupa kültüründe yer etmiş şehirler var. Neden Sevilla aralarında değil. Benim aklıma gelen, bugün halen döne döne tükettiğimiz o kurucu hikâyeyi, modernizmi ıskalaması. Bir de ona el veren, onu yeniden üreten, kendi hikâyeleriyle onu zenginleştiren sanatçı grubunun son yüzyılda şehirde yaşamaması. Barcelona’yı, Madrid’i bugüne taşıyan büyük isimler var sonuçta. Picasso, Dali, Gris, Gaudi… Sevilla, eski yüzyıllarda kalmış. Bana sorarsanız, bir örnek şehirler arasında, böylesi iyi de olmuş. 

Bu girizgâh olsun Endülüs’e, devam ederiz…

uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum

Halbuki korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı.
Ama geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk

Geyikli geceyi hep bilmelisiniz
Yeşil ve yabani uzak ormanlarda
Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan
Hepimizi vakitten kurtaracak

Bir yandan toprağı sürdük
Bir yandan kaybolduk
Gladyatörlerden ve dişlilerden
Ve büyük şehirlerden
Gizleyerek yahut döğüşerek
Geyikli geceyi kurtardık

Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk
Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza
Caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları
Kadınların kocalarını aramasını seviyorduk
Sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz
Bilir bilmez geyikli gece yüzünden

"Geyikli gecenin arkası ağaç
Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
Çatal boynuzlarında soğuk ayışığı"
İster istemez aşkları hatırlatır
Eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş
Şimdi de var biliyorum
Bir seviniyorum düşündükçe bilseniz
Dağlarda geyikli gecelerin en güzeli

Hiçbir şey umurumda değil diyorum
Aşktan ve umuttan başka
Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı
Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor

Biliyorum gemiler götüremez
Neonlar ve teoriler ısıtamaz yanını yöresini
Örneğin Manastır'da oturur içerdik iki kişi
Ya da yatakta sevişirdik bir kadın bir erkek
Öpüşlerimiz gitgide ısınırdı
Koltukaltlarımız gitgide tatlı gelirdi
Geyikli gecenin karanlığında

Aldatıldığımız önemli değildi yoksa
Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak
Gümüş semaverleri ve eski şeyleri
Salt yadsımak için sevmiyorduk
Kötüydük de ondan mi diyeceksiniz
Ne iyiydik ne kötüydük
Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa
Başta ve sonda ayrı ayrı olduğumuzdandı

Ama ne varsa geyikli gecede idi
Bir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan
Bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda
Kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında
Büyük otellerin önünde garipsiyorduk
Çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte
Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız
Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk
Yahut bir adam bıçaklasak
Yahut sokaklara tükürsek
Ama en iyisi çeker giderdik
Gider geyikli gecede uyurduk

"Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede
İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı
Sultan hançerleri gibi ayışığında
Bir yanında üstüste üstüste kayalar
Öbür yanında ben"
Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım
Eskimiş şeylerle avunamıyoruz
Domino taşları ve soğuk ikindiler
Çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık
Gölgemiz tortop ayakucumuzda
Sevinsek de sonunu biliyoruz
Borçları kefilleri ve bonoları unutuyorum
İkramiyeler bensiz çekiliyor dünyada
Daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum
Oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum
İyice kurulamıyorum saçlarını
Bir bardak şarabı kendim için içiyorum
"Halbuki geyikli gece ormanda
Keskin mavi ve hışırtılı
Geyikli geceye geçiyorum"

Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.

Turgut Uyar / Geyikli Gece 









denizin en güzel şarkısı



O nasıl bir güzelliktir… İrlanda’dan çıkan animasyon filmi Song of the Sea, öylesine güzel, öylesine zarif üstelik öylesine çocuksu, naif çizilmiş ki gözünüzü alamıyorsunuz ekrandan. 

Pixar ve Disney de çok iyi işler yapıyor tamam ama onların işleri çoğunlukla bilgisayar destekli. Song of the Sea, elle çizilmiş… Hem sanat hem zanaat… Saf alınteri. Yönetmen Tom Moore’a şapka çıkarılır. Film bu senenin en iyi animasyonlarından (Oscar’a da aday olmuş ama kazanamamıştı). Tüm zamanlar listelerine de rahat girer. En azından benim için. 

