new york times neyi fazla yazdı?


İki gün önce ayrıntılı haberciliğiyle ünlü Amerikan New York Times Gazetesi’nin (NYT), İsrail’in yardım filosuna saldırısında neyi eksik yazdığını yazmıştım. Bugün de konuya ilişkin sürüp giden haberlerinde neyi fazla yazdıklarına bakalım.

NYT’yi önemsiyorum, çünkü onun yazdıkları Batı’nın liberal anaakım medyasının da aynası. Haberciliğinin tonu meselenin Batı’da nereye gittiğini gösteriyor. Son meselede, ilk gün şokunun ardından barış aktivistlerinin “aslında kim olduğuna” odaklanmaya başladı. İsrail ve Türkiye’nin dışındaki ülkeler –aktivistlerin vatandaşı olduğu ülkeler dahil- işin dışında tutulmuştu. Şimdi neredeyse İsrail bile denklem harici. Op-ed yazarları dışında kimse lafı İsrail’in görev ve sorumluluklarına getirmiyor. Sonsuz imzalı, ayrıntıcı, objektif habercilik makyajının altında hesap –sadece- aktivistlere özellikle de İnsani Yardım Vakfı’na (İHH) kesilmeye başlanıyor.

Coğrafyaya uzak okur, siz ne yazarsanız o kadarını bilir. Mesela aktivistlerin “terörist” olabileceğine dair kuşkular olduğunu yazarsanız, aklında esasen o kalır. NYT’nin küresel edisyonu olan International Herald Tribune’un bugünkü haberinde, artık İsrail’in yapıp ettikleri yok, sadece İHH’nın ve filoyu örgütleyen Free Gaza Movement’ın temellerine iniliyor.

Elde şunlar var: İHH’nın Fatih’teki merkezine cüzdanlarında parayla akın eden türbanlı kadınlar, “İsrail sayesinde artık meşhuruz” diyen İHH yöneticisi Ömer Faruk, “eski kocam Yahudiydi, şimdi bir Filistinli ile evliyim, antisemit olmak için daha iyi bir neden var mı” diye gazeteciyle şakalaşan Free Gaza Movement kurucusu Greta Berlin.

Dünkü NYT’deki garipliklere el atan Columbia Journalism Review’a (CJR) da buradan selam edelim. Güzel yakalamışlar. Şunu diyordu NYT dün: “Kâr amacı gütmeyen özel bir kuruluş olan Israel Project, gazetecilere, IHH’yı radikal İslamcı, anti-Batıcı bir grup olarak resmeden bir link gönderdi. Link, grubun Hamas’la da ilişki içinde olduğunu iddia ediyor.” Falan filan…

Yani? CJR, doğal olarak, şöyle soruyor: Bir link, iddia edebilir mi? Linkteki yazıyı kaleme alan her kimse, iddia eden o değil midir? Peki yazar kim o zaman? Israel Project mi? Başkası mı? Öylesine biri mi? Bunlar neden haberde açıklanmıyor? Okur neden tahmin yapmak zorunda?

Daha da garibi CJR’nin ayrıntıyı yakaladığı haber ile Herald Tribune’un haberi aslında aynı. Ama küresel edisyonda bu parça çıkarılmış.

Neden böyle oluyor? Cevap zor değil: Bir şeyleri fazladan yazmak isterseniz ama malzeme bulamazsanız suyu bulandırmak da iş görür.

burası türkiye III - dns değiştirmece

An itibariyle Youtube’a yine yeni yeniden girilemiyor. Eziyetin bonusu da şunlar: Google Analytics, Google Translate, Google Documents… Tabii bunlar benim bilebildiklerim.

Maduniyet çalışmalarını bilir misiniz? İngilizce literatürde “subaltern studies” diye geçer. “Madun” ismini koyan sanırım Gramsci, maduniyet halini teoriye döken de Gayatri Spivak ve Dipesh Chakrabarty gibi üçüncü dünyadan sosyal bilimciler. Terim, çok kabaca bir anlatımla, bir toplumun içinde temsil edilmeyen, özne olamayan, sesini yitirmiş veya hiç sahip olmamış toplulukları tarif ediyor. Türkçe’de daha çok yoksulluk diye okunuyor ama sanırım “yoksunluk” demek daha doğru. Kısacası maduniyet bir “yoksunluk” hali.

Madun nedir, ne değildir tartışmasına girersek herhalde bu postun da blogun da çok dışına çıkarız. Kaldı ki o kadar bilgim de yok. Ama bildiğim, ezilmiş, kenara itilmiş, toplumdaki temsili sıfırlanmış madunların, bu yoksunluk hallerinin karşısına bir “idare etme” kültürü koydukları. Bir engel varsa onu kaldırmayı denemek yerine kenarından dolaşmayı yeğlerler. Belki boyun eğmezler ama başkaldırmazlar da. İdare ederler.

