kızılkaya neden orhan pamuk gibi yazamadı?

Dün çok uzamıştı, bu post’la devam edelim Muhsin Kızılkaya bahsine. Bir Dil Niye Kanar’dan alıntı yapmıştım ama o kitap bir serinin son halkası sadece. Kızılkaya üretken bir yazar. Bugüne kadar hepsi bir şekilde Kürt sorunuyla alâkalı 10 kitap yayımladı; çeviriler yaptı, gazete ve dergilere makaleleler, röportajlar hazırladı. Bir meseleyi –evet, sadece tek bir meseleyi- enine boyuna detaylandırmak için yazılmış binlerce sayfa; bant çözerek, harf dizerek tüketilmiş binlerce saat.

Her şeyin başka türlü yaşanabileceği, bir yazı adamının bambaşka tercihleri olabileceği benim aklıma gelmemişti. Ne tuhaf, Kızılkaya’nın da aklına gelmemiş. Radikal Kitap’ta Bir Dil Niye Kanar için onunla röportaj yapan Abidin Parıltı soruyor, Kızılkaya içini çekerek cevaplıyor:

Son soru, Türkiye’de Kürt sorunu olmasaydı, bugün ne yazmak, ne yapmak isterdiniz?
Aslında güzel bir soru ve ben bu soruyu bugüne kadar hiç düşünmedim.

Şu an düşünürseniz...
Sanırım Orhan Pamuk’un romanlarına benzer romanlar yazmak isterdim.”

Bir kuşağın ömrünün nasıl heba olduğunun hikayesi, yukarıdaki son cümlede saklı. Kızılkaya, hiç değilse, iyi kitaplar yazdı. Ya masanın başına bile oturamayanlar?

kürtçe ölüm anonsları



Muhsin Kızılkaya’nın İletişim Yayınları'ndan çıkan Bir Dil Niye Kanar'ını okuyorum. Bir yandan da “demokratik özerklik” üzerine bir haber yazmaya çalışıyorum. Görünen şu: BDP belediyelerinin her şeye ve herkese inat ilân ettiği “demokratik özerklik” muğlak ifadelerle dolu. Üzerinde uzlaşma zemini üretilebilecek somut itirazlar yok. Tam olarak –siyaseten tam olarak demek istiyorum- neyin talep edildiği net değil. Beri yandan Kızılkaya’nın, Kürtçe’nin Türkiye topraklarındaki eksikli, zahmetli ve hüzünlü serüveninin yaşayan insanlar üzerinden toparladığı anlatısı, hem siyaseten hem de kültürel olarak tam hedefini vuruyor. Kızılkaya siyasetçi değil ama neyi istediğini ve nelerin gerektiğini, her şeyin ötesinde, tıpkı Edip Cansever şiirine selam çakan kitabın ismindeki gibi bir dilin neden kanadığını anlıyorsunuz.

Bir küçük ve hazin örnek. Kızılkaya, Türkçe bilmeyen amcasının ricasını aktarıyor. Amcası, yeğeninin Başbakan Erdoğan’ın demokratik açılım çerçevesinde düzenlediği yazarlar toplantısına katıldığını öğrendikten sonra bu ricayı iletmiş. Dinleyelim:

“Bir daha böyle bir toplantıya katılır veya bir yerlerde Başbakan’la karşılaşırsan, şu ricamızı ilet, ne olursun. Eskiden bizim şehirde biri öldüğünde, şehrin bütün mahallelerinde aynı anda cami hoparlörlerinde adamın kimliği ilân edilir, hangi mahallede öldüğü söylenir, cenazesinin ne zaman, nerede kalkacağı Kürtçe olarak duyurulur, bizler de kalkar bir Fatiha okumak üzere cenazeye giderdik. Ama son yıllarda bu uygulama değişti. Şimdi Türkçe anonslar yapılıyor ve ölünün adı soyadı okunuyor. Biz birbirimizi soyadımızla değil, baba adlarımızla, kabilelerimizle biliriz. Şimdi yapılan anonslar biz bazılarına hiçbir şey ifade etmiyor. Ben duyuyorum ama anlamıyorum, kimin öldüğünü bilmiyorum, benim durumumda olan, Türkçe bilmeyen yüzlerce insan var. Rica et Başbakan’dan; ölülerimizin anonsları bundan sonra Kürtçe de yapılsın!”

