insan bu dünyada ne kadar kaybolabilir?

Biraz gecikmeli bir post olacak ama dursun burada. Oyuncu Harry Dean Stanton 15 Eylül’de öldü. En sevdiğim filmler kare asına giren (zaman zaman ‘en sevdiğim’ de olur) ‘Paris, Texas’ın muhteşem Travis’iydi. 

İnsan bu dünyada ne kadar kaybolabilir? İşte o kadar kayboldu Travis. O kadar kaybolmayı oynayabildi Harry Dean Stanton… Hayatımızda yer etmiş büyük, güzel ve korkunç düşlerin parçası olan herkes gibi onun da üzerimizde emeği var. 

istanbul'un çirkin yılları

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş dün, neden istifa ettiğini söylemeden istifa etti. İstifa, AKP iktidarında alışık olmadığımız bir mevzu… Şaşırdık; bakalım bu sebebin ardındaki gizem perdesi aralanınca daha da şaşıracak mıyız?
Topbaş’ın istifa konuşmasından bana kalan, seçildiği 2004 yılında belediye başkanlığının kendisine partisi ve başkanı tarafından ‘tevdi’ edildiğini (verildiğini) söylemesiydi. Halk, seçim, sandık, demokrasi… Bu kelimelere başvurmadı. Halbuki onu, doğal olarak, milyonlarca İstanbullu seçmişti. Bu bir dil sürçmesi belki ama bir yandan doğru da. Erdoğan, bir zamanlar kendisinin oturduğu o koltuk için başka herhangi birini önerse, o da seçilmeyecek miydi?  
Sonuçta Topbaş, İstanbul’u 13 yıl yönettikten sonra gitti. Ben İstanbul mesaimin çoğunu onunla geçirdim. Bu şehre yaşamak için 1997’de gelmiştim. Şehri o sırada Recep Tayyip Erdoğan yönetiyordu. Erdoğan, hakkındaki hapis cezası kararının kesinleşmesi nedeniyle 1998’de görevini bırakınca, Ali Müfit Gürtuna geldi. AKP’nin kurulmasının ardından yapılan ilk yerel seçimde de (2004) Topbaş. 
Yani bugün birçok gencin tüm hayatı boyunca AKP’den başka iktidar görmemesi gibi, ben tüm İstanbul hayatım boyunca, şehrin yerel yönetiminde AKP iktidarı gördüm. En çok da Topbaş’ın iktidarını. Peki ondan ne kaldı bana? 
İktidar yanlıların ve seçilmiş yöneticilerin ikide bir dillendirdiği temizlik, su, metro gibi hizmetleri bir zahmet geçelim. Bunlar çünkü artık büyük oranda çözülmüş meseleler. Ve kabul etmek istemeseler de onların insanlığa lütfu değil, hizmetlerinin özünü oluşturuyor. Bütçe, borçlanma gibi konular da ileride daha iyi aydınlanacak (Topbaş, istifası sırasında borçsuz bir belediye bırakmakla övünüyordu, kazın ayağı öyle değil gibi görünüyor). 
Ben, isminin önünde ‘yüksek mimar’ unvanını taşıyan Kadir Topbaş’ın şehre bıraktığı estetik mirasa bakıyorum. 
Daha onlarca şey var ama bende en çok iz bırakan (olumlu anlamda değil) üç eseri sayayım: 
Haliç Metro Köprüsü…
Kabataş Martısı…
Yeni vapurlar… Ah o yeni vapurlar…  
Hâlâ her gördüğümde yolumu değiştirmeye çalıştığım, deniz motoruna yöneldiğim, vaktim varsa sonraki vapuru beklediğim, estetik fukarası yeni vapurlar… İşlevsel olduğu söylenen ama dünyanın en güzel en estetik geleneklerinden birini yıkmaktan başka bir işlevi olmayan yeni vapurlar. 
Sadece Kadir Topbaş iktidarının değil, tüm AKP iktidarının özeti gibi gördüğüm yeni vapurlar… 
Hoşuma gitmeyen bir özet… Aslan payı “Bir durağın bile yeri değişecek olsa, halka soracağım” diyen bir başkanın, Kadir Topbaş’ın döneminde yer alan bir özet… Benim İstanbul’da yaşadığım yıllar, İstanbul’un estetik açıdan en çirkin, tarihe, kültüre, şehrin dokusuna sahip çıkma açısından belki de en aciz yıllarıydı. Sadece İstiklal Caddesi’nin dönüşümüne, Taksim Meydanı’nın son haline, traşlanan Kuzey Ormanları’na, en önemlisi Gezi günlerinde izlenen politikaya bakarak da bunu görebiliriz. 
13 yıl içinde iyi şeyler de yapmıştır muhakkak; dün giden Topbaş elbette bu çirkinliğin tek müsebbibi değildi. İstanbul’un bugünkü estetik düşüklüğünün üzerinde tüm iktidarın sorumluluğu vardır. Sonuçta Topbaş’ın da söylediği gibi, bu iş ona, ‘tevdi’ edilmişti. 