Biz de idare ediyoruz işte. Youtube’daki çocuk “idare edemem anne” diye bağırıyordu ya, onu orada görebilmek için biz de idare ediyoruz. Başbakan bir şekilde giriyor Youtube’a, biz de bir şekilde giriyoruz. DNS ayarlarımızı değiştiriyoruz. Blog yazmak, video izlemek için idare ediyoruz. Sansür orada durmaya, birileri keyfince sansürün koşullarını değiştirmeye devam ediyor. Biz kenarından dolaşmayı öğrendiğimiz için ses çıkarmıyoruz.

Akşam gazetesi yazarı Yurtsan Atakan daha iki gün öncesinden duyuruyordu: İsrailliler’in kendilerini haklı çıkarmak için Youtube’a koyduğu görüntüler -gemidekilerin askerlere saldırdığının gösterildiği kayıtlar- yüzünden Türkiye’de sansür sıkılaştırılacak. Atakan, daha önce bu tip durumlar için “sansür tatbikatları” yapılıyordu, belli ki zamanı şimdi gelmiş, diyordu.

Sansür tatbikatı yapanların karşısında bilgisayarlarında ayar tatbikatı yapanlar var. DNS ayarlarını değiştirmeyi neden öğrendik? Sansüre hayır demek daha mı zordu? Yoksunluk işte böyle bir şey.

new york times neyi eksik yazdı?


New York Times’ın haber yazmada iddialı olduğu malûm. Hiçbir ayrıntıyı atlamak istemezler. Makalelerin bıktırana kadar uzayıp gitmesini göze alıp, içlerine gerekli bütün malzemeyi katarlar. Maddi hata yapmamak için verileri defalarca kontrol eden “fact checker’ları bulunur.

Gazete, adeti olduğu üzere, dünün en sıcak gelişmesi hakkında, İsrail’den, Türkiye’den ve Avrupa’daki diğer merkezlerden katkılarla upuzun makaleler hazırladı. Ama tuhaftır onca imzaya rağmen, bu defa malzemesi eksikti. Haberler İsrail’in filoya saldırısı, başta İstanbul Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde yapılan protestolar ve devlet adamlarının meseleyi kınayan bildileriyle doluydu.

Eksik olan neydi peki? Önce Gazze’ye doğru yola çıkan altı gemilik yardım filosuna Türkler’den başka kimlerin katıldığına bakalım: 50 ayrı ülkeden aktivistler, Avrupa Parlamentosu’ndan 15 milletvekili, 1976 Nobel Barış Ödülü sahibi Kuzey İrlandalı Corrigan Maguire, 2. Dünya Savaşı’nda Yahudi Soykırımını bizzat yaşamış 85’lik Hedy Epstein… Bu bilgiler Türkiye basınında yer aldı. Tıpkı iki geminin Yunanistan ve ABD bayrağı taşıdığının, bir gemiye de 2003'te Gazze'de buldozer altında ölen Amerikalı aktivist Rachel Corrie'nin adının verildiğinin yer aldığı gibi.

New York Times’ın haberinde sadece Nobel ödüllü Maguire’dan bahsediliyor. Bir de gemilerde birtakım parlamenterlerin de bulunduğu notu düşülüyor. Konuyla ilgili haberin genel tonu Türkler’in saldırıya uğradığı ve İsrail – Türkiye ilişkilerinin ağır hasar gördüğü kıvamında. Başka bir vurgu yok, diğer ülkeler meseleden uzaklaştırılıyor. Dünyanın geriye kalanındaki okurlar bu “klasik Ortadoğu krizinde” güvenli bir bölgede tutuluyor.

Demek gazete için o gemide dünyanın dört bir tarafından aktivist ve parlamenterlerin olmasının önemi yokmuş. Okurlarının da önemsemeyeceğini düşünüyor herhalde. Krizin profili düşünce, yok saymak daha da kolaylaşır tabii.

kefiyeli meydan



Taksim’in 1 Mayıs kutlamalarına açılmasının tek sonucu işçilerin meydanlarına kavuşması değil. Taksim Meydanı artık her gösterinin 1 numaralı adresi. En başta da İslami referansı olan gösterilerin... İsrail’in Gazze’ye giden yardım filosuna saldırmasından sonra göstericiler adres olarak bir zamanların klasiği Beyazıt Meydanı’na gitmedi. 2009’un dev Gazze mitinginin gerçekleştiği Çağlayan’ı da seçmediler. Senkronize bir şekilde Taksim Meydanı’na geldiler.

