avokado seven adam

Avokado rafının önündeyim. İki tane alıp gideceğim; iyisini seçmeye çalışıyorum.

Buraya gelene kadar, bazı soslar hariç, avokado yemişliğim yok. Şimdi şimdi alışıyorum. Seçmesi de zor. Açık yeşili var, neftisi var, koyu kahverengisi var; taş gibi serti, yumuşağı var. Hangisini almalıyım?

Ben meyveleri tek tek ellerken, yanımda dikilen bir adam "seçemiyor musun" diye giriyor devreye. Biraz mahcup, "hayır" diyorum, "anlamıyorum bu işten."

Sade giyimli, güleryüzlü, siyah bir adam... "Ne zaman yiyeceksin" diye soruyor. "Hemen mi, yarın mı, beş gün sonra mı?"

"Yarın" diyorum. Aslında bir planım yok. Öylesine alıyorum işte. Plansızlığımdan nedense utanıyorum.

O da tek tek yoklamaya girişiyor avokadoları. Nihayet bir tane bulup tutuşturuyor elime. Koyu yeşil kabuğu kahverengiye döndü dönecek. "Bak" diyor, "bu yarın için." Bir tane daha... Parlak yeşil, sert... "Bu beş gün sonra." Yumuşacık bir tane, üstelik kahverengi de değil. "Bu hemen, eve gider gitmez."

Sonra renk ve yumuşaklık skalasını anlatıyor sabırla.

"Ben çiftlikte büyüdüm" diyor. "Sabah akşam avokado yerdik."

"Şimdi de çok yiyor musunuz" diye soruyorum. Berideki bir rafın yanında duran alışveriş sepetini gösteriyor. İçi tepeleme avokado dolu. Her renkten... "Sence" diyip gülüyor. Yine güleryüzle "günde yaklaşık on beş tane yerim" diyor.

Beş kahvaltıda, beş öğleden sonra, beş de akşam... Öyle diyor yani.

Şaka mı yapıyor, bilemiyorum. Sormuyorum da. İnanmak daha güzel. 

newroz

Uzaktan uzağa davul zurna sesleri... Leidseplein'den geliyor. Ama fena. Uyumsuz bir ekip. "Hollandalılar mı çalıyor acaba" diyoruz.

Meydana yürüyoruz. Buralı Kürtler, Newroz'u kutluyor. Ateşler yakılmış, halaylar kurulmuş. Kürtçe, Türkçe, Felemenkçe karışık konuşmalar... Sağda solda Öcalan pankartları. Delilo'yu çaldığını ancak çıkarttığım davulla zurnayı kalabalıktan göremiyorum.

Birkaç dakika dikilip ayrılıyoruz. Uzaklaştıkça müzik sönüyor. Davulun sesi ama uzaktan bile hoş gelmiyor.

Koca şehirden iki müzisyen çıkamamış diye düşünüp üzülüyoruz.

karşı pencere

Amsterdam'da perde kapatmayı pek sevmiyorlar. Biz de yavaş yavaş ayak uyduruyoruz onlara. Roma'da Romalı gibi, derler ya...

Ama karşı pencerede bir adam var.

Göbeğini kaşıyan adam kimdir, sorusuna cevap gibi bir adam. Gündüzleri sadece donuyla gezmeyi seviyor. Geceleri nedense bir zahmet giyiniyor.

Pencereden dışarıya uzun uzun bakıyor. Boş gözlerle... Depresyonda olabilir. 

Kendi penceremize yaklaştığımda göz göze geliyoruz bazen. Birkaç saniye birbirimize bakıyoruz. Aramızda sanırım şuna benzer bir diyalog geçiyor:

- Ne haber?
- Aynı. Senden?
- Ee görüyorsun işte.
-  Ben bir çay koyayım o zaman.

Üzülüyorum da haline.

Tabii bir de onun versiyonunu dinlemek lazım. 

mühendislerimiz halleder

Mesaj kaygılı bir küçük hikayem var.

Yıllar önce Paris'ten Amsterdam'a giden bir trende yaşlı bir Hollandalı çiftin karşısında oturuyordum

İkisi de emekli öğretmendi. Dünyayı gezmiş dolaşmışlardı. Aklı başında, aydın insanlardı. Konuşmaya da heveslilerdi. Havadan sudan sohbet ettik. Hollanda'ya ilk defa gittiğimi duyunca, bana ülkelerini anlattılar. İyi yönlerinden de eksiklerinden de, tipik bir Hollandalı gibi, gayet objektif  biçimde bahsettiler.

Bir ara söz iklim değişikliğine geldi. Daha o hafta gazetelerde "Hollanda sular altında kalabilir" diye bir haber çıkmıştı; hatırlattım.

Adam güldü. Bir şey olmaz, mühendislerimiz çalışıyor, dedi.

İyi de, mühendislik bir şey değil ki bu, dedim. "İklimden bahsediyoruz sonuçta."

Kadın sözü aldı bu defa. Üniversiteler bunun için var, dedi. "Eğitimi veriliyor. Nereye kadar direnebilirlerse, oraya kadar gidecek mühendislerimiz. Belki daha da ötesine."

