hunlar


Birkaç hafta öncesinden bir anı...

D&R'da kitap karıştırıyorum. Üzerinde "Tarih" yazan rafların önünde iki delikanlı konuşuyor, benimkisi zoraki kulak misafirliği:

- Abi, ben hiç kitap okumam. Uyduruk uyduruk şeyler hepsi.
- Ben de en son ortaokulda okumuştum, ne gerek var, boşver.
- Abi, okumak istesem ne olacak. Doğru dürüst bir şey anlatmıyorlar. Boşu boşuna vakit mi harcayayım?
- Tabii abi, hiç işe yarar bir şey yok, olsa okurdum zaten. Mesela şu kitap...

(Eline yaklaşık bin sayfalık bir kitap alıyor, ismi 'Hunlar')

- Bak işte bunu okurdum işte, ne güzel, atalarımızı anlatıyor, belli abi, güzel bu. Böyle şeyler anlatsınlar işte.
- Bunu ben de okurdum, Hunlar... Hunlar'ı okurdum abi.
  
Sonra kitabı yerine koyup uzaklaşıyorlar.

Peki. 

Graffiti Valencia sokaklarından...

iptila


Burada çokça dergilerden bahsediyorum. Kapaklar yayımlıyorum, alıntılar yapıyorum. Ukalalık ettiğim oluyor, farkındayım. El verirse daha da edeceğim, kusura bakmayın. Billahi sevdiğimden...

Her şeyin bir sebebi var. Benimkilerden birini yukarıda gördüğünüz Serhat Gürpınar illüstrasyonu anlatıyor. Dergicilik virüsünün kanıma karıştığı canımın içi Aktüel geçen hafta 20 yaşına bastı. Özel sayı hazırlandı; röportajlar, yazılar, efsane kapaklar vs... Serhat’ın (ki kendisi dergiye en çok hakkı geçen üç beş isimden biridir) çizimi başka bir şeyi tarif ediyor ama: Derginin mahremini.

İşlerin gevşediği, temponun düştüğü anlar sıktır; ama mesaisi de uzundur dergilerin. “Karımı/kocamı bu kadar görmüyorum” esprisi yapılmaz bile. Geceler illa ki sabaha döner; ulaştırmayla kavga edilir; yağlı yemek paketleri çöpleri, içtiğiniz kahve kuyuları doldurur; sigara sayısı moral bozar. Ama bitmeyen dergi yoktur. Siz bitersiniz.

Aktüel işte 20 yıldır düşe kalka bu rutinle yürüyor. Basınımıza çok isim verdi, vermeye devam edecek. Hatası günahı da çoktur ama ona karşı objektif davranamam. Sonuçta, evet, klişe tabirle orası bir okuldu ve mezunlar listesinde benim de adım var. Kaçla geçtiğimi bilemem ama bu beni gururlandırıyor. 2004 Eylül’ünden 2007 Aralık’ına kadar orada iyi kötü haber yaptım, karşılığında maaş aldım ve bugünkü hayatıma eşlik eden dostlarımın çoğuyla tanıştım.

Burası önemli... İnsan böyle anlarda duygusallaşıyor ama bordrosunda olduğunuz ve kaderinizin aslında büyük patronun iki dudağı arasına sıkıştığı kurumlar için bu kadar coşkuya gerek yok. Mesele şu: Aktüel’ün de altında olduğu çatıda bize iyi bakıldı diyemem ama biz, orada çalışanlar, birbirimize iyi baktık. Oraya okul demek yetmez; birbirimizin ailesi de olduk. Halen de öyledir.

Başka çare var mıydı ki? Tecrübeyle sabit, Türkiye basınında dergiler hep üvey evlat muamelesi görür; ne patron yaptığınız işten tatmin olur, ne okur sevgiyle bağrına basar. Gazete ve televizyonlarda çalışan meslektaşlarınız (yolları dergiden geçmiş olsa ve hatta sonra yine dergilere dönseler bile) yaptığınız işi kullanır ve kaynağı görmezden gelirler. Dergilerde çalışmak bu sevimsiz ve tüketen baskıyı da göğüslemek demektir.

Aktüel’den yirmi yılda çok stajyer, muhabir, editör, genel yayın yönetmeni geçti; derginin kendisi de, güzelim yayınları boğan işte bu kasvetli basın yaşayışının içinden yirmi yıldır geçiyor. Yine sabahlara kadar dergi yapılıyor. Yine kahve yine sigara... Yirmi yıldır birikiyor emek. Hikâye devam ediyor.

Oradaki arkadaşlarıma selam ederim. Özel sayının derdi bol olur, ellerine sağlık. Yirminci yaşı da yakıştı dergiye. Bundan sonraki 20 yılında, dergilerin el üstünde tutulduğu bir ortamda yaşayacağını umalım Aktüel’in.

Dergiler güzeldir ne de olsa. İptiladır... Müptelalara selam.



zoraki başbakanın gerçeküstü hikâyesi



Bu öykü filme çekilirse seyircileri ikna etmekte zorluk çekecek. Ama gerçek…

New York Times’ın haberinin açılış paragrafıyla başlayayım:

Muhammed Abdullah Muhammed, New York Eyaleti Ulaştırma Departmanı’ndaki küçük bölmesinde, izindeyken neler yaptığını anlatıyor: Federal hükümetin bütçesini budadım. Ordunun maaşlarını düzenli ödedim. Yolsuzluğa savaş açtım. Suikastten kurtuldum.

