ecevit usulü tasfiye - davul kim tokmak kimde?



CHP yeni bir dönemece giriyor. Ya da şöyle söylemeli: Kemal Kılıçdaroğlu gerekli hamleleri yaparsa yeni bir dönemece girecek. Yoksa eski tas eski hamam. Partinin boyu bir santim bile uzamaz.

Parti, cumhuriyet tarihi boyunca bunun gibi çok virajı aldı. Tasfiye operasyonlarının, kelle almaların ve evet, genel başkan devirmelerin öyküsü ciltler doldurur. Aşağıdaki alıntı 1960'dan sonra CHP'ye giren, partinin en üst kademelerinde görev yapan ve katıldığı her toplantıyı kayda alma gibi bir alışkanlığı bulunan eski parlamenter ve devlet bakanı İsmail Hakkı Birler'in biyografisinden. CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit, partinin 3 Temmuz 1970'te düzenlenen 20. Olağan Kurultayı'nda konuşuyor. Kurultaydan önceki ortamı aktaralım: İsmet İnönü önderliğindeki CHP, 1969 genel seçimlerinden 1965'e göre oy kaybederek çıkmıştır; seçim kampanyası sırasında meydan meydan dolaşan Genel Sekreter Ecevit halkın gözdesidir ama onun yürüttüğü ortanın solu politikalarına özellikle de toprak reformuna karşı partinin statükocu merkezlerinde direnç birikmeye başlamıştır. Genelde Ecevit'i destekleyen İnönü de yavaş yavaş genç politikacıdan yüz çevirmeye başlamış Ankara'daki politbüroya teslim olmak üzeredir.

Sözü tekrar Ecevit'e verelim:

"1969 seçimlerinden sonra 'oy kaybından sonra Ecevit'in iniş dönemi başladı' dendi. Bir huruç harekâtı yapıp Ecevit'i iş başından bir an önce uzaklaştıralım havası esti. Kesin olarak şunu ifade etmek istiyorum ki, oy kaybına da uğrasak, belirlediğimiz seçim stratejisinden dönmemeye kararlıyım. Biz artık Türkiye’de olaylara bürokrat aydın açısından bakmıyoruz. CHP'de bakış açısı değişmiştir. CHP'nin devrimcilik görüşü değişmiştir. Şimdi devrimcilik sözünden altyapı devrimciliğini anlıyoruz. CHP'de kapalı politikadan açık politikaya geçilmiştir. Kadro değişikliği olmuştur. Bu kadro değişikliğini siz yapıyorsunuz, tükenenler kendi kendilerini tasfiye ediyorlar.
Aslında istenen şu, ben köy köy, kent kent dolaşacağım, davul benim boynumda olacak, genel merkezde de, tokmak elinde birtakım yöneticiler bulunacak. İstiyorlar ki, Ecevit davul olsun, eski saray politikası yaparak, Ankara'da oturup onlar çalsın. Ben bu şekilde genel sekreter olamam. Ben İnönü'ye rağmen genel sekreterlikte bulunmam, aklımı yitirmiş olmalıyım ki İnönü'ye rağmen genel sekreter olacağım, diyeyim. Olmam.
Atatürk ve Devrimcilik kitabımla huzurunuza çıkıyorum. Devrim yapmak isteyenler, halka gitsinler. Atatürk’ün saraydan çıkıp halka gittiği gibi. Kitle partisiyiz diye aracılar, tefeciler hakkında bir şey söyleyemeyecek miyiz? Bizim yaptığımız, Türk halkını sömürücülerden kurtarmaktır. Çember iç alanımıza da girdi. Bizi boğacak gibi oluyor. Teksas'taki petrol şirketi, İngiltere'deki boraks şirketi ve Kızıl Çin stratejileri CHP'yle uğraşıyor. Daralan çemberin içinden CHP'yi siz kurtaracaksınız. Benim gücüm yetmez buna.
Gezdiğim birçok köyde 'Burası toprak reformu bölgesidir', tabelalarının dikildiğini gördüm. 'Bu köyde toprak mücadelesi yapılıyor', şeklinde pankartlar okudum. Bunlara elbette devrimci eylemdir, diyeceğim."

İsmail Hakkı Birler - CHP ile geçen bir hayat. Hazırlayanlar:Şengün Kılıç Hristidis-Ersel Ergüz. İŞ Bankası Kültür Yayınları

sevinmek için sevmedik



Aradan epey zaman geçmiş. Şaka değil, kupayı en son 1954’te kaldırmışlar. Bu takımın, yani San Francisco Giants’ın şampiyonluk göremeden yaşayıp ölen taraftarları var. Yazık.