Basit ve anlaşılır. Üzerinde kavram bina etmeye gerek kalmayacak kadar gerçek bir ihtiyaç.

Kızılkaya da zaten şöyle devam ediyor:

“Talebi görüyor musunuz? Türkçe bilmeyen Türkiye cumhuriyeti vatandaşı bir Kürt, bir devlet talep etmiyor, bir hükümet, bir parlamento, bir toprak parçası, bir eyalet talep etmiyor. Talep ettiği şey çok basit; ölülerinin ölüm haberini Kürtçe duyma! Duymak ve dudaklarında Allah’ın kelamı bir Fatiha’yla mezarlıklarına koşmak.”

Siyaset de bu dil ve taleplerle yapıldığında ancak, uzlaşma sağlanabilir. Diğerleri bir kenara, BDP’lilerin bile Kızılkaya’yı okumaya muhtaç olduğunu düşünüyorum.

beni türk diş hekimlerine emanet ediniz



Bence bugün gazetelerdeki en sevindirici haber, Fransız bilim adamlarının çürük dişe jelle tedavi geliştirdiğine ilişkin olandı. Paris’teki Ulusal Sağlık ve Tıbbi Araştırmalar Enstitüsü’nden uzmanlar MSH (melanosit uyarıcı hormon) içeren bir jel ya da mikrofilm kullanarak çürük dişe müdahale ettiklerinde, dişin içindeki hücrelerin kendini yenilediğini görmüşler. Dişçi koltuğunda fareler oturuyormuş şimdilik. İnsanlar için de geçerli olursa, artık dolgu yok demektir. Bu haberi keşke 20 yıl önce okusaydım.

Ama şimdi okuyunca, zamanında eski blogda yazdığım bir parça düştü aklıma. Günün anlam ve önemi üzerine ısıtıp servis ediyorum. Buyurun:

“Herkes dişçiden korkar. Ben çocukken daha da çok korkardık. Dişçinin (diş hekimi dememiz lazım aslında, kızıyorlar dişçi deyince) koltuğuna oturduğumda, tedavinin vermesi muhtemel acıdan değil, kullanılan aletlerin acımasız kesinliğinden işkillenirdim daha çok. Bütün o sivri ve keskin aletler hiç yanıltmazdı; ne yapmak için tasarlanmışsa tam olarak onu yapardı. Ama görünüş itibariyle bugün kullanılanlardan biraz daha kabalardı.

Bugün işler nispeten kısa ve acısız. Alet edevat da daha dostça görünüyor. Bazı koltuklarının üstüne, hasta seyretsin de acıya yoğunlaşmasın diye konulmuş televizyon veya bilgisayar ekranları bile bulunuyor. Belki kullanılan iğneler de daha etkilidir; diyeceğim o ki, eskisi kadar acıtmıyor (o ilkel korku baki tabii).

“Bunu da bulamayanlar var” edebiyatına girmek istemezdim ama elbette ve her zaman olduğu gibi bunu da bulamayanlar var. Zaman’da bir haber, her türlü tıbbi müdahaleye muhtaç Zanzibar ve Tanzanya’ya giden doktorların yaptıklarını anlatırken; ilginç bir ayrıntının da altını çiziyor. Türk diş hekimleri, Zanzibar’da ilk diş dolgusu tedavisini uygulayarak, ülkenin maalesef pek de uzun sayılmayacak tıp tarihine geçmiş bulunuyorlar. Ağrıyan dişin uyuşturularak çekilmediği ülkede, kendini Türk diş hekimlerine emanet eden kişi de Başbakan Shamsi Vuai Nahodha’nın validesi Maria Hanım.

