dikiş tutturmak

Yapılacak iş değil aslında. Az ödüllendirir, çok üzer, esirgemez... Ama zihnen doyurur. Saplantıdır biraz. 

Hollandalı Labelmag, dergi yapmak temalı sayısında, zanaatkârlıktır esasen, diyor. Kapağı görüyorsunuz.

Buralarda bazen yoklamaya çıkmıyorum. O zamanlar kendi masama çökmüş çalışıyorum. Dikiş tutturmak için...

hepimiz meleği arıyoruz

Den Bosch'ta bir öğle vakti. Boynumda kamera St. John Katedrali'nin etrafında dört dönüyorum.

Kalabalık bir mimari... Her taşa bir heykel oturtulmuş. Meryemler, İsalar, şeytanlar, melekler... Sürekli yenileri ekleniyor, durmak yok.

Bir meleği arıyorum. Katedralin en gencini. Ayağında kot pantalonu, kulağında cep telefonuyla yontmuşlar. Yeni sürüm, internet çağı meleği. Onu bulacağım, fotoğraflayacağım, sonra da kullandığı telefon hattını arayıp röportaj yapacağım. Konuşmamız gereken bir iki uhrevi mesele var.

Hafta içi, şehir sakin, katedrali gezen kimse yok. Heykeller aralarında fısıldaşıyor. Ben çaresizce onlara bakıyorum. Neredesin melek?

Ana kapıda bir adam beliriyor. Boynumda asılı kameraya bakıp gülüyor: "Meleği mi arıyorsun?"

Bozuntuya vermek istemiyorum. Koca katedrale küçücük bir melek için gelmiş gibi görünmeyeyim şimdi. "Yoo, bakınıyorum öyle"

Sen bilirsin der gibi omuz silkiyor. Sonra da yukarıda iki aksakallı heykel arasına sıkışmış bir ufak figürü işaret ediyor. "Çekinmene gerek yok, hepimiz bir melek arıyoruz."

sen dinlemeyi unuttun

Mayıs 1934. Scott Fitzgerald'ın "Tender Is The Night"ı henüz yayımlanmış. Ernest Hemingway kitabı okumuş ve pek beğenmemiş. Arkadaşına bir iki tavsiye veriyor. (Mektubun tamamı için Letters of Note'a bakabilirsiniz.)

(...) Uzun zaman önce dinlemeyi bıraktın. Bizzat aradığın cevaplar hariç. İyi malzemen vardı ve dinlemen gerekmiyordu. Bir yazarı tüketen işte budur (hepimiz böyleyiz, sana hakaret etmek için söylemiyorum.) Görmek, dinlemek... Her şey buradan gelir. Sen yeterince iyi görüyorsun. Ama artık dinlemiyorsun (...)

(...) Allah aşkına, yaz! İnsanların ne söyleyeceğini ya da başyapıt çıkarıp çıkaramayacağını düşünme. Ben bir sayfalık başyapıt için bok gibi doksan sayfa yazıyorum. Sonra da o boktan kısmı çöpe atmaya çalışıyorum (...)

(...) Kişisel trajedini unut. Hepimiz daha en baştan mahvolmuş durumdayız. Hele sen, ciddi bir şey yazmak için epey acı çekiyorsun. Madem öyle, o allahın belası acıyı bulunca kullan, onunla oynama. Bir bilim adamı kadar sadık ol ona. Ama bir şey senin başına geliyor diye de, onun çok önemli olduğunu zannetme (...)

sen şoförsün ibret al

Vatan Şaşmaz'lı metrobüs reklamını seyrettim. Seyredip üzüldüm.

Orta sınıfa, dar gelirliye hitap ediyor metrobüs. Zenginlerin onunla ilişkisi tıkalı trafikte akıp giden tek şeride, metrobüs hattına küfür etmekten ibaret. Varlığın ilk göstergesi özel araçsa bir ülkede, bu hal de normal tabii.

Her neyse, zaten mesele başka. Reklamda Şaşmaz'ın oynadığı adam zengin ama kalender. Villasından çıkınca kapıda hazır bekleyen şoförlü arabasına binmiyor; toplu taşımayı tercih ediyor. Bunu gören şoförü de "helal olsun, bak sen şu işe" diyor içinden. Altı özenle çizilmiş bir sahne bu.

Anladığım kadarıyla, reklama genelde "o kadar ferahfeza metrobüs mü olurmuş" diyerek itiraz ediliyor. Reklamdır, balık istifi göstermeyecekler elbette. Ama zengin bir adamı, adımını bile atmayacağı toplu taşımada göstermek... Yönetenin yönetilene bakışını bir çırpıda anlatıyor.

Belediye potansiyel metrobüs kullanıcısına diyor ki: Siz o zengin adam değilsiniz, siz onu takdir eden şoförsünüz. O zengin adam biniyorsa, siz haydi haydi bineceksiniz. 

Zenginliğe tapan, zengine hayran olan, onunla ilişkisini bir türlü ayarlamayan bir kültür... Bu da onun reklamı işte.

Boktan bir reklam belki, küçük bir şey. Ama günün bu saatinde anıt gibi duruyor.


sana da merhaba

Kanal boyunca yürüyorum. Tam Felix Meritis'in önünde bir hareketlenme. Üç araba arkaya binanın önünde durdu. Kapıdakiler araçlardan çıkanları hararetle selamlıyor.

Son çıkan adamı bir yerlerden gözüm ısırıyor. Ama nereden? Sevimli, çok sevimli, güleryüzlü bir adam. Dikkatle bakıyorum, çıkaramıyorum.