Beyzboldan anlamam; ama en az futbol kadar ciddi bir tutku olduğunu biliyorum. Bu yüzden geçtiğimiz Pazar günü World Series’da şampiyon olan Giants taraftarları adına onlar kadar sevindim. Takımı maçı kaybederken tribünleri terk edenler, televizyonunu kapatanlar, karşılığında bir kupa alamasalar da desteğe devam eden bu bahtsız taraftarları anlar mı? Hiç sanmıyorum.

Sevinmek için sevmedik, diyen bir tezahürat var ya, işte o, en çok bu arkadaşları anlatıyor. Doyasıya sevinsinler artık, haklarıdır.

Giants, 1957’de San Francisco’ya taşınana kadar New York şehrinin takımıydı. 1954 şampiyonluğu da orada kazanıldı.

nasıl görünmez olunur?



Önemli ayrıntılar gündemin hayhuyu içinde kaybolup gidiyor. Semin’in (Gümüşel) Newsweek Türkiye’nin son sayısındaki röportajının başına da aynısı gelsin istemem. Çünkü mesele, üzerinde bütün ülkenin hararetle tartışması gereken “gerçek” bir mesele.

Semin, Bilkent Üniversitesi’nden Dilek Cindoğlu’yla konuşmuş. 20 yıldır toplumsal cinsiyet eşitsizliği üzerine çalışan Cindoğlu, TESEV için yazdığı “Uzman Mesleklerde Başörtülü Kadınlar: 2010 Türkiyesi'nde Ayrımcılık Meselesine Yeniden Bakmak” raporunda, İstanbul, Ankara ve Konya’da görüşmeler yaparak ciddi bulgulara ulaşmış. Bunlar elbette röportaja da yansıyor ve iş hayatında kadınlara yönelik ayrımcılığın hiç tahmin edilmeyen noktalarda da yaygın olduğunu gösteriyor. Dilerseniz, röportajın tamamını dergiden okursunuz (ki mutlaka okuyun, derim), ben Cindoğlu’nun sözlerinin bir bölümünü yine de buraya alayım:

“Araştırma dini hassasiyetleri olan özel şirketlerde dahi başörtüsü yasağının dolaylı etkisinin olduğunu; bu yasağın, iş hayatının tamamına farklı derecelerde de olsa yayıldığını gösterdi. Bu, kadınların iş piyasalarında var olmasını doğrudan etkiliyor. Peruğunu takan, üniversiteye giriyor. Ama peruğunu takan her iş yerine giremiyor veya yükselemiyor. Bu, artık İslamcıların değil, kadınların meselesi. Kadınların iş hayatında az olduğu bir dünyada yaşamak, başörtüsüz kadınlar için de zor.

“Başörtülü kadınlardan geri planda kalmaları, hatta görüşmecilerin defalarca tekrar ettiği gibi ‘görünmez’ olmaları beklenebiliyor. Bence araştırmanın en vurucu sonucu şu, insanlar bağnaz, tutucu veya tümü laik olduğu için değil, şirketler rantabl iş yapabilmek için başörtülü insan çalıştırmak istemiyor. Bu yasak hukukla başlıyor, iktisatla pekişiyor.”

Hep İslamcı bir sosla sunuluyor; ama bence mesele başından beri, öncelikle kadınların meselesi. Başörtülü kadınlar, üniversite kapısında da iş hayatında da, aynı görüşü savundukları erkeklerin arkasında kalıyorlar. Üniversitede hadi kanunlar izin vermiyor diyelim; peki çalıştıkları yerlerde onlardan yine de “görünmez” olmalarını isteyen ‘İslamcı’ erkeklere ne demeli? Riyakâr kelimesinin sözlükte güzel bir karşılığı var.

Resim Magritte'in

gelecekten gelen kadın

İşte neşeli bir haber… Zamanda yolculuk mümkün ve biz de buna şahit olabiliriz! Charlie Chaplin’in 1928 tarihli The Circus filmini dikkatle izlersek tabii. Bugünlerde Youtube’da ve diğer video platformlarında, Chaplin’in filminin bir sahnesinde sokaktan geçen bir kadının gelecekten gelmiş olabileceği konuşuluyor. Çünkü epey garip görünümlü bu kadın (garip dediysem, bakışları, giyinişi falan garip; yoksa öyle 500 yıl sonrasından gelmiş bir hali yok) o sahnede kulağına götürdüğü bir cep telefonuyla beliriyor. Bizi şimdi kendilerine mahkum eden cep telefonlarının Şarlo zamanında var olmadığını söylemeye gerek var mı?

