her şeyi yeniden inşa edeceğiz


Biz burada Yılmaz Özdilgiller'e maruz kalıyoruz. Acısı taze Norveç, onca kan ve gözyaşına rağmen başka bir hayatı yaşıyor. Başbakan'ı ilk cümlesine "biz küçük ve gururlu bir ülkeyiz" diye başlıyor. Tour de France koşan bisikletçisi, daha teri kurumadan aynı sözü tekrarlıyor. Camideki imamı hemen anma seremonisine girişiyor. Bulvar gazetesinin başyazarı da işte şu aşağıdaki makaleyi kaleme alıyor. Dagbladet'ten Lars Halle'nin yazdıklarıdır:

Bu inanılmaz günü hiç bir zaman zihinlerimizden silmeyeceğiz. Öncelikle ölülerimizin yasını tutacağız. Bu büyük acıyı gelecek nesillere de taşıyıp, hep hafızalarımızda koruyacağız...
Yıkılan kamu binalarını (Oslo’nun Bakanlıklar mevkii) yeniden inşa edeceğiz..
Norveç yine –aynı eskisi gibi- liberal ve güvenilir bir ülke olacak... Norveç’te sırf bu yaşananlardan dolayı 'kısıtlamalar', 'sayısı arttırılan silahlı kolluk kuvvetleri' ve 'insanların hayatına daha fazla baskı ve müdahale' olmayacak! Eşitlik ve hürriyetin hüküm sürdüğü bir Norveç istiyoruz.
Terör ve katliama asla anlayış gösterilemez. Bu korkunç eylemi gerçekleştirenleri anlamamız, anlayış göstermemiz mümkün değil!
Şimdi biz korkunun esiri olmayalım; tıpkı ABD’nin 9/11’de olduğu gibi... Ve tabi İngiltere’nin ya da İspanya’nın...


Çeviri: M. Bacanakgil

tavşanlar nerede



Norveç katliamından sonra Avrupa'daki nefret tüccarları korkuyla köşelerine çekildi. Bu korkunç adamlar (adam diyorum çünkü çok az kadın var içlerinde) hep böyleler; meydanı boş bulduklarında esip gürlüyorlar ama tehlikeyi sezdiklerinde tavşan gibi siniyorlar. Kayboluyorlar.

Bir numaralı tavşan, Hollandalı Geert Wilders elbette. Ortalarda yok. Ama ülkenin akil yayınları onu boy göstermeye zorluyor. Daha çok gençlere hitap eden entelektüel gazete nrcnext (radikal'in ideal versiyonu olarak bakabilirsiniz), dün Wilders'e "top şimdi sende" diye seslendi bile. Top dediği de bildiğin bomba. Norveç formalı katil zanlısı Anders Breivik'in ayaklarından kaleci rolündeki Wilders'e geliyor. nrcnext'in ön sayfaları genelde güzeldir ama bu defa cesur da.

Bakalım Wilders o kadar cesur olacak mı?

en fena çığlık



Norveç'teki katliam haftalık dergilerin kör gününe (Cuma) gelince, hafta boyu hazırlanan kapak haberleri tümden yattı. Rafta duran dergisine bakıp iç geçirmeyen yayın yönetmeni yoktur şimdi. Biraz zalimce gelebilir belki; ama gazeteci buna bile hayıflanan kişidir. Herhalde bu yüzden zaman geçtikçe biraz duyarsızlaşır. Bazıları da arsızlaşır. Örnekler ortada.

Her neyse, İngiliz Sunday Times, haftalık dergilerin boş geçtiği meselenin görselini aramak için çok uzağa gitmedi. Yayımladığı karikatür katliamın 5N 1K'sını tek başına taşıyabiliyordu. Edvard Munch'ün Çığlık'ına 'korkunç' bir ekleme...

Bu dokunuşla tartışma başladı; karikatürü zalimce bulanlar var. Sunday Times'ın katliamın içini boşalttığını dahi yazıyorlar.