Moore (‘The Secret of Kells’ isimli, henüz seyretmediğim animasyonuyla da biliniyor) hikâyenin de ortağı (senaryonun diğer sahibi Will Collins). Bu not bence önemli, çünkü filmin hikâyesi epey iyi. Kelt mitolojisine aşina değilim, karakterleri oradan devşirip devşirmediğini bilmiyorum; sırf bu hikâye için üretildilerse harika iş. İki kardeş, Saoirse ve Ben’in, tekinsiz bir alemde sıkışıp kalmış ruhların yardımına koşma serüveninde epey güçlü yan karakterler var (Annelerinin yokluğuyla acı çeken babayı da harika aktör Brendan Gleeson seslendiriyor). İyisinden bir aile hikâyesi Song of the Sea. Sanırım yakında bizde vizyona girecek. İster sinemada seyredin, ister başka yerde, sakın kaçırmayın. 
Bir de yan not: Film 1987’de geçiyor. Bir ara o dönemin Dublin’ini de görüyoruz. U2’nın güzel, görkemli ve yerel olduğu zamanlar. Joshua Tree henüz çıkmış, düşünün. Where the Streets Have No Name, With or Without You, I Still Haven’t Found What I’m Looking For söyleyen bir U2. Filmde o şarkılar yok tabii. Onlar içimizde çalıyor. 
Seksenlerde büyüyen kardeşlerin hikâyesi yani… O bildiğimiz, eşsiz ve hep öyle kalacak duyguların hikâyesi…




moda'da bir gece



Bunu daha önce birkaç sohbette anlattım. Üzerinden hemen hemen bir yıl geçti. Benzer bir Moda akşamına çıkmışken az evvel, bir de burada anlatayım. 

**

Yaz… Sıcak… Tişörtler üzerimize yapışıyor. Ali Usta Dondurmacısı’nın önündeki cumartesi kuyruğu, neredeyse gece yarısı olmasına rağmen yerli yerinde.

Kuyruğun içinden güç bela geçip caddeyi Bahariye’ye doğru yürüdüm. Ev boğucuydu, biraz hava alırım demiştim. On beş dakika sonra gerisingeri dönerken tam dondurmacının önünde bir arabanın yolun ortasında durduğunu gördüm. Hem aşağıya Koço'ya doğru inen hem de çay bahçelerine dönen yolu kesmiş, öylece bekliyordu. Adamın biri de arabanın kaputuna dayanmış, yanındaki iki genç kızla gevezelik ediyordu. Adam dediysem, siz üç adam kalıbında birini düşünün. İzbandut… Üzerinde sanırım Amerikan futbolu forması olan bir tişört, numarası 33… Kızlarsa takmış takıştırmış, giyinmiş, belli ki bir yerlere gidiliyor. O ara karşılaşmışlar, yolun ortasında, arabanın önünde sohbet sürüyor. 

Tam o sıra, bir araba daha geldi. Yolu tıkayan aracın arkasında durdu. Şoför huzursuz tabii, iki saniyede bastı kornaya. Kafasını çıkardı camdan, “Ne oluyor” diye şöyle efe efe bir bakındı. Bizim  irikıyım arkadaş da kornayı duyunca geriye döndü, göz göze geldiler arkadakiyle. 

Bir saniyede camdan kafasını çekti arkadaki şoför! Hiç sesini çıkarmadı. İzbandut da önüne döndü, sohbete devam…

İşim gücüm yok tabii, “Ne olacak bu işin sonu” diye merak ettim, beklemeye başladım. Beş on saniye anca geçmişti, bir minivan yanaştı, yine bir korna önce… Sonra uzanıp bakma, adamı görme, sus pus olma. Kızlarla adamsa arkadakileri hiç takmadan gülüşüp konuşuyor… 

Dördüncüsü, beşincisi, altıncısı derken arkadaki kuyruk Ali Usta’daki kadar uzadı; muhtemelen on üçü, on beşi buldu… Sistem hep aynı işliyordu. Önce bir korna, sonra sus pus. Hatta bir ara dört ya da beşinci sıradaki şoför aracından indi, manzarayı gördü, ağzını açmadan, kös kös döndü. 

Her şey birkaç dakika sürdü ve nihayetinde iş şuna geldi: En arkadaki araçlar, her şeyden habersiz kornaya asılıyor, öndekilerse sessiz sakin bekliyor… 

Ve sonunda… Adam kızları tek tek öptü, el salladı, gülüşerek ayrıldılar. Onlar gidince adam döndü, arkasında biriken araçlara baktı, ağırdan bir sigara yaktı. Sonra kaputunun önünde dikildiği aracın yanından yürüdü gitti.   

Adamın olay yerinden uzaklaştığını gören ilk şoför cesaretini toplayıp seslendi: “Kardeş, araba senin değil mi?” 

Cevap: “Yok birader, ne arabası!”

Bu “Yok birader” ile öndeki üç beş arabanın kornalara abanıp yeri göğü inletmesi arasındaki zaman ancak milisaniyelerle ölçülür. 

Uzayıp giden kuyruktakiler de tempoyu artırınca cadde durulamaz hale geldi. 

Derken… Ali Usta’nın dükkânından orta yaşlı, ufak tefek bir adam, elinde poşetlerle çıktı. Sahipsiz arabaya yöneldi. “Pardon pardon” diye el etti kornacılara, mahcup. Bindi arabasına, gazladı gitti… 

İzbandut arkadaşsa az ötede yeni bir tanış bulmuş, başka bir muhabbete koyulmuştu bile. Önünden geçip giden arabalara, ne olduğunu anlamadan bir süre bakıp durdu.

**

Yazının eşlikçisi şarkı bir Tom Waits harikası. Cumartesi gecesi şerefine...


  

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...