Kadının tuttuğu o “şey” cep telefonu olmayabilir elbette; belki elini sadece saçına götürmüştür, ne bileyim. Muhtemelen de öyle yapmıştır; zararı yok. Ama Belfast’tan genç sinemacı George Clarke’ın video analizi gerçekten seyre değer. İnanmıyorsanız; videoyu bugüne dek izleyen 1,5 milyonu aşkın kişiye sorun.

Hem benim derdim başka. Bir meseleyi alıp suyunu çıkarana kadar tartışan, üzerine yazılar yazan, videolar kurgulayan insanları seviyorum. Muhtemelen sadece kendi reklamını yapıyor olsa da, George Clarke da, belli ki, öyle hevesli biri.

Eyvallah George; sevdim seni. Buyurun siz de sevin:

marslılar'ın amerika'ya saldırdığı gün




Beklenen oldu; ABD ara seçimlerinde Cumhuriyetçiler, Demokratlar’ı silip süpürdü. Temsilciler Meclisi çoğunluğunu aldılar ve en az on yeni vali çıkardılar. Senato’da ise Demokratlar ucu ucuna tutunmuş görünüyor. Sonuca yol açan bir sürü faktör var; ikisini yazayım. İlkin şu: Sandığa gidenlerin yüzde 23’ünü oluşturan 65 yaş üstü muhafazakâr seçmen, ülkelerinin (ve kendilerinin) sahip olduğunu düşündükleri ayrıcalıkları muhafaza etmeyi seçti ve yeni nesillere bencil, şımarık ve kaprisli bir ülke hediye etti. Sosyal adalet diye bir kavrama inanmadıklarını açıkça ilân ettiler. Bir de tabii Tea Party hadisesi var, çoğunluğu Beyaz ve Protestan bu çay particileri, ırkçılıklarını ve dünyanın geriye kalanına dair umursamazlıklarını ekonominin kötü gittiğine dair teorilerinin arkasına gizleyerek avaz avaz, çılgın bir parti düzenlediler. İç basında, dış basında, televizyonda, radyoda, internette, meydanlarda, konser salonlarında, kısacası her yerdeydiler. Gürültüleri herkesin sesini bastırdı.

Bu particilerin fotoğraflarına, fotoğraflardaki yüzlerine bakınca aklıma tek bir şey geliyor. Hani Amerikan ırkçılığı filmlerinin o en can alıcı sahnesinde, tam da Ku Klux Klancılar maskelerini çıkarttığında, kasabanın şerifinin, şerifin karısının, iş adamının ve ne kadar ileri gelen varsa neredeyse hepsinin o semiz, müsamahasız ve zevkten çarpılmış yüzlerini görürüz ya… İşte o… Boşuna “it’s the economy, stupid” diye bağırmasınlar yani.





Bu seçmen, sonuçlardan da anlaşılıyor işte, kendisinden başka hiç kimseyi umursamıyor. Dünyanın sadece ve sadece kendi etrafında döndüğünü sanıyor ve bu kadar kalabalık, güçlü ve enerjik olmasına rağmen, yabancı gördüğü her şeyden korkuyor. Western filmlerinde “Yabancıları burada sevmezler” demelerinin nedeni de bu zaten. Basitçe, korkuyorlar….

Yeni bir şeyden bahsetmiyorum yani. Mesele hep bu minvaldeydi. 72 yıl önce bugünlerde, ABD’de yaşanan bir olay fikir verecektir sanırım. İngiliz gazetesi Guardian’ın o tarihte yazdığı haberden aktarıyorum:

31 Ekim 1938’de, H. G.Wells’in 19. yüzyıl sonunda yazdığı Dünyalar Savaşı isimli eseri, ulusal bir radyoda, “radyo draması” olarak yayımlandı. Eseri hazırlayan ve sunan Orson Welles’ti. Doğrusu, ünlü oyuncu işini gerçekten iyi yapmıştı. Program bir dans şarkısıyla başladı; ama şarkı bitmeden Princeton Üniversitesi’nden astronomların Mars’ın yüzeyinde birtakım hareketler gördüğüne dair bir son dakika haberi girildi. Sonra da New Jersey’e bir meteorun çarptığı rapor edildi. Nihayet meteorun yarıldığı, içinden Marslılar’ın çıktığı ve New York’u ele geçirmek üzere ilerlediklerine dair haberler geldi.

Bütün yayın sırasında her şeyin bir kurgu olduğu ısrarla vurgulanıyordu.