Herkes bunca hassasken böyle bir karikatür çizilir mi? Hayır diyenler muhakkak mevcuttur; ama benim oyum yine de evet'ten yana. Yerinde bir yorum diye düşünüyorum. Duyarsızlaşmadığımı umarak...

yeni başlayanlar için türkiye'de taciz

Bizim medyadan bir taciz hikâyesi. Mağduru yakın arkadaşım ve yıllardır cebelleşmek zorunda kaldığı bu hikâyeyi artık herkes duysun istiyor. Bir süredir paslanan blog, bu günlerde yeniden canlanacaktı aslında ama kısmet misafireymiş. Yazısı bir süre buralarda kalacak. Daha fazla uzatmadan, sözü arkadaşıma bırakıyorum. Hukukun sizi neden ne kadar koruduğunu siz de görün:

***


Stalker: Kafayı birine takıp o kimseyi takip eden sapık (tureng)
Türkçe karşılığı: Yok! (Takipçi diyelim…)

Olay uzun detaylar fazla. Bundan yaklaşık beş yıl önce iş yerinde bir kadının masasına bırakılan abuk sabuk mektuplar ve hediyelerle başladı her şey. Önce bir eşek şakası sandı. İşin suyu çıkmaya başladığı andan itibaren yan derginin yazı işleri müdüründen geldiği anlaşıldı. İş insan kaynaklarına şikayete, ihtara ve hatta savunmalara kadar vardı. Adam ısrarla kadının da onu tanıdığını ve onu sevdiğini -arkadaşları dahil tanıdığı herkese olduğu gibi – insan kaynaklarına da anlatıyordu. Neyse ki delillerin aşikarlığı üçüncü uyarının ardından (ki bu neredeyse on yıldır çalıştığı şirketten tazminatsız kovulma demekti) işten çıkarıldı. Ancak bu esnada takipçi, kadının telefon numarasını çoktan edinmiş üstelik takip ederek oturduğu semti bile bulmuştu…

Aradan bir iki yıl geçti telefonlar susmadı. Saçma sapan bazen hiçbir anlamı olmayan cümleler sapıklık boyutuna varan mesajlar canına yetince savcılığın kapısına dayandı… Çok emindi derhal soruşturma açılacak durum anlaşılacaktı. “ilgileneceklerdi” Peki ya bu arada sapık kadını bulsa ? Yapacak bir şey yoktu. Zira kanunlar böyle diyordu ! Evet ilgilendiler. Yaklaşık bir yıl sonra açıldı dava. Dava açılana kadar bahsi geçen sapığın annesi babası bulundu. Annesi o sıralar hazırlık içindeydi İstanbul’a gelecek oğlunun beğendiği kızı isteyecekti. Anneye durum izah edilmeye çalışıldı. Oğlunun hasta, kadınınsa zaten evli olduğu ve onunla değil sevgili arkadaş bile olmadıkları anlatılmaya çalışıldı.. Anne ne kadar anladı meçhul. Baba “Ne yaparsanız yapın ben uğraşamıyorum” diye feryat figan…

Kadının kocası isyanlarda. Kadınınsa onu sakinleştirme derdinde “bak savcılık mahkeme hepsi çözülecek” Neyle? Kanunla mı?

Bu arada takipçi işi ilerletir mesajlar kocaya tehditler.. Hiçbir şekilde anlamamaktadır. Ona göre kadın da onu seviyordur ama saklıyordur. Yaklaşık bir yıl sonra mahkeme günü gelir. O sıralarda kirasını ödeyemediği için evinden atılıp sokaklarda yaşayan takipçi bulunamamıştır. Oysa işi iş yerinin kapısına kadar gelmeye kadar dayandırmıştır ve polislere teslim edilmiştir defalarca. Kadın iş yerinin güvenliğiyle eve bırakılır.

İkinci mahkeme.. Takipçi yine bulunamaz. Durumun ciddiyeti hala anlaşılmamış hala kadın yarım ağız sorgulanmaktadır kapıda şahit olarak kocası beklerken “arkadaş mıydınız ?” Hayır hiç olmamışlardı ya neyi değiştirirdi bu bilemedi kadın… Bir eylem mi gerekliydi yakalanması için ?