Gerçeküstü bir öykü… Muhammed Abdullah, 49 yaşında. Dosyalar, davalar, dilekçelerle uğraştığı işinden başını bir ara kaldırınca, memleketi Somali’ye dönüp sekiz ay başbakanlık yaptı. Hem de hiç hesapta yokken.

İşin masalsı kısmı şöyle: Birleşmiş Milletler Genel Kurulu New York’ta toplandığında, Abdullah Muhammed, arkadaşlarının aracılığıyla Somali Başkanı Şeyh Şerif Ahmet’le görüştü ve ona iktidardaki fraksiyonları işbirliğine nasıl zorlayabileceği yönündeki görüşlerini aktardı. Bunları anlatırken, aklında görev bölgesi Erin Country’de edindiği tecrübelerden başka bir şey yoktu.

Sonra… Sonra Başkan bu görüşleri beğendi ve onu göreve çağırdı. Somali başbakanlığına. Abdullah Muhammed işi riskli buldu ama kabul etti.

Sonra işe başladı… “Her akşam karımı arıyordum; arıyordum ki hâlâ hayatta olduğumu bilsin.” Korkuları yersiz değildi; sözgelimi atadığı içişleri bakanını suikast düzenleyerek öldürmüşlerdi.

Başarılı oldu mu? New York Times’a görüş veren uzmanlar hiçbir şey beceremediğini söylüyor. Somali aynı Somali. Yolsuzluk, şiddet, çıkar çatışmaları… Ama halkın kalbini kazanmıştı.

Ve nihayet geri döndü.

Yanındaki bölmede çalışan Janine Shepherd, “başbakanlığa seçilmesi bizim için sürpriz oldu” diyor. Dönünce şerefine pasta kesmişler.

Zoraki başbakan Muhammed Abdullah, şimdi Buffalo şehrindeki işine kaldığı yerden devam ediyor. Ama bayrağı çok da uzağa teslim etmedi. Halefi, yani Somali’nin yeni başbakanı ekonomi profesörü Abdiweli Muhammed Ali Buffalo yakınlarındaki Niagara Üniversitesi’nden.

noel baba brüksel'de

541 günde kurulan hükümet sıkıntı yarattı; Belçika gazeteleri coşkulu değil demiştim dün. Halt etmişim; hükümetin resmen ilân edilmesini bekliyorlarmış meğer.

Şimdi de tut tutabilirsen... Taze Başbakanı Noel Baba'ya benzeten bile çıktı ama en güzeli şu: Frankofon gazete La DH, İtalyan asıllı, Felemenkçesi zayıf, yeni Valon Başbakan di Rupe'ye yine Felemenkçe "iyi şanslar" diliyor. Veel geluk Meneer di Rupo! Cümle, evet, biraz karışık oldu ama burası Belçika işte... 541 günün sebebi tam da bu.

sana sarı laleler aldım vahşi batıdan



Bir zamanlar Amerika'da (siz onu vahşi batı diye anlayın) erkek erkek gibi davranırdı. At da at gibi... Ama ah o sarı çiçekler olmayaydı... Yukarıdaki videonun anlattığı öykü bu. Saçmasapan, dağınık, gereksiz... Bir kampanya ürünü.

2011, ABD...  Herman Cain, Cumhuriyetçi kamptaki başkanlık yarışına girdiği gibi çıktı. Çıkmasa iyiydi; daha neler görecektik kimbilir. Yine de geriye siyaset tarihinin muhtemelen en absürd ve gevşek seçim reklamlarından birini bıraktı; bununla yetinelim.

Yukarıya tarihi ve yeri özellikle yazdım. Hani ileride dönüp bakarsak şaşırmayalım diye. Olaylar günümüzde geçiyor. 

916!


Elio Di Rupo'nun kurduğu Belçika hükümeti yarın ilân ediliyor. Müzakereyle geçen günleri dalga geçerek izleyen ahali artık eski havasında değil. Memleket gazeteleri halkın aynası tabii;  hükümetsiz 540 gün sonrasında hiç coşkulu görünmüyorlar. Asık suratlı De Morgen örneğin, hepi topu 916 gününüz var, çalışın biraz, diyor.

Şaka gibi; iki buçuk yıl sonra takvimde yine seçim var. Üstelik gerçek bir hükümetin kurulması o zaman da beklenmiyor.

önce ekmekler bozuldu

Fotoğraf, Tunus'ta başlayan Arap Baharı'nın meşhur karelerinden. Üzerinden neredeyse bir yıl geçti. Polislere "ben tekim siz hepiniz" diyen adamın elinde silah niyetine ekmek var. Tuhaf.

Ama deli işi de değil. Hollanda televizyonlarından haber programı Tegenlicht, meseleye, kimsenin bakmadığı bir yerden, fiyat spekülasyonları açısından da yaklaşmış. Sonuç: Arap Baharı'nın arkasında bir şey daha çıkıyor: Ekmek...

Şunları söylüyor program: Tunus'un otoriter rejimi, isyana kadar ekmeğin fiyatını sabit ve düşük tutuyordu. İsyanın ürettiği kaos ortamında, manipülasyon başladı ve fiyatlar iki katına çıktı. Sonra daha da tırmandı. Chicago ve Londra borsalarındaki hedge fonlarının, emeklilik fonlarının ve devletlerin de spekülasyona katıldığı karışık bir düzen bu. Tegenlicht, işte bu fiyat sisteminin isyanı hızlandırdığını söylüyor.

Arap Baharı'na buradan bakanı görmemiştim. Bakalım ileride tarihi buradan yazanı görecek miyiz?

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...