Taksim’de çalışmanın bir faydası var; istediğiniz zaman gidip Meydan’da neler olduğuna bakabiliyorsunuz. Meydana çıktığımda göstericiler yeni yeni birikiyordu. Konuşmaların 12’de başlayacağı söyleniyordu ama sloganlar çok önceden atılmaya başlanmıştı. Tekbirler salavatlar derken herkese –bence- tuhaf bir tavır sindi. Kimse ne dozda bir gösteri yapılacağını bilmiyor gibiydi. Lanet mi okunacak, intikam mı istenecek, ne söylenecek? İş günü olmasından meydana en çok kadınlar ve gençler gelmişti. Epey de bir çocuk vardı. Televizyondan belki öyle görünmüyordur ama genelde bir gösteri bütünlüğü de yoktu ortada. Birçok farklı grup kendi meşrebince farklı farklı sloganlar bağırıyordu.



Konuşmalarda şiddeti tasvip etmeyen ama dünyanın tüm Müslümanlar’ına –özellikle de Türkiye’dekilere- dayanışma öneren mesajlar verildi. Ama birçok insan ne söylendiğini anlamaya çalışsa da, miting havası kalmamıştı. Herkes kendi arasında konuşmayı tercih ediyordu.

Saat 3’e doğru meydana topyekûn seslenen konuşmalar sona erdi, gruplar kendi kendilerine hareket etmeye başladı. Heykelde hatıra fotoğrafı çektirenler de vardı; Hamas ve Bin Ladin’in İsrail’i vurması niyetine“Kana kan intikam” diye bağıranlar da.


Bu posttaki fotoğrafların sahibi Newsweek Türkiye’den Metin Under seyyar satıcıların gösteriler biterken “ne güzel devam ediyorsunuz, haydi haydi” diye seslendiğini söylüyor. Aslında epey para kazanmış olmalılar; Filistin bayrağı 5 lira, Filistin puşisi diyerek kefiye niyetine satılan Diyarbakır poşusu 10 lira, hangi akla hizmet satıldığını anlamadığım kovboy şapkaları –birkaç tane talibi de çıktı doğrusu- 15 liraydı.

Fotoğraflar: Metin Under

amerika'nın en pis işi - bana yalan söyleme




Araştırmacı gazeteciliğin pirlerinden John Pilger'in harika derlemesi Bana Yalan Söyleme (Araştırmacı Gazeteciliğin Şahikaları altbaşlığıyla) Türkçe'de. Mehmet Harmancı agorakitaplığı için temiz bir Türkçe'yle çevirmiş. Yayımlanalı 3 ay oldu, ben ancak okumaya başlayabildim. Kitap otoritenin karşısında durabilen ender gazetecilerin, Dachau'daki toplama kampından, Çeçenistan'daki kirli savaşa, Felluce'de yaşananlardan Güney Afrika'daki Apartheid rejiminin kurduğu ölüm mangalarına kelle koltukta tanıklıklarıyla dolu. Pilger, toplumsal meselelerde söylenen yalanları da ıskalamıyor. Aşağıda, Fast Food Nation: What the All American Meal is Doing kitabının yazarı Eric Schlosser'in et kesimi işindeki dehşetli çalışma şartlarını anlatan makalesinden bir parçayı aktarıyorum. Schlosser'e göre ABD'deki en kötü iş bu.


"Bugün et kesimindeki en tehlikeli işleri gece geç saatlerde çalışan temizlik ekibi yapar. Bu işçilerden çoğu yasadışı göçmenlerdir. Bunlar ‘bağımsız anlaşmalılar’ olarak anılıp mezbahalar tarafından değil de, temizlik şirketleri tarafından tutulurlar. Saat başı ücretleri üretim işçilerininkinden üçte bir daha azdır. Ve işleri o kadar güç ve o kadar korkunçtur ki, tanımlamakta sözcükler yetersiz kalır. Bugün ülkenin mezbahalarını temizleyen kadın ve erkekler kesinlikle ABD’nin en kötü işini yapıyorlardır. Eski bir temizlik işçisi bana, 'O işi yapmak için insanın gerçekten umutsuz olması gerekir,' demişti.

Bir temizlik ekibi mezbahaya geldiğinde, ki genellikle geceyarısıdır, devasa boyutlu bir pislikle karşılaşır. O gün her biri 500 kiloluk üç ila dört bin sığır kesilmiştir. Mekânın güneş doğmadan temizlenmesi gerekmektedir. İşçilerden bazılarında su geçirmez giysiler varsa da, çoğunluğunda yoktur. Başlıca temizlik araçları 80 dereceye ısıtılmış yüksek basınçlı su ve klor karışımı püskürten hortumlardır. Su sıkıldıkça mekân yoğun bir sisle kaplanır. Görüş bir buçuk metreye düşer. Taşıyıcı bantlar ve makineler çalışıyordur. İşçiler bantların üstünde yürüyen kaldırımlardaymış gibi durup suları püskürtürler. Merdivenlere çıkıp üst geçitleri yıkarlar. Masaların ve taşıyıcı bantların altına, kanlı pisliğin içine girip yağ, dışkı ve et parçalarını temizlerler.


