dalga geliyor

Çok sert vuracak, çok büyük bir dalga geliyor. Çin’de Wuhan’a, İtalya’ya, İran’a çarptı. Bizlere belki çarpmaz, diyorduk ama çarpacak. Hükümetlerin, salgın uzmanlarının açıklamalarından ben bunu anlıyorum.

Hazırlıklı olmalıyız. 

Zayıfı korumalıyız. 

Bir yandan onurumuzu da korumalıyız. 

Dengemizi korumalıyız. 

Paylaşmak bir kenara, ilk tepkimiz yağma oldu. Dünyanın her yerinde. Bugünkü bizi anlatıyor biraz. Zamanın ruhu bu. Black Friday’lerde, azıcık ucuzlayan televizyonları bile kapışan bir toplumuz. Evde iki televizyon varken.

Ama ummadık fedâkarlık örneklerini de veren biziz.

Şimdi elimizden ne gelir? 

Geçen gün alt katta yalnız yaşayan yaşlı adama, senin için bir şeyler yapabilir miyiz, diye sorduk. Bunu böbürlenmek için söylemiyorum, şunun için söylüyorum: Ertesi gün mahalledeki posta kutularına Salvation Army’den “Biz ofisi kapattık ama ihtiyacı olan bizi arasın, gerekirse alışverişini bile yaparız” yazılı kâğıtlar bıraktılar. O kâğıdı okuduğumda, kendi komşumuza bile yardım etmeyi akıl etmemiş olmak ağır gelirdi, dedim kendime. Dengemi kaybederdim.

Hiçbir zaman tamam değiliz, bütün değiliz ama içimizde biraz olsun yaşayan o tamamlığın, bütünlüğün, sağlamlığın örselenmesi de an meselesi. Hele böyle zamanlarda. Denge hepimize lazım.

Daha çok şey var yapmak gereken. Şimdi onların peşine düşmeli. Yapabilecek olan yapsın. Zayıflar, yoksullar, yaşlılar, hastalar var gözümüzün önünde; hükümetlerin arkada bırakmayı apaçık göze aldıkları…

Çok sert vuracak, çok büyük bir dalga geliyor. Birbirimizi koruyalım.

korona günleri - yardım kutusuna yazılı şiir

Çin, koronavirüs ile mücadelesini kazandı kazanacak. Şimdi dünyanın geri kalanına yardıma başladı. İtalya’ya doktor ve ekipman göndermiş. 

Bu arada İtalya gibi ağır kayıplar veren İran’a da yardım malzemesi yollayabilmiş Çinliler. 250 bin maske, beş bin test kiti.

Gönderdiği kutuların üzerine Şirazlı Sadi’nin dizelerini yazmışlar. Okuyunca bir süre kendime gelemedim.

“Adem’in çocukları aynı vücudun uzuvlarıdır
Zira aynı cevherden yaratılmışlardır.” 

Şirazlı Sadi'nin şiirinin tamamı kutuda mıdır bilmiyorum. Associated Press kaynaklı haber, bu kadarına yer vermiş. İran’ın dev şairinden iki dize…

Bu dizeler insanlığın hayallerine ve acılarına öyle cuk oturuyor ki, New York’taki BM binasının girişine de kazınmış duruyorlar zaten.

Sadi’nin şiirinin tamamı şöyle: 

“Adem’in çocukları aynı vücudun uzuvlarıdır
Zira aynı cevherden yaratılmışlardır
Felek bir uzva elem getirirse öbürlerinin huzuru kalmaz
Ey başkalarının acısıyla kaygılanmayan
Sana insan demek yakışmaz.”

Bir maske kutusunun üzerinde yazılı işte tüm yaşadıklarımızın özeti. Gerçekleştiremediğimiz idealimiz. 
Dünyanın acısı.

PS: Elimin altında Sadi’nin kitabı yok; çevirinin kimin olduğunu da bulamadım. Bir makaledeki versiyonuna (şurada) çok az müdahale ettim. 

korona günleri - berberde

Bir Hollandalı, bir Portekizli, bir İtalyan, bir de Türk… Napolili Salvatore’nin berber dükkânındayız. Neşeli adam Salvatore. Korona günleri yılgınlığı bile ona pek değmemiş görünüyor. Bir iki düşünceli an dışında, yine gülüyor, gülümsüyor. 

“Hangi ülke koronayı nasıl karşıladı? Gazeteciler buraya gelse, hiç yorulmadan haberini yazıp giderdi” diyor.

Müşteri kimliğim sırıtırken, gazeteci kimliğim notunu alıyor. Kimin ne yaptığını üç aşağı beş yukarı biliyoruz gerçi. Tek tek hikâyeler daha ilginç geliyor. 

Hollandalı Olaf, yetmişinin çok üstünde. Kolombiya’ya gidecekmiş, vazgeçmiş. “Niye” diye olta atıyorum; “Avrupa’ya tercih edilmez mi şimdi?”