Kapıda bekleşen üç beş kişi de onu seyrediyor, ama benim kadar ısrarcı değiller belli ki. Adam kafasını kaldırıp bana bakıyor. Aramızda sekiz on adım mesafe var. Gülümsüyor. Yoksa o mu beni tanıdı? Ayıp olacak şimdi. Yahu kimdi bu adam?

El sallıyor. El sallıyorum.

Sonra içeri yöneliyor. Kendisini bekleyenlerle tokalaşıyor. Birisi adıyla hitap ediyor. Jeton düşüyor bende nihayet.

Sana da merhaba Wim Wenders.


cumhurbaşkanı kraliçeye karşı (raund 1&2)


Hollandalılar dakikliğiyle ünlü. Aynı şekilde davranmayana da kızıyorlar. Belli bir saatte randevu kesmişsen, tam  o anda orada olacaksın. Trafik yoğundu, teker patladı, evim yanıyordu, yok! Randevu randevudur...

Farklı milletlerden bir grup insan bir partiye katılıyorsa, ilk gelen Hollandalılar'dır. Parti saat yedide başlıyor mu dendi; bir Hollandalı yedide orada olur. Amerikalı, Fransız ya da Türk dokuza doğru teşrif ettiğinde, Hollandalı'nın ortamdan ayrılma vakti çoktan gelmiştir. Tuhaf bana kalırsa, ama ne yaparsın, böyleler.

Cumhurbaşkanı Gül'e bunu kimse anlatmadı herhalde. Kraliçe Beatrix'le randevusuna on beş dakika gecikti. Garibim Beatrix, Amsterdam'daki Kraliyet Sarayı'nın kapısında hiçbir yere kımıldamadan bekledi de bekledi. Hava da soğuk. Algemeen Dagblad gazetesi kraliçenin huzursuzlandığını, keyfinin kaçıp yüzünün asıldığını yazdı. Üstteki fotoğrafta da görebilirsiniz. Bizde devlet geç gelir, ama o nereden bilsin.


Gül'ün bu aksaklıkta muhtemelen bir günahı yoktu. Ama Kraliçe yine de rövanşı aldı. Ertesi gün Hollanda Aslanı nişanı verdiği Cumhurbaşkanını bu defa Lahey'de Binnenhof'tan uğurlarken yüzünde güller açıyordu. Neden mi? Çünkü Gül'ün heyetindeki korumalardan biri araba çalışınca dengesini kaybedip düşmüştü. Bir gün önceki sıkıntısından belki, Beatrix de kendini tutamayıp kıkırdadı. Algemeen Dagblad keyifli Kraliçe'yi bu defa ön sayfaya taşıdı. Yakışıyor mu şimdi!

Rövanş işte! Ama maç bitmedi. Kraliçe Beatrix 13 Haziran'da Türkiye'de.

Asabi kraliçe fotoğrafı: Antoin Peeters
Gülen kraliçe fotoğrafı: Patrick van Katwijk

başbakan ve bisikleti



Cumhurbaşkanı Abdullah Gül burada. Sevdiğimiz tabirle "temaslarda" bulunuyor.

Bugün de Başbakan Mark Rutte'yle temas etti ki, bir detay olmasa medyamız öyle üstünkörü geçip gidecekti.

Rutte görüşmeye bisikletine atlayıp geldi. Güzel tabii. Herkes bisiklet kullanıyor, başbakan da kullansın. Ahmet Necdet Sezer'in Migros alışverişini kendisi yapmasını ya da kırmızı ışıkta beklemesini, Erdal İnönü'nün şemsiyesini kimselere kaptırmamasını severdik. Bisiklet kullanan başbakan da bize sempatik gelir. Doğaldır, hoşuna gitti Türkiye medyasının. "Halktan biri" sıfatını şak diye yapıştırdı.

Buradaki bakış biraz farklı. Medya, Başbakan'ın imaj çalışması yaptığını yazıyor. Tam da o "halktan biri" sıfatına oynamak için.

Hadi bir de dedikodu vereyim: Rutte'nin, bisikletini ancak birkaç yüz metre sürdüğünü, sonra da kendini bekleyen makam aracına binip gittiğini söyleyen de var. Bir yere gelirken de aynı şekilde yapıyormuş tabii. Arabadan in, bisiklete bin, halkın arasına karış... Ben görmedim, günahı söyleyenlerin boynuna.

Bisiklet meselesinde Hollandalılar haklı olabilir. Gerçekten de biraz imaj çalışması kokuyor. Yine de benim Rutte'yi takdir ettiğim bir başka mesele var. Buraya ilk geldiğimde Newsweek Türkiye için yazmıştım (blogda da var, şuradan bakabilirsiniz.) O günlerde Rutte kabinesini yeni kurmuştu ve haftada iki saatliğine yaptığı bir işi başbakan olduğu için bırakmak istemiyordu. Bir lisede sosyoloji ve yurttaşlık bilgisi öğretiyordu. Parlamento'ya dilekçe verdi; öğretmenliği sürdürdü. Yani Hollanda'da doğrudan Başbakan'dan yurttaşlık bilgisi dersi alan çocuklar var.

Son not: Başbakan bisiklet kullanıyor ama o bisiklet Gazelle. Epey de pahalı bir modeli. Benim sekizinci el bisikletimle karşılaştırınca Ferrari'ye biniyor sayılır. Hani nerede halkçılık!

Fotoğraf: Hebbedekiek, Roel Rozenburg

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...