Söylemeye gerek yok, adaletsiz bir dünyada yaşıyoruz. Dolgu yaptırıp tarihe geçmenin bile ancak başbakan analarına nasip olduğu ülkelerin de bulunduğu bir dünyada.”

rolling stone'u nasıl soydular?


Gerçekten iyi bir işti. Bizde şöyle bir dokunulup geçilmesi ne kötü. Rolling Stone’un Michael Hastings imzalı ve The Runaway General başlıklı makalesinden bahsediyorum. Geçen gün dergide çay içip muhabbet ederken Kaya (Genç), keşke birisi olduğu gibi Türkçe’ye çevirip yayımlasa, dedi. Herhalde kimse buna kalkışmaz, çünkü epey el alacak uzun bir metin. Vaktiniz varsa, okuyun derim.

Hastings’in yaptığı kıskanılacak bir iş. Makalesinin yayımlanmasının ardından, Obama yönetiminin Afganistan’a yaklaşımı hakkında atıp tutan (hem de öyle böyle değil) General Stanley A. McChrystal işinden oldu. General ve ekibi Hastings’i, hem Afganistan’da hem de NATO toplantısı sebebiyle bulundukları Paris’te günlerce misafir etmiş ve onunla muhabbet ederken, bir askerin basına söylemesinin hayal bile edilemeyeceği sözler sarf etmişti. Şöyle düşünün, Ergenekon kayıtları bu muhabbetin açıklığı karşısında solda sıfır kalır. Sonuç ortada. Obama hepsinin içini çekti. Freelancer gazeteci Hastings ve Rolling Stone ise popülerliklerinin doruklarında dolaşıyor.

Şimdi herkes Rolling Stone’u kıskanıyor. ABD’de kimse sadece ‘indie’ işlerle uğraştığı düşünülen ve genelde önemsenmeyen derginin, askeri sulara bu kadar rahatlıkla girip bu malzemeyi çıkartmasını beklemezdi. Ama oldu işte. Denemeden bilemezsin ki. Tabii bir de şu var: Askerlerle röportaja sadece Pentagon’un tanıdığı ve güvendiği gazeteciler gittiği için böyle skandal gelişmeler yaşanmıyor. Dünyanın her yerinde böyle bu; elbette Türkiye’de de farklı değil.

Ama makalenin kotarılmasının sonrasında, Amerikan medyasında Türkiye’de mümkün olmayan şeyler yaşandı. Skandalı başlatan mesele, Hastings’ten gelen makaleyi Rolling Stone’un hemen yayımlamayıp kendine göre bir programa yerleştirmesiydi. Ama makale, bir gece aniden, Time ve Politico’nun internet sayfalarında PDF formatında boy göstermeye başladı. Yani skandal ifşaatları kamuya duyuran Rolling Stone değildi. İşin tuhafı, bu yayınlarda derginin adı ağza bile alınmıyordu. Sanki bu makaleyi birileri kendi kendine hazırlamış, Time ile Politico da şak diye manşete çekmişti. Makalenin ellerine nasıl geçtiğini açıklamadılar.

Rolling Stone anında “bu düpedüz hırsızlık” diye bağırıp çağırmaya başladı. İçeriği çalanlar da meselede “milli çıkar” gördükleri için yayına koyduklarını söylediler. Ertesi gün Rolling Stone kendi sitesinde yayına başlayınca, Time ile Politico da PDF’i kaldırdı ve okurları içeriğin gerçek sahibine yönlendiren bir linkle yetindi. Zaten atı alıp Üsküdar’ı çoktan geçmişlerdi.

Sabah’ın bir atlatma haber hazırladığını, Hürriyet’in de Sabah’ı bile atlatıp haberi kendi işiymiş gibi yayımladığını düşünün. Memleket ayağa kalkar, birkaç tepe yönetici işinden olurdu herhalde. Neyse ki Türkiye’de buna daha sıra gelmedi.

