beyaz kadın çatal dilli

Gevezelerin doluştuğu her ofiste yaşandığı gibi, dönem dönem dilimize belli laflar dolanıyor. Sonra da öyle bir sünüyor ki… Alın işte bir tanesi: İyi değildir derler… O yazıyı yazma, iyi değildir derler; o soruyu sorma, iyi değildir derler; o kadınla röportaj yapma, iyi değildir derler.. Höhh, nasıl sardırmıştık yahu.

Burcu bize bu lafın ailesindeki tarihi kökenlerini anlatmıştı. Şimdi size de anlatıyor. Newsweek Türkiye’nin bağrından çıkan son bloga buyurun. Benden daha neşeli olduğu kesin.

Bu vesileyle kendisine, buraları boş bırakma, iyi değildir derler, diyorum.

fotoğraflar işe yaramadı...







Düstur belli: fotoğraf yoksa da haber de yok. Görsel olmadan kimseye bir şey anlatamazsınız. Hatta anlatmasanız da olur, bazı fotoğraflar meseleyi bütün çıplaklığıyla anlatır zaten.

Boşuna yazıyoruz dedirten adamlardan Bruce Davidson’un üç ciltlik albümü çıkmış bu hafta. OutsideInside. Fotoğrafla ilgilenenler tanır da, bilmeyen için not düşelim: Magnum’a bağlı çalışan Dickinson, özellikle 1960’lardaki özgürlük hareketiyle, Amerikan getto yaşamıyla (ve de sirklerle) içli dışlı olan, oralardan efsane fotoğraflar çıkartan bir adamdır. Artık 80’ine merdiven dayamış. Yeni fotoğraf kitabından haberdar olmamı sağlayan, tatlı tatlı konuştuğu röportaja buradan bağlanabilirsiniz. Ama Magnum’un kurucularından Henri Cartier-Bresson’un etkisine nasıl girdiğini anlattığını bölümü ben aktarayım:

“İlk Cartier-Bresson fotoğrafını 1952’de R.I.T. Fotoğraf okuluna devam ederken gördüm. Beni onunla tanıştıran sınıftaki iki kızdan biri olan Joan’dı. Joan’a biraz kur yapıyor gibiydim. 'Decisive Moment’ı getirdiğinde kızlar yatakhanesinde oturuyorduk. Ben güldüm. O ise fotoğrafların onu gerçekten heyecanlandırdığını, Cartier-Bresson’un da gerçek aşkı olduğunu söyledi. Bu yüzden dışarı çıktım ve küçük bir Leica satın aldım. Cartier-Bresson’u taklit etmeye başladım. Lighthouse Misyonu’nu fotoğraflıyordum. [Misyonerlerin yardım ettiği] herkes sarhoştu. Misyonerler onlara vaaz, bir fincan kahve ve sucuklu sandviç veriyordu. Onlar gidince, şişeler tekrar çıkartılıyordu. Ama çektiğim fotoğraflar, hakikaten de biraz Cartier-Bresson kokuyordu. (…) Fotoğraflar işe yaramadı. Joan bir İngilizce profesörüyle kaçtı. Yaşlı bir adamdı. Ben de Cartier-Bresson’la kaldım ki, hiç de fena sayılmazdı.”

Eh, herkesin hikâyesi bir noktada birbirine benziyor işte.

savaş savaş nereye kadar


Hayat İngiliz gazetecilere güzel valla. Ağızlarına ne gelirse sallıyorlar. Almanya’yla kader maçlarını oynuyorlar ya, “savaş günü” demekten çekinmiyorlar mesela. Churchill gelse, “biz biliyoruz da mı savaşıyoruz” deyip değnekle kovalardı hepsini.

