kuşlar vardır

kuşlar vardır, cana benzer havalarda
soğuksa kar, baharsa yaprak
bir başına büyür toprakta ömrümüz
güneşle yeşil elleriyle çıplak

- uslu ayaklarla başlamış yolculuk -
yürünmez öyle, bazen durulur
ve iner erenler katına yorgunluk
kapanır sükun üzre kitaplar

nefeslerle sürüp giden yaşamamız
bir su kenarına gelir durur
ekmekten, şaraptan öte nimetler vardır
yürünmez öyle hep, bazen susulur

can yücel

kuyuya düşmüş gibiyiz

Sabahlara kadar televizyon seyretmek istiyorum. Futbol, belgesel, film, ne olursa… 

Bugün eminönü kadıköy motorunda yüzü gülen bir kişi bile yoktu; arkadaşının kulağına eğilip şaka yapan, sevgilisinin saçını dalgın dalgın karıştıran, okuduğu kitaptan memnun olup sonraki sayfaya telaşla, heyecanla geçen bir kişi bile… Görmedim. Donuk yüzler, herkes önüne bakıyor, gülmüyor. Memleket koca bir yas evi. 

Ama polisiyle siviline aynı anda yas tutmayı beceremeyen bir yas evi… Öfke de haklılık da barışı getirmiyor. Gencecik yaşında, hayata doyamadan daha, ana babasını sevdiğini yavrusunu arkada bırakıp gidenleri de getirmiyor. Daha çok kavgayı, daha fazla intikamı getiriyor. 

Dün gece oyalanmak isterken ‘Mükemmel Bir Gün’ü seyrettik. Bosna, 1995… Bir sivil toplum örgütü, içme suyunu temizleyebilmek için, kuyuya atılmış cesedi çıkarmak ister de ip bulamaz… Çünkü savaş vardır, çünkü insanlar ipe birbirini asmak için ihtiyaç duyar, çünkü ip arayan biri ancak düşman olabilir, çünkü her şey anlamsızdır artık… 

Fırsat bulursanız izleyin, İspanyol yönetmen Fernando Leon de Aranoa çekmiş. ‘Güneşli Pazartesiler’in yönetmeni hani. Biz de sonradan fark ettik; bilmiyorduk. Başrolde Benicio del Toro ve Tim Robbins’i görünce, Hollywood sanmıştık. Değilmiş. Zarif, dertli ve nasıl oluyorsa muzip bir film. Oyuncular da çok iyi. 

Filmi izlerken karımla, “Ya biz de onlara benzersek” diye düşündük. Bosna’ya dönersek… Koca memleket hep beraber, o kuyuya düşmüş gibiyiz. 

Birkaç sene evvel olsa kenarından bile geçmezdik bu fikrin. Abartıyor muyuz, bilmiyorum. Ama bu korkunun kendisi korkutuyor beni. İnsanların kıyıcılığı da korkutuyor. Ya biz de onlara benzersek?


Sabahlara kadar televizyon seyretmek istiyorum; memleket yine de bir yerden yakalıyor. 

kötülük

Elimizin hiçbir şeye gitmediği zamanlar var. Bir kuyuya düşmüşüz, yere vuramıyoruz. Memlekette sevgi, iştah, fer tükeniyor. 

“Patlama sesini duydun mu” cümlesini gördükten, duyduktan sonra hiçbir şey rayına oturmuyor.

Bir şey daha var…

İnsanın kötülüğü… Stada bombayla gelip insanları katleden canilerin kötülüğü yetmezmiş gibi, gelip bir de zavallı dimağlarını orta yere kusanların kötülüğü… 

Sosyal medya iyi bir şey değil. Gerçekten değil. Bir canavar… İnsanı canavarlaştıran, nefretle beslenen, kötü zamanları daha da kötü kılan bir canavar.  

İnsanın kendisi de pek matah bir şey değil zaten. En kötüsü de kendini ‘iyi’ sananlar. Canavarın sırtındalar halbuki. 

İşim gereği sosyal medyayı da bir şekilde takip etmem gerekli. Ama usandım. İnsanın o sonsuz kötülüğüne bu kadar dolaysız şahit olmaktan usandım. Ona olabildiğince az maruz kalmaya, onu az kullanmaya çalışacağım artık. Anlatmak, yazmak, içimi boşaltmak için buralar daha ferah görünüyor. Şimdilik.


Herkes kendi aklını, ruhunu korumak zorunda. Kararmayalım.  

dalgın bir cambaz


Gelir dalgın bir cambaz. Geç saatlerin denizinden. Üfler lambayı. 


Ece Ayhan, Bakışsız Bir Kedi Kara… 
Kameraya bakansa Bay Truffaut 

mithat alam'ın olağanüstü ikinci hayatı

Mithat Alam'ı kaybetmişiz... Onunla yapılan söyleşiden çıkan 'Sinemayı Seven Adam' kitabı için yazdığım, üç gün evvel Hürriyet Cumartesi'de çıkan yazıyı buraya alayım. Okusun isterdim. Tanımış olmak isterdim...