Ama… İnsanlar bunun gerçekliği konusunda hemfikir olmuştu bir kere. Polise ve radyoya telefonlar yağdı. New Jerseyliler'in bir kısmı zehirli gazlardan korunmak için yüzlerini ıslak havlularla kapladı; bazı şehir sakinleri de alabildikleri değerli eşyalarını yanlarına alarak evlerinden kaçtı. Şehrin her yerinden gaz saldırısı haberleri geliyordu; hastaneler “şok” tedavisi gören insanlarla doldu taştı. Marslılar’ın işgâline şahit olduğunu söyleyen insanlar polise ihbarda bulunuyorlardı. Kiliseler doldu.

Birçok insan o an dünyanın sonunun geldiğini düşünüyordu.

Bütün bunların sebebi dramatik açıdan epey başarılı bir radyo tiyatrosuydu sadece. Üstelik dediğim gibi, her şeyin kurgu olduğu ısrarla vurgulanıyordu. Ama insanların, hele de Amerikalılar’ın korkmak için gerçek bir sebebe ihtiyacı yok. Tea Party işte tam da bunun temsili ve artık iktidarı paylaşıyor.

vuslat ne zaman?




Bono'ymuş, Bon Jovi'ymiş falan umrumda değil; illa kıçının kılı ağarmış biri gelecekse pek sayın Al Pacino gelsin (Malum, bizim ona gitmemiz çok pahalıya patlıyor.)

Venedik Taciri'ni bu defa almış Broadway'e götürmüş Pacino; yani dünya üzerinde Shylock'u bu muhteremin yorumuyla canlı canlı seyredebilen birtakım şanslı insanlar var.

70'ini henüz devirmiş. Şevkle oynamaya devam ediyor. Oyun sebebiyle verdiği bir röportajdan tadımlık bir bölüm aktaralım da, tam olsun: "Kuliste birisi Prospero'yu da oynayıp oynamayacağımı sordu. 'Hayır,' dedim. 'Sanırım Romeo'yu deneyeceğim; yaşlı adamları siz oynayın."

Bizim vuslat ne zaman belli değil; ama işte o şanslı seyircilerden biri, dayanamamış bir de video klip yapmış, buyurun:

türkiye'den sevgilerle



Ağır haftaydı, geride kaldı; meyvesi bugün gazete-dergi standlarında. Tabii (şimdilik kısmen) internet üzerinde bir de. Mesele şu: İngiliz gizli servisi SIS (daha çok kabul gören adıyla MI6), arşivlerine bir askeri tarihçiyi, İrlandalı Keith Jeffery’i, davet etti ve teşkilâtın ilk kırk yılına (1909-1949) dair belgelerin tümünü incelemesi için önüne serdi; Jeffery de yıllarca çalışarak, neredeyse sonsuz gibi görünen bunca dokümandan bir kitap üretti. MI6’in Gizli Tarihi – Secret History of MI6, bir haber alma örgütünün nasıl kurulduğuna, nasıl çalıştığına ve dünyanın dört bir yanında nasıl operasyon yaptığına dair kapsamlı bir fikir veriyor. Dünyanın her tarafı derken, Türkiye de bundan payını alıyor elbette. Kitabı okuduğunuzda, Türkiye’nin İngiliz istihbaratının en gözde ülkelerinden biri olduğunu anlıyorsunuz. En azından birinci ve ikinci dünya savaşlarında… İlgili belgelerde, Milli Mücadele yıllarına, Mustafa Kemal’in Bolşevikler’le olan ilişkilerine, Nazi istihbarat örgütü Abwehr’in Ankara’daki faaliyetlerine dair epey bir malzeme var. Şüphesiz Soğuk Savaş günlerinde de epey bir macera dönmüştür ama şimdilik bilmiyoruz tabii.



Her neyse, dileyen ayrıntıları dergide okur da, yığınla bilgiyi aldığımız kaynağın yine ve ille de dışarıda olması insanı biraz hayal kırıklığına uğratıyor. Elin istihbarat örgütü, arşivlerini (kısmen de olsa) açıyor, ama buradaki tarihçiler Türkiye Cumhuriyeti’ne dair hiçbir belgeyi cumhuriyetin kendi arşivlerinde arayamıyor. Belge olmayınca herkes laf kalabalığı üretiyor; şöyle olmuştur, böyle olmuştur falan… Sonuçta hepimiz o malum toplum sözleşmesine biat ederek bir devlet çatısı altında yaşıyoruz; devlet de durmuyor tabii, her şeyin kaydını tutuyor. Eh, arada bir o kayıtları bize de gösterse, hiç fena olmaz hani. Hangi sözleşme bu denli tek taraflı ki?

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...