“Yok yahu” diyor Olaf. “14 gün karantina varmış inince. Ee, o kadar kalacaktım zaten!”

Portekizli Carlos’un elinde cep telefonu, gazı kaçmış futbol gündemini okuyor. “Aha” diyor bir anda; “Ronaldo, Madeira’daymış. ‘Daha da İtalya’ya dönmem’ diyormuş.”

İstese de dönemez zaten, o kadarını biliyoruz. Carlos’un da aklında Portekiz var. Yaşlı annesi oradaymış. Ama küçük bir kasabada. “Yine de daha emniyetli” diye onaylıyoruz. Kasabada olmak iyiymiş gibi geliyor. 

Napolili Salvatore’nin aklı hemşehrilerinin evde oturabileceğine yatmıyor. “Türkler ne yapıyor peki” diye soruyor.

“Türkler, İtalya’da olanları izliyor” diyorum. 

Huy olarak iki milletin birbirine ne kadar benzediğini ikimiz de biliyoruz. Zaten, rutin saç kesimi mevzularımızdan biri bu. “Siz de biz de gürültücü insanlarız” deyip güler Salvatore. Marmaris’teki nefis günlerini anlatmaya başlar sonra. 

Bu defa bunları konuşmuyoruz. 

Yetmiş yaşında Salvatore. Dinç bir yetmiş. Dükkânını açık tutmak istediğini, hükümet kapatmadıkça kapatmayacağını söylemişti. Kararının arkasında. Ama ben bugün oraya gitme kararımın arkasında değilim. 

Dört gün içinde ruh halimiz değişti.

Ama hayat hemen hemen aynı ritminde akıp gidiyor. Ruh haliyle ritim birbirini tutmuyor.

Tuhaf günler. 

korona günleri - her şeyi yakçılarla sal gitsinciler karşı karşıya

Geçen gün arkadaşım Serdar bir gözlemini paylaştı: İnsanlar, koronavirüsten sadece korkmuyor, ona içerliyorlar da. Çünkü bu virüs hayatlarımıza, deprem gibi, trafik kazası gibi, doğal afet gibi fazladan bir risk ekledi. Dolayısıyla fazladan bir tedirginlik de ekledi. Madem, “Bu risk kalıcı, global toplum bundan böyle salgınlarla uğraşacak” deniyor; tedirginlik de kalacak. Modern hayatta fazladan bir endişe. 

Kalacak kalmasına da biz onunla nasıl başa çıkacağız?

Daha geçen haftaya kadar iki eğilim vardı. 

‘Her şeyi yak’çılarla ‘sal gitsin’ciler çarpışıyordu. 

Her şeyi yakçılar, toplumsal düzene kilit vurulmasını savunuyordu; sal gitsinciler, her şeye rağmen hayatın akmasını. İlk kategoriye girenler, geçen yüzyılın başında gezegeni çökerten İspanyol gribi salgınını örnek veriyordu. İkinciler, sıradan gribin de halihazırda milyonlarca insanın canına mal olduğunu anlatıyordu. 

İtalya'da yaşananlardan sonra, 'sal gitsin'ciler büyük yenildi. 

Geriye endişe kaldı.

Yine de, evet yine de, şu Milanolu kadına balkonunda akordiyon çaldırtan ruh ayakta. Endişeye karşı. Halen.

PS: Fotoğraf / Alessandro Grassani

korona günleri - süperyayıcı

Dün Hollandaca kursunda -tabii ki- yine koronavirüs hakkında konuşuyorduk. 

Öğretmen, bazı insanların sadece taşıyıcı olduğunu söylediğinde, ben de ‘superspreader’ (‘süperyayıcı’ mı desek) diye tanınan bir taşıyıcı hakkında yaklaşık bir ay önce okuduklarımı anlattım. 

“Orta yaşlı, İngiliz, erkek. Singapur’dan Fransa’ya bir kayak merkezine gelmiş. Sonra da İngiltere’ye dönmüş. Gazetelerde o kayak merkezindeki birçok insana virüs bulaştığını okuyunca, kendisi hiç belirti göstermemesine rağmen, ne olur ne olmaz diyerek test edilmek üzere hastaneye koşmuş. Sonuç: Herkese virüsü bulaştıran meğer bizzat kendisiymiş.”

Yanımda oturan kurs arkadaşım, genç İngiliz kadın, beni sabırla dinledikten sonra (ki çat pat Hollandaca konuştuğumuz için gerçekten sabır gerekiyor) bombayı patlattı: 

“O adam benim arkadaşımın babası.”

Sonra da adamın ve ailesinin akıbetini anlattı. Virüs tüm aileye bulaşmış ama biraz kırıklık gösterdikten sonra iyileşmişler. 

Dünya sahiden küçük. 

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...