en uzak nehir

Sadece Euro 2016 değil, bir yandan da Copaamerica günleri… Televizyonda Peru-Haiti maçı, geceyarısından sonra saat 2’de. İzlemek zor. Dayanmak zor. Ama bir daha ne zaman Peru-Haiti maçı izler insan? 

Coğrafyanın en uzak köşeleri. Adını sanını bilmediğimiz şehirlerin, ormanların, limanların ülkeleri… Böyle olunca bana bir maçtan fazlasıymış gibi geliyor. Haiti’de neredeyse 200 bin insan ölmüştü altı yıl önce, toparlayabildiler mi biraz olsun? Peru desen, baştan sona tuhaf Amazon hikâyeleri. Sahada 22 adam var ama işte böyle ülkelerden geliyorlar. 

Ama tabii bunların hiçbiri maç anlatımına dahil değil. Top kimin ayağına geliyorsa onun adı anılıyor.Futbol sunuculuğu Türkiye'de kolay iş, ülkelere insanlara dair bir şey anlatmazsan kimse seni sorgulamıyor. Dümdüz anlatıp gidiyorsun. Böyle böyle maç bitiyor. Zaten futbol da bu istisnai eşleşmeye yakışmayacak derecede sıkıcı oynanıyor (1-0 Peru kazandı). 

***

Halbuki gerçek hayat ekrandan başka yerde. Üstelik gerçeğin ne olduğunu iki defa düşündürecek kadar fantastik bir hayat bu. İşte yukarıdaki fotoğraf, bir animasyon filminden değil, Peru’dan. İçinde hâlâ dış dünyayla temas etmemiş insanların yaşadığı dev Manu Milli Parkı’ndan… (Bu ayki National Geographic'te gördüm).

Bu minik çocuk (ismi Yoina Mameria Nontsotega) parkın halkı Matsigenkaların bir üyesi (onlar dış dünyayla temas kuruyor; tabii dış dünya, saatlerce uçak-kano ve cip yolculuğunu göze aldığında). Yoina'nın kafasının üstünde taşıdığıysa evcilleştirilmiş bir maymun. Semersırtlı tamarin maymunu diye geçiyor. Kedi köpek nereden bulacaksın, onlar da maymunu evcilleştirmiş. Bu çocuklar hayatlarını Amazon’da böyle yaşıyor işte. Elbette fakirlik diz boyu, fazla romantizme gerek yok ama fotoğraf da bu. 

Bir Copaamerica maçından nerelere geldik… Hep buralarda kalsak ya!

Fotoğraf Charlie Hamilton James. Bu da internet sitesi; diğer işleri de, tahmin edersiniz, çok iyi.

bu sene o sene





Futbol belki yalan dolan ama seviyorum hâlâ.
Beşiktaş’ı, sanırım, futbolu sevdiğimden daha çok seviyorum.
Bir süredir şampiyonlukmuş, oymuş buymuş umrumda olmadığını fark ettim. Ama bu sene Deniz’le seyrederken maçları yine de şampiyon olsun istedim takım.
Oldu da şükür.  
Ne geçti peki elimize? 34 haftalık bir yarışın gazı iki-üç saatte bitiyor. Sonrası, yıllara referans verilecek istatistikler, maç anıları, “o sırada” diye başladığımız hikâyeler…
Benim tüm istediğim, televizyonda yanıp sönen “Şampiyon Beşiktaş” ibaresiydi. Her şampiyonlukta en çok ona sevinirim. Doksanda hakem düdüğünü çalar, reji de ekrana yazıyı basar: Şampiyon Beşiktaş…
Bu sene daha teknik takılmışlar (belki geçen senelerde de böyleydi, bilemiyorum, malum, yedi senedir şampiyon olamıyoruz biz); yanıp sönen yazıları bırakmışlar. Koca kadro alttan fotoğraf fotoğraf geçiyor… Şık görünüyor… Geriye kalan her şey gibi…
Ama kesmedi beni.
Yanıp sönen yazıyı görmeden anlamıyorum şampiyonluğu ben…

Bu arada… Ne sezondu ama! Şenol Güneş’iyla başta, Gomez’i Oğuzhan’ı Quaresma’sı Atiba’sı Sosa’sıyla… Güzel seneydi. Darısı daha güzellerine.
 
Bir de şu: Bu blogun da ilk şampiyonluğu... 
 

mükemmellik sertifikası

Yeni hayat, hızlı hayat… Hiçbir şey yeni olanın önünde duramıyor. 

Sonunda her şey koca bir şakaya; bir saçmalığa dönüşüyor. 

500 küsur yıllık Topkapı Sarayı, kıçıboklu TripAdvisor’dan sertifika alabildi diye seviniyor. Daha beyhude bir şey olabilir mi?

Bir yandan da o kadar absürt ki iyi geliyor. 

Otostopçu’nun Galaksi Rehberi’ne yeni ciltlerin yazılacağı tuhaf zamanlardayız. 

Şu aralar Topkapı Sarayı’nın web sitesine girerseniz bu dünyaya siz de anında ışınlanırsınız. 


ece ayhan'dan insanlık dersleri

Nasıl anlatsam, nereden başlatsam… Öyle bir bozulmuş ki, artık düzelmez, dikiş tutmaz. İstesen de bu kadar yanlış yapamazsın. O söz şiir değil, üstünde yazan adama ait zaten değil, o fotoğraf o imzaya ait hiç değil... 

İlhan Berk, Ece Ayhan, diğerleri… Bu ipe sapa gelmez lafları yayanlar bu vasatlık abidelerini (gerçi vasat bile sayılmazlar) onların söylemeyeceğinin hadi farkında değil, neden bu kadar uğraşıyorlar? Neden fotoğrafla, fontla, siteyle kafa patlatıyorlar? 

İlk hareketi vereni çok merak ediyorum; hayatın anlamını çözen (!) o uyduruk cümlenin ardına Ece Ayhan’ın, İlhan Berk’in (en çok da Can Yücel'in) ismini ekleyen ilk sefil kim?

Kim bu insanlar?

PS: Blogun eski günlerindeki Can Yücel versiyonu için sizi şöyle alalım: Can Yücel'den bunu beklemezdim.  

zambaklı padişah

ne zaman elleri zambaklı padişah olursam 
sana uzun heceli bir kent vereceğim 
girilince kapıları yitecek ve boş!

Azizim, güzel atlar güzel şiirler gibidirler, 
Öldükten sonra da tersine yarışırlar, vesselam! 

Ece Ayhan, Zambaklı Padişah, Andrey Tarkovski

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...