Elenip gitseler de şunların abukluklarından kurtulsak. Hayır, turu geçerlerse Arjantin geliyor; o zaman da savaş çığlıkları atacaklar. Krallığın üzerinde ancak böyle güneş batmıyor herhalde.

bu kadar yeşillik yeter






Bizde Tansu Çiller başa geçtiğinde ne tartışılıyorsa Avustralyalılar da şu an aynısını tartışıyor. Bu uzak ülkenin tarihinde ilk defa bir kadın, Julia Gillard başbakan oldu. Tabii bizden azıcık farkları da var. En saygın gazeteler bile Gillard’ın politik oryantasyonundan ziyade, onun standart kadın politikacı figüründen uzaklığını öne çıkarıyor. En sık işlenen konu da kuaför sevgilisiyle evlenmeden beraber yaşaması. Seçim gelip çattığında bu bahis harlanacaktır.

Umarım Çiller gittikten sonra yaşadıklarımızın aynısını da yaşamazlar.

Çünkü esas mesele başka. Gillard’ın parti içi (İşçi Partisi) bir müdahaleyle devirdiği Başbakan Kevin Rudd, onun politikada yolunu açan liderdi (Bu haliyle biraz Kılıçdaroğlu /Baykal meselesine de benziyor.) Ama başbakanı gerçekten bu rol modeli kadın mı alaşağı etti? Hayır.

Bir çiftlikte büyüyen Kevin Rudd dünyanın şimdiye dek gördüğü en yeşil liderlerdendi. Avustralya’yı Kyoto’ya soktu, bir, karbon vergisi planladı, iki, üstüne bir de koca kıtanın esas sahibi Aborjinler’den ailesinden koparılan çocukları için özür diledi. Ama zengin maden firmalarına ek vergi getirmeye kalkınca, kodamanların sabrını taşırdı. Yerine hemen birini bulup getirdiler.

Biz de Tansu Çiller geldiğinde “kadın” diye sevinmiştik, değil mi? Fark etmiyor sonuçta.

Bir de ben böyle ağlayan başbakan görmemiştim. Belki de o dokunmuştur.

everybody hurts









Kim ne derse desin, İngiliz gazeteleri abartıda buradakilere taş çıkartır. Bir şekilde yöneticilere giydirmek, daha iyisi okurun gözünü korkutmak için gündem arıyorlar. Bulduklarında da acımıyorlar. Dün tam da sevdikleri gibi bir gündü. Yeni hükümetin kemer sıkma politikasının can acıtacağı uzun süredir biliniyordu ama tam olarak ne kadar acıtacağı konusunda kesin rakam önceki gün geldi. Geleceğin başbakanı olarak selamlanan çiçeği burnunda Maliye Bakanı George Osborne bütçeyi açıkladı. Zam, vergi, kesinti, sonra yine zam, yine vergi yine kesinti… Osborne da doğrusu iddialı bir arkadaşmış, eski püskü çantasıyla verdiği pozlarla sembolizmin gözüne gözüne vurdu. “Canınızı yakıcam, hazır olun” diyordu.

Bu pozlardan sonra gazetelerde ön sayfayı hazırlayanlar uzun uzun düşünmüştür. Herkesin kullanacağı fotoğraf belli, adam içinde bütçenin bulunduğu çantayı kaldırmış milletin burnunun önünde sallıyor. Ne yapıp da fark yaratacaklardı? Sınavdan bence The Guardian geçti. Osborne’un elinden öyle kesit aldı ki, çanta tutan el yumruk haline geldi. Üzerine de “Şimdi acıyacak, sonra daha çok acıyacak” deyince tam oldu. The Journal’ın da manşeti güzeldi: “Everybody Hurts.” Sanırım, İngiltere’nin de elenmesini, böylece manşetlerinin güçlenmesini bekliyorlardı, yanıldılar. Bu arada koca ülkede bir tek Independent’in farklı fotoğrafla çıktığını da not düşelim.