üçüncü mahkeme… Takipçi kapıda. Hakim sorularına bir tane bile mantıklı cevap alamaz.
hakim “evli bu kadın”
takipçi “ben gazeteciyim”
hakim “evli bu kadın seni sevmiyor derdin ne?”
takipçi “inanmıyorum”
hakim “al bak kimlik kayıtları. Bana da mı inanmıyorsun!”
takipçi “hmm”
hakim “inandın mı?”
takipçi ….
hakim “inandın mı?”
takipçi….
hakim “adam bir şey söyle”

üçüncüde takipçi inandığını yarım ağız söyler hakim cevabını almıştır. Ertelenmek suretiyle iki ay hapis cezası verilir. Takipçi önden yollanır. Beş dakika kadın sakinleştirmeye çalışılır. Cezanın caydırıcılığı vardır. Şimdi hapse girse bile çıkınca yine peşine düşecektir. Hakim adamın akli dengesinin yerinde olmadığını elindeki 50 sayfalık mesaj dökümüyle de anlamıştır ama verilecek en iyi karar budur. Kadın yarım ikna olmuş şekilde kapıdan çıkar. Takipçi onu bekliyordur. Gerisin geri girer mahkeme salonuna “buyurun caydırıcılığı görün adam kapıda.” Duruşmanın başından beri ağzı açık anlatılanları dinleyen mübaşir eşlik etmeyi teklif eder kadın apar topar taksiye bindirilir..

Gerçekten caydırıcı olmuştur karar. Yaklaşık bir ay kadar… Takipçi yeniden mesaj atmaya başlar…

Bahsi geçen “kadın” yerine “ben” koyabilecek o kadar çok insan var ki… Bu sadece tanımadıklardan değil eski sevgililerden eski eşlerden geldiği zaman da hiçbir şey değişmiyor. Şirketin güvenlik müdürü binada bunu yaşayan iki kadın daha olduğunu anlatıyor. İki kadında medyada tanınan isimler. Böyle onlarcası yüzlercesi var medyatiği sıradanı onlarca kadın peşindeki potansiyel sapıkla yaşmaya çalışıyor. Bir kısmı bir ümit mahkeme koridorlarında. Savcının sorduğu soru aynı “sana bir şey yaptı mı? yapmadıysa bir şey çıkmaz”

Sonuç? Sonuç yok. Çünkü kanun yok. Önce göz süzdünüz mü dekolte giydiniz mi ona bakılıyor… Size ve sevdiklerinize hayatı zindan eden bir psikopat elini kolunu sallaya sallaya dolaşıyor yeri yurdu belliyken bile bulunamıyor.

Takipçi yasasının bir an önce çıkması gerekiyor derken, birileri dekolte giyersen tecavüze uğrarsın diye demeçler veriyor. Kim koruyor bizi? Ve neden sessiz kalıyoruz hala!!!

DEVAMI…

İkinci şikayet haziranda yapılır savcılık kağıdı temmuzda gelir dava ŞUBAT ayında ya ŞUBAT!

Bu kadar ucuz işte yaşamak!

her zaman başka bir açı vardır


Her zaman başka bir açı vardır. Tıpkı bu fotoğraftaki gibi. Ama Tiannanmen Meydanı'ndaki adamın duruşu hiçbir fotoğrafta değişmez. O orada durduğu için hepimiz kaçabiliyoruz. Çin veya Türkiye, fark etmiyor.

sistemi kullanıyorsun!


Adı James Richard Verone, yaşı 59, cüzdanı boş… ABD’nin taşrasında, Gastonia denen ufacık bir kasabada yaşıyor. 17 yıl Coca Cola’da, atılınca da orada burada çalışmış. Olduramamış. Sırtı dayanılmaz ağrıyor, sol ayağı aksıyor, üstüne bir de romatizma... Tedaviye para yok. Ülkesinin sosyal sistemi, üç yıl sonra gel, aylığa ancak o zaman hak kazanacaksın, demiş. Göğsünde de bir yumru büyüyünce (gerçek bir yumru yani) artık dayanamamış…

Geçen hafta oturup bir plan çatmış… Evdeki mobilyayı satmış, son kirasını ödemiş, dışarı çıkmış ve yolunun üstündeki ilk bankaya girmiş.

Veznedarın eline tutuşturduğu notta “bu silahsız bir soygundur, bana lütfen sadece bir dolar verin ve polisi arayın” yazıyormuş.

Kibar adam Verone… Polisle nezaretle falan ilk mesaisi. Şimdi hapiste, davasının görülmesini bekliyor ve hâlâ insanlara verdiği rahatsızlığa üzülüyor. Başka çarem yoktu, dayanılmaz acılar içindeydim, diyor.