Kocası tekrar karıştı lafa. Son kararı bizde mühendisler verir, dedi. "Yakında havanın nasıl olması gerektiğine de karar verirlerse şaşırma." Keyiflenmişti iyice.  

Böylesini hiç görmemiştim. Güven duygusu o gün dördüncü bir yolcu gibi yanımızda seyahat ediyordu. Sonraki yıllarda bu sohbet başka Hollandalılar'la da açıldı. Ülkesinden en hazzetmeyeni bile "sorun yok" diyordu. "Mühendislerimiz halleder."

Şimdi gelelim mesaja. Esenyurt yangını ve ölen işçilere ilişkin haberlerden önce Twitter'daki öfkeli yorumları okudum. Siz de okumuşsunuzdur. Kimsenin inşaat firmalarına da onların denetçilerine de güven duymadığını görmüşsünüzdür. Haklılar.

"Batı çok medeni, gelişmiş, insanı öyle, devleti böyle" laflarını duyunca hızla kaçarım. Ama bir halkın bir meslek grubuna böylesi güven duymasına o Amsterdam seyahatinde doğrusu imrenmiştim. Halen de imreniyorum.

Biz esas bu rahatlatıcı duyguyu kaybettik. Üstüne ne söylesek boşuna. 

illa içeceksin!

Türk mahallesinin kıyısında bir kasap dükkânı... İçeriye, henüz ahbap olduğum, mal dağıtan delikanlıyla beraber girdik. O depoya gitti, ben tezgahın önünde dikildim. Yapacak başka bir şey yoktu.

Kasap, Hollandalı bir müşteriyle ilgileniyordu. Onunla işini bitirince, nasıl yardımcı olabilirim, diye sordu. Felemenkçe... Arkadaşı bekliyorum, dedim ben de, gayet renksiz Türkçemle.

Beni ilk defa gördüğünden midir bilmem, sevindi. "Bir kola ikram edeyim, hoşgeldin."

Evet, kasap dükkânı ama Türkiye'dekilerden biraz farklı. İçeride bir meşrubat dolabı duruyor; hatta şekerlemeler bile var.

Yok, dedim. "Eksik olmayın, içmiş kadar oldum."

Abdullah (yeni arkadaşım hani) depodan çıkıp gelmişti bu sırada. Kasap bu defa ona hamle etti: "Abicim, al o dolaptan iki kola, hadi durma."

Yeniden girdim devreye. "Yok hocam sağolasın, bir sonraki sefere diyelim."

Peki, dedi kasap. "Bir sonraki sefere." Sonra yazarkasayı açtı. İçinden bir euro çıkarıp bana uzattı. "Bari şunu al, şu adamdan iki meşrubat içersiniz." Yaşlı bir Hollandalı'nın, dükkanın hemen önünde duran tezgâhını gösteriyordu.

Aldım parayı. Teşekkür ettim. Bugün Cuma, dedi kasap. "İçimden geldi yahu, illa benden bir şey içeceksin. Öyle ya da böyle."

Yaşlı Hollandalı'dan iki gazoz aldık. Ben içtim, Abdullah içmedi.

nerd saçı

Berberde sıra bekliyorum. Kadın erkek karışık bir dükkân... Üç kadın bir gay berber çalışıyor; seçme hakkınız yok, kim boştaysa saçınızı o kesiyor.

Önümdeki koltuk gay berberin. Saçları halihazırda kısacık olan bir delikanlıyı traş ediyor. Başlamadan önce çocuğa, nerd saçı mı istiyorsun, diye soruyor. Çocuk, yüzünü buruşturarak, tabii ki hayır, diyor. Omuzunu silkiyor berber de. Çok büyük bir şey kaçırdığını ima ediyor gibi.

Traşı hızlı bitiyor çocuğun. Sıra bende. Berber, başlamadan önce bana da, nerd saçı mı istiyorsun, diye soruyor. Tabii ki evet, diyorum. Gülüyor. Makasını şıklatıyor hevesle.

Sonra da, hayır istemiyorsun, sadece merak ediyorsun, deyip, kafasına göre kesiyor saçlarımı.

köprüde bir karşılaşma

Keisergracht'ın üzerinde bir köprüde beni durdurdu. Üstü başı perişandı, fena halde akşamdan kalma görünüyordu. Üstelik sadece dün akşamdan da değil. Sigara istedi, verdim. Teşekkür edip uzaklamıştı ki, dönüp, nerelisin, diye seslendi.

Türkiye, dedim. Koşarak geldi. Ben Belçikalı'yım, dedi. "Ama çok seviyorum Türkiye'yi."

İyi de, neden 'ama' diye sordum. Güldü. "Aması yok aslında, seviyorum Türkiye'yi, sevmeyeni de sevmiyorum."

Peki, dedim. "Bence sorun değil zaten."

"Bence sorun. O gıcık siyasetçiyi de dert etme ayrıca." İsmini aramış, bulamamıştı.

Eh, etmiyordum zaten. Peki, dedim yine. Uzanıp elimi sıktı. "Ben sizin yanınızdayım, o deli adamla da ilgilenirim."

Yok, dedim. "Aman, boşver."

Tamam o halde, diyip gitti.

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...