Gelelim mesajımıza: Sanırım İngiliz gazeteciler sadece bir günlüğüne Türkiye’de gazete yapsalardı, iyice psikopata dönerlerdi. Millet de gazetesini avuç avuç anti-depresan eşliğinde okurdu. Böyle yoğun gündeme biz gerçekten iyi dayanıyoruz yine de.

eyvallah ilhan selçuk



İlhan Selçuk'un ardından nasıl bir gazete yapacaklarını ve ne diyeceklerini merak ediyordum. Bu yüzden dün Cumhuriyet'te neredeyse bütün köşe yazarlarını satır satır okudum. En iyisi yine Selçuk'un Pencere'siydi. Gazetenin yazıişleri şık bir tercihle, Selçuk'un iki sene önce ameliyata girmezden evvel yazdığı bir yazıyı yeniden yayımlamış. Ölümle dalgasını geçerek, tarafını seçiyor o yazıda Selçuk.

Görüşlerine katılmazdım, ama bir yazı insanı olarak büyüklüğünü kim yadsıyabilir? Hayatını kalemiyle kazanan, önceliği hep kelimelere veren bir kuşağın son temsilcilerindendi. Türkiye'nin artık ne sağdan ne de soldan çıkarabildiği, büyük isimlerdendi. Yazardı. Yaşamak hakkındaki "son" yazısından bir parça, buyurun aşağıda:

"Yaşamak nedir mi?
Bir sabah kalktın, sevdiğin kadının gözünün altında derin bir çizgi gördün..
O da gördü mü?..
Görmez olur mu?..
Ya da henüz aynaya bakmadı..
Soru:
-Yaşlanıyor muyum?..
Sen görmezlikten geldin diyelim, o düşünüyor, dupduru ten nasıl böyle oldu?..
Nasıl olmasın ki, yaşıyorsunuz.
Kim bilir belki gözü de teni de daha güzelleşti.
Ama şartlanmış bir kez.. Şartlanmışsınız.
Çizgilerin, yaşlılığın insana güzellik verdiğini kişinin kültürüne aşılayan estetik kültürüne ulaşmak için, insanların daha ne kadar yaşamalarına gerek var? 100 yıl, 1000 yıl?
İlkellik daha ne kadar sürecek?
Sürse de alt gözkapağının altındaki bir yeni çizginin insanı bu denli düşündürüp oyalaması, işte insanın gözeneklerine dek yaşamasıdır..
Yaşamak güzel şey Taranta Babu.

Nalları dikmezsem..
Daha görüşürüz..
Dikersem her ne kadar kusurumuz da olsa, affola..
İkisine de eyvallah.."

evet, isyan




Simon Kuper bu haftaki Newsweek Türkiye'de, bu kupadaki futbol unutulsa da, taç çizgisinde takım elbisesiyle bekleyen Maradona'nın görüntüsünün akıllardan silinmeyeceğini söylüyor. Bu yazı belki biraz erken geldi. Kendi payıma, yukarıdaki fotoğrafların daha kalıcı olduğunu düşünüyorum.

Futbol oynamasa da Fransa'nın bir oyunu vardır hep. Ama bu kadar düşük kalibreli oyunu ancak bambaşka bir şey dengeleyebilirdi. Fransız basını dün, Kaptan Patrice Evra ve arkadaşlarının, Nicolas Anelka'nın takımdan kovuluşunu protesto edip idmana çıkmamasını sirk'ten ayaklanma'ya açılan bir yelpazede yazıp durdu.

Hoşnut değiller tabii. Halbuki olmalılar. Belki romantik bir tutum ama futbolundan nefret ettiğim Fransa takımı bana daha sempatik geliyor şimdi. Arkadaşlarına sahip çıkacaklarına kuzu kuzu idmana da çıkabilirlerdi.

Beri yandan tüm bu olan bitene bakınca, bu takımın koca Sartre'ı bile ters köşeye yatırdığını görüyorsunuz. Ne demişti Sartre: Futbolda her şey karşı takımın varlığıyla çetrefilleşir.

Fransızlar'ın başka bir takıma ihtiyaçları yok.

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...