Belki de gelmiştir.

afrika hariç değil




Japonya’dan Yuichi Komano, Gana’dan Asamoah Gyan. Biri bek, diğeri forvet ama ikisi de 3 numara. Formalarından gayrı bir ortak özellikleri daha var şimdi. Uluslarının yükü artık bu iki adamın omuzlarında. Rüyalarında o penaltı atışını yeniden yeniden kullanacaklar. Bu kâhır hiç bitmeyecek. 120’de topu direğe nişanladıktan sonra, ilk penaltı atışının başına cesaretle geçip gol yapan Gyan için bile bitmeyecek.

New York Times’dan Rob Hughes bu meseleyi Japonya – Paraguay penaltı atışlarından sonra yazmış, bir de Gana’ya -özellikle onlara- şans dilemişti: “Umalım ki hiçbir Ganalı halihazırda koca bir kıtayı sırtlanmışken, bir de penaltının baskısı ve acısıyla yüzleşmesin. Kader zaten yeterince adaletsiz, daha da bir şey eklemeye hiç gerek yok.

Yüzleştiler… Yapamadılar. Cemal Süreya "Afrika hariç değil" demişti. Bundan da hariç kalamadı.

PS: Kafcamus da blogunda, 2004’ten bir yazısıyla konunun tarihine girmiş. Okuyun, faydalanın derim.

bana ne okuduğunu söyle



Almanya dün yeni cumhurbaşkanını, Christian Wulff’u, artık salt çoğunluğun yeterli olduğu üçüncü turda seçti. Angela Merkel destekledi, zorladı, Wulff’un isminin etrafında ittifak kurulmasını istedi; ama kendi partilileri bile topyekûn destek vermedi. Türkiye medyasında muhtemelen bir daha adını bile duymayacağımız cumhurbaşkanının seçimi de gösteriyor ki, Hıristiyan Demokratlar’ın (CDU) büyük ortak olduğu koalisyon her an göçebilir.



Seçim başka bir işe yaradı. Bizde pek yapılmıyor ama Frankfurter Allgemeine, oylamalar öncesi adaylara favori kitaplarını sormuş, üzerine bir de analiz yapmış. Wulff’un yanıtı, Antoine de Saint-Exupery’nin Küçük Prens’i. CV’sinde Doğu Almanya kökenli insan hakları aktivisti yazan rakibi Joachim Gauck ise –ki kılpayı kaçırdı cumhurbaşkanlığını- Ernest Hemingway’den Çanlar Kimin İçin Çalıyor demiş.

Ama benim favorim sürpriz istifasıyla Almanya’yı seçime götüren eski Cumhurbaşkanı Horst Koehler’in tercihi. Koehler, Bohumil Hrabal’ı seçmiş. Hani şu mükemmel kitap Sıkı Kontrol Edilen Trenler'in Çek yazarı. Ama seçtiği kitap o değil, Türkçe’ye henüz çevrilmeyen bir başkası: I Served the King of England.

Üç yazar da Alman değil, garip.

Bizden tahminlerim: Tayyip Erdoğan Mehmet Akif Ersoy’dan Safahat derdi, Abdullah Gül Necip Fazıl Kısakürek’ten Çile, Kemal Kılıçdaroğlu Nazım Hikmet’ten Memleketimden İnsan Manzaraları. Hepsi de Türk, hepsi de şair… Öyle geldi niyeyse.

PS: Bu arada Frankfurter Allgemeine yazmak ne zevkliymiş. İnsanın tekrar tekrar yazası geliyor. Bir de Almanca bilseydim.

durun siz kardeşsiniz





Komşu komşunun külüne muhtaç ama İspanyollar dün komşularını çok üzdü. İki ulusun ertesi günkü gazetelerine göz atmak ne tuhaf. Futbol gerçekten de her şeyi siliyor. İspanyollar gülüyor, Portekizliler ağlıyor. Hem de manşetten.

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...