dağlarına nazi gelmiş memleketimin

Siyah bir adamdan yumruk yiyen bir Amerikan Nazi hakkında bir tweet var. Kısacık, beş-on saniyelik bir videoyu içeriyor: Adam küstah küstah konuşurken tam çenesine alıyor darbeyi; sonra yerde kıvranıyor. İnternette tüm dünyayı dolaşmıştır bu görüntü. Haber de oldu. Olaylar Seattle’da geçiyor. 

Ben videoyu ilk defa ekşisözlük'te gördüm; sonra da altındaki onlarca yorumu okumaya giriştim (Gazetelerin internet sayfalarında, Twitter’da, Facebook’da yorum okumak bende alışkanlığa dönüşmeye başladı; çok da rahatsızım bundan, siz yapmayın). Forumlar, tweet'ler derken, oradan oraya sıçradım... 

Mesele şu: Gördüklerimin bir kısmı, tweet’teki küstah Nazi’den daha karanlık… Faşisti, ırkçısı bu memleketten eksik olmamıştı hiç ama Naziler? 

Hiçbir şey bir günde olmuyor elbette. Hitler’in ‘Kavgam’ı bir dönem Türkiye’de peynir ekmek gibi satıyordu. Demek ki bu kitaplar, raflarda süs diye durmamış, okuyanı varmış gerçekten. Şimdi yazıyorlar da… Kendilerini anlatıyorlar. İnternet forumlarında, ekşisözlük’te,Twitter’da… 

Siyahlara kötü muameleyi reva gören de var içlerinde, Hitler’in Nazizminin yanlış yorumlandığını söyleyen de… Sorunun solcularda olduğunu anlatanlar, Naziler hakkında bugüne dek anlatılanların tamamen yalan olduğunu iddia edenler… 

Niye Hitlerci bu insanlar? Niye ırkçılığın kendilerine uzak (en azından coğrafi ve tarihsel olarak uzak) bir formunu benimsemek için böylesi gönüllüler? Bugüne kadar gördükleri, okudukları azıcık da mı sızlatmadı mı kalplerini; bunca şeye nasıl ‘yalan’ ya da ‘fabrikasyon’ diyebilirler? Aklım almıyor. Sadece troll olamazlar. 

Nazizm yükselişteyken bıyıklarını Naziler gibi kesenler vardı bu ülkede… Bıyıksız oldukları için belki, torunlarını fark etmiyoruz. 

Bu arada, yumruğun öncesi ve sonrasının hikâyesi de varmış. Şurada görebilirsiniz. O kadar enteresan ki, üzerinde daha fazla konuşmak gerekiyor. 

Fotoğraf, Auschwitz toplama kampından.


umberto eco'nun kitaplığında



Umberto Eco'nun okuma önerilerine geçmeden evvel, kitaplığına ısınalım. YouTube'da yorum bırakan biri 'Borges'in rüyası bu' demiş. İyi demiş...

umutsuzların hatırı


“Sadece umutsuzların hatırı için bize umut verilmiştir”
Walter Benjamin



eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...