Gözlükler ve güvenlik gözlükleri buharla kaplanır. Tesisin içindeki ısı bir süre sonra 40 dereceyi geçer. Makineler çalışırken ekip üyeleri birbirlerini göremez ve duyamazlar. Yakıcı derecede sıcak ve kimyasal karışımlı suyu birbirlerine püskürtürler. Çıkan buhardan mideleri bulanır. IBP’nin tesislerinde çoğunlukla kullandığı DSC Sanitation Management şirketinin işçilerinden Jesus işte geçirdiği her gece sonunda feci baş ağrılarına tutulduğunu anlattı. Bir arkadaşı her temizlikte kusarmış. Diğer işçiler kusan gençle alay ederlermiş. Jesus kokunun yıkanmakla çıkmadığını, vardiya sonunda ne kadar sabun kullansa kokuyu eve taşıdığını söylemişti."

burkina faso türkiye'ye 12 puan verir mi?



bugün telaşımız çok, ama madem örövizyon günündeyiz, eski blogdan buraya bir transfer yapalım. Aşağıdaki yazı tam bir sene öncesinden geliyor:

Kimsenin Eurovision’la ilgilenmediği koca bir yalan. Hele de bir iddiamız varsa. Bu son yarışma hakkında fikir beyan etmeyen tek bir tanıdığım yok. Kuzeyliler birbirine oy vermeseydi, komşularımızla aramız daha iyi olsaydı, öyle olsaydı böyle olsaydı, hepsi fasa fiso… İşin özü, biz Eurovision için çıldırıyoruz (Habertürk’te Rahşan Gülşan Tuna Kiremitçi’nin “bence kesin Patricia Kaas birinci olur” dediğini okura fitlemiş mesela)

Ben şahsen işin şarkı kısmıyla hiç ilgilenmiyorum. Tek derdim oylama. İstiyorum ki şarkılar hemen bitsin, puanların açıklanması sabaha kadar sürsün. Hatta bütün dünyanın oyladığı bir yarışma olsun; günlerce devam etsin, geyiğin dibine vuralım. Mesela diyelim ki “Afrikalılar hep birbirlerine veriyor; yok Şili’den bize oy çıkmaz abi; Kuzey Kore bakalım Güney Kore’ye kaç puan verecek, falan filan…”

İran ABD’ye yumuşama babında üç puan versin, Venezuela’nın oylarını çıksın Hugo Chavez açıklasın; Çin’in oyları toparlaması çok uzun sürdüğü için en son onlar çıksın piyasaya, oyları belirleyici olsun. Böyle gider…

Ha bir de, madem Kuzeyliler birbirlerine oy veriyor, neden bu ülkeler üç dört yılda bir sonuncu oluyor? Bu da araştırılsın.

kürksüz venüs



Kadın tenisinin 2 numarası Venüs Williams, Roland Garros’ta fotoğrafları için tıklayınız gazetecilerine benzersiz bir malzeme verdi. Kısa elbisesinin altına hiçbir şey giymediği ilüzyonu yaratan iç çamaşırı –elbise de çamaşır da kendi dizaynı imiş, ilüzyon tanımı da kendisinin- herhalde toprak kortta deklanşöre basma rekoru kırdırmıştır.

Böyle cüretkâr bir kıyafete izin var mı? Kadınlar Tenis Birliği yönetmeliği oyuncuların esasen temiz ve düzgün kıyafetler giymesini önerip, eşofman, tişört, sweatshirt ve jean giymesini yasaklıyor. Ama turnuva yetkilileri Williams’ın kıyafeti konusunda dertli değil. Bu konuyu aralarında müzakere etmiş ve bir sorun yaratmayacağına karar vermişler.

Yasaklamak ne kelime, tabii ki destekliyorlar. Zaten şimdiye kadar kime “şunu giyme” dendi ki. Bana kalsa, örneğin 1980’lerdeki Andre Agassi’yi değil korta Paris’e sokmazdım.



2008’de Maria Sharapova smokin benzeri üstüyle çıktığı maçta onu mağlup eden Alla Kudryavtseva’nın dedikleri Agassi’ye karşı hislerimi de ifade ediyor: “Maria’yı yenmek keyif vericiydi. Neden mi? Çünkü kıyafetini beğenmedim.”

Birisi de Williams’a böyle diyebilecek mi?

New York Times’tan tenisin aykırı kıyafetleri fotoğraf galerisi şurada. Seksi fotoğrafları için tıklayınız demek kolay, esas bunu yapmak mesele.

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...