Hakkında bir şeyler okuduğunuzda ya da birileri onu size anlattığında, “Keşke ben de tanısam” dediğiniz insanlar vardır. Olup biteni bulduğu gibi bırakmamış, gidişata müdahale etmiş, hem çevresini hem dokunup geçtiği insanları değiştirmişlerdir.
Mithat Alam böyle bir insan.
Üstelik, aranızda onun adını hiç işitmemiş olanlar varsa, biliniz ki, ‘Mithat Bey’ sizi bile değiştirdi.
Nedeni nasılı, onunla yapılan nehir söyleşinin dökümü olan, ‘Sinemayı Seven Adam’ isimli hazine kitapta.
Bir küçük ipucu: Neden bir 'Sinema-Televizyon’ bölümüne sahip olmayan Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun, yönetmeni, yapımcısı, kurgucusu, eleştirmeni birçok sinemacı var? 
Nedeni Mithat Alam’ın hayatı. Daha doğrusu, ikinci hayatı... Çocukluğundan beri, gündelik hayhuydan artırabildiği her anı sinema salonlarında geçiren, kendini filmlere adayan, sözcüğün hakkını vererek bir ‘sinefil’ gibi yaşayan Alam, sıkıcı bulduğu, kendini tükettiğini düşündüğü ama çok da başarıyla yürüttüğü iş hayatını, bir gün geri dönmemecesine bıraktı. Sinemaya aşkını bilen akademisyen dostları tarafından kendisinin de mezun olduğu Boğaziçi Üniversitesi’ne bir derste konuşma yapmak üzere davet edilmişti. Heyecandan fanilasına kadar sırılsıklam kaldığı dakikalar boyunca tutkusunu öğrencilere de bulaştırdı. O kadar çok sevildi ki, bu bir saatlik konuşma, dönemlik derslere evrildi.  Ardından, maddi manevi her şeyini, neredeyse tüm birikimini vererek sıfırdan ördüğü, bugün dahi ülkenin en ciddi sinema arşivi olarak hizmet veren, bir yandan da sinemacılar yetiştiren, önemli sinemacıların ülkemize gelmesini sağlayan, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Mithat Alam Film Merkezi’ni kurdu. Bu da yetmedi Alam’a, yine kendi adını taşıyan eğitim vakfıyla sinema okumak isteyen öğrencilere burs verdi.

Ama her şeyden öte, Alam, öğrencilere kendi varlığını sundu. Sınıftan taşan, kendi evindeki özel film gösterimlerinde gece yarılarına kadar süren sohbetlerde bir öğrenci kuşağı dünyayı, sinemanın imkânlarını tanıdı; tanımaya devam ediyor.
‘Sinemayı Seven Adam’ kitabının yazarı Umut Barış Dönmez de bu öğrencilerden. Ancak konusuna hâkim birinin soracağı derinlikte sorularla (ve aldığı cevaplarla), Alam’ın hayatını dört başı mamur bir sinema filmi gibi işlemiş Dönmez. Kitapta, Reha Erdem, Nuri Bilge Ceylan gibi Türkiye sinemasının ustalarıyla dostluğundan, Merkez’de yetişen ve maalesef çok erken yaşta kaybettiğimiz yönetmen Seyfi Teoman’ın öğrencilik günlerine, Gus van Sant’ı, Beyoğlu’nda bir muhallebicide nasıl beklettiğinden, Cem Yılmaz’ı ‘demir yumruk’la yönetmenin güçlüğüne meraklı ayrıntılar da buluyorsunuz.
Ama en önemlisi, bugün değil memlekette, dünyada dahi örneğine rastlanmayacak bir anıt-yaşamı tüm çıplaklığıyla okuyorsunuz.
Nehir söyleşiyi yapan Dönmez’in satırlarından naklediyorum: “(...) Daha ilk dersinden itibaren sinemaya ilişkin engin birikimi, muazzam dağarcığı ve bunu bize aktarırken gösterdiği çocuksu tutkusu karşısında afallamıştık. Daha önce böyle bir ‘hoca’ ile karşılaşmamıştım. Etkisi, sinemadan bir örnekle, ‘Ölü Ozanlar Derneği’ndeki Robin Williams’ın öğrencileri üzerindeki etkisi gibiydi. ”
‘Sinemayı Seven Adam’ Mithat Alam, hakikaten o kadar etkili oldu ki, günümüzün genç sinemacı kuşağının üyeleri ya onun öğrencisidir ya onunla film izleyip sohbet etmiştir ya onun kamuya açtığı dev arşivinden yararlanmıştır. Beyazperdeden bugün yansıyan ve sizi de muhakkak etkileyip değiştiren görüntüler işte böyle bir sürecin ürünü.
Bereketli bir film gibi, bağrından nice filmler, filmciler doğurmaya devam edecek Mithat Alam.

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...