“Hapishane ortamına dayanamadığım için, akşam yemeklerine katılmıyorum; hücremde oturuyorum, dört saat sürüyor çünkü yemek” diyor. “Kardeşlerim var ama onlara yük olmak istemiyorum” da diyor. “62 yaşıma erişince, hak ettiğim parayla bir sahil otelinde oda tutmak, orada yaşamak istiyorum.”

Esas istediği bedava sağlık hizmeti. Hapishanede tedavisine başlamışlar. Ama doktoruna fena bozulmuş. “Sistemi kullanıyorsun” diye kızarmış ona doktor meğer ki.

Sayısız benzeri gibi, öyle bir hikâye işte. Esas üçüncü dünya birinci dünyanın içinde; kapitalizm insanı rezil ediyor vs. demeyeceğim. Bunları hep biliyoruz zaten.

Ama şu “sistemi kullanıyorsun” diyen doktor! Verone’un üç yıllık özgürlüğünü toka etmek zorunda kaldığı sistemin içinde bu denli aşağıya ineni hiç görmemiştim.

Verone’un hikayesine şu yerel gazeteden ulaşabilirsiniz.

Aşağıda da ilgili video:


economist erdoğan'dan korkuyor mu?


Bir AKP’li Economist’te o çok gürültü koparan yazının sadece ilk iki paragrafını okusa, yüzünde güller açardı. Yahu biz derdimizi bugüne kadar böyle güzel anlatamadık, dur bir not alayım, diye düşünürdü muhtemelen.

Sonrasını okuyunca iş değişiyor tabii. “Elin ağzı torba değil, büzemezsin” lafının cuk oturduğu az an vardır. Bu yazı işte onlardan biri.

Economist’i Türkiye için, çoğu da buralı gazeteciler tarafından yazılan makalelerden takip edenler şaşırıyor tabii. Bir dergi nasıl olur da (nasıl bir hesap güderek, hangi çetelere hizmet ederek) böyle keskin yazar, diye soruluyor.

Düzenli okusalardı şunu da sorarlar mıydı: Bu nasıl bir dergi ki, bütün bir aleme nizam veriyor; asıyor, kesiyor, kendi politik hesaplarına göre bütün dünyada seçim sandığı kuruyor?

İki paragraf övdükten sonra, Erdoğan’a ne demişler ki? Fazla otoriter… O kadar. Belki bizim başbakandan korkuyorlardır, çünkü fazla laf sokmamışlar. Daha bu hafta, Berlusconi’yi kapağa taşıdı aynı dergi, hadi lisan-ı münasiple söyleyelim, “koca bir ülkeyi beceren adam” diye başlık attılar kapak haberine.

Yunanistan’da, İrlanda’da ekonomiler art arda çökerken Alman Başbakanı Merkel’i hedef tahtasına oturtmuşlardı. Kadının ne hesap bilmezliği kaldı, ne kifayetsizliği. AB’nin bütün yenilgilerinin sorumlusu olarak onu gösterdiler.

Çete ya bunlar, Obama’ya da kafa tutuyorlar. Misal yine bu hafta, Amerikan muhafazakârlarına yol gösteriyorlar, şu şu politikaları güderseniz, Obama’yı sandığa gömersiniz, diyorlar. Portekiz’in yeni başbakanıyla, vaatleri güzel de, ucuz laflar bunlar, diyerek dalga geçiyorlar. İsrail’in savaşçı başbakanı Netenyahu halkının ilgisini saptırmaya bayılıyor, diye söyleniyorlar.

Bu sayıda İsveç ekonomisini çok övmüşler, belki de oraya çalışıyorlardır. İsteyen bu yargıya da varabilir tabii. Ama sonuçta kendi ülkelerinin (İngiltere) yöneticileri dahil, herkese bir lafları var. İyi dersiniz, kötü dersiniz, ama derginin kimliği bu.

“Economist bir seçim önce de AKP’yi destekliyordu, şimdi işler değişti, başka bir dizayn mı çatılıyor yoksa” tartışmasını bir kalem geçelim yani. O tartışmayı yapanlar siyaseten kumda oynamaya mahkum. Boyu geçen sularda şöyle bir soru var: Bir gazete, bir dergi, adı ister Economist, ister ne bileyim Helsingin Sanomat olsun (ki onlar da fena giydirmiş geçen), istediğini yazamaz mı?

Yazar elbet. Taraf da tutar, taraf da değiştirir isterse... Yeter ki açık açık yapsın. Türkiye’de adet olduğu üzere, ima ederek değil.

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...