siste saklanan kasabaya güvenme



Bu aralar kısa animasyona sardım, daha günlerce böyle giderim. Meksikalı Emilio Ramos'un Niebla'sı mücevher gibi bir film, çevirip çevirip izliyorum. Sisiyle, koyunlarıyla, gelmeyen Rosario'suyla Marquez'in akrabası. Yedi dakikada büyülü gerçekçilik.

köşesizlik endişesi

Uzmanlık alanı üzerine görüşlerini paylaşanları seviyorum. "Bu onun konusu, ne demiş acaba" diye twitter'da kovaladığım insan çok.

Beğendiği, kıymet verdiği şeyleri paylaşanlara da bayılıyorum. Hele yağmur gibi yağmayıp, her gördüklerini değil, gerçekten önemsediklerini anlatanlar, gösterenler, link verenler... Yeni şeyler için gözümü açıyor onlar. Keşfettiriyorlar, ne güzel. 

Ama sosyal medyayla ortaya çıkan bir tür var ki, katlanamıyorum. Gelişen her mevzuya bir tırnak atanlar, gündemin hiçbir halinden eksik kalmayanlar, saniyesinde görüş üretenler... Bir insanın bu kadar çok fikri olabilir mi? Hadi, üstün bir beyinle karşı karşıyayız diyelim, bir fikir bu kadar hızlı şekillenir mi?

Hükümet, barış, savaş, PKK, uluslararası ilişkiler, tıp, hukuk, bilişim, magazin, diziler, her şey... Her şey hakkında konuşuyorlar. Üstelik başkalarını dinlemiyorlar. Sadece konuşuyorlar. Arkadaşlık, tanışıklık belasına kaçamıyorsun da (bir de sürekli mızmızlanan, ilenen, kötüleyen tipler var ki, daha da beter.)

Memleketin en çok ve düzenli şekilde topa tutulan esnafı köşe yazarları. Eskiden görüş bildirsin diye para ödenen bu insanlara yönelik tepkiyi samimi zannederdim. Değilmiş. Meğer çoğu insan, kendi görüşlerini bu şekilde üzerimize yığamadıkları için kızıyormuş yazarlara. Dertleri köşesizlikmiş. 

Yarın yine yeni bir olay gelişecek. Hiç yoktan atıp tutmaya, ilenmeye başlayacaklar. Kendi köşelerini yazacaklar. Sonra dönüp yine köşe yazarlarına bok atacaklar. 

bugün yol aramakla geçti

Dokuz sene öncesinden bir gün sonu raporu... O kadar olmuş mu yahu?

Bugün yol aramakla geçti. Yoldan çıkmakla. Bugün iki amatör telsizci dünyanın dört bir tarafında arkadaşları olduğunu açıkladı. Söz konusu telsizcilere göre Ruslarla bağlantı kurmak matah bir iş değilken, Tuvalu’dan bir telsiz arkadaşı edinmek kayda değerdi. Yine bu telsizciler, rahmetli Kral Hüseyin’in de kendi meşreplerinden olduğuna değindi.

Bugün dolaptaki suları satmak ikinci bir emre kadar yasaklandı. Çünkü yarına dair hava raporları İstanbul’da hava sıcaklığının –2 dereceye düşeceğini ve akabinde de kar yağacağını çoktan bildirmişti. Raporlara güvenen tesisatçılar, çatı onarımı işlerine iştahla giriştiler.

Bugün Etiler’e gitmek isteyen bir kız, Karaköy’deki işyerine varmak isteyen bir diğer kızı engelledi. Bugün servis şoförleri zengin ve güçlüden yana oldu. Benzinlerini şirket hesabına doldururlarken, arabalarını yıkatmayı da ihmal etmediler.

Gazetelerini şöyle bir karıştıranlar çok fazla şaşırmadı bugün. Çünkü bugün gazeteler, onları satır aralarına kadar okuyanlar için çıktı. Yine bugün gazetelerde şişmanlığa çareler önerilirken, fakirliğin ortadan kaldırılmasına dair bir projeye rastlanmadı.

Topkapı’nın arka sokakları sakinleri için olağan, misafirler için stresli saatlere sahne oldu bugün. Döner ustaları adres tarifi vermeyi reddederken, lastik değiştirenler yol gösterme konusunda aceleciydi. Banka memurları bu konuda da her konuda oldukları gibi kayıtsız davrandı. İş hanları her günkü gibi tozlu ve bakımsızdı; ancak bazı hanlarda fotoğraf çekimlerinin yapıldığı da görüldü bugün.

Bazı kafeterya köşelerinde devrim planları yapıldı. Yeni devrimin sloganının ne olması gerektiği konusuna kafa yoruldu. Bu konuda bir zihin kıvraklığına rastlanamasa da, devrimin kimlerle yapılmaması konusunda herkes aydınlandı. Mevzuu tartışan kalabalık kafa karışıklığı içinde mekanı terk edecekken, her şey yarım elma ve üç mandalina tanesi ile tatlıya bağlandı bugün.

Bugün bazıları şehri terk etti; kimileri de geri döndü. Gidenlerin de dönenlerin de seslerinde bir endişenin olduğu ise gözden kaçmadı. Buna göre, huzursuzluğun mekandan değil de insandan kaynaklandığı yeniden kabul gördü. Kimileri bu gibi durumlar için sık sık kullanılan klişe lafları kullandı; kimileri de sadece homurdandı.

Birtakım beyaz yakalılarda parasız kalma endişesi yine had safhadaydı. Bu durum artık kronik hale geldiği için pek fazla yankı yapmadı. Öte yandan birtakım beyaz yakalılar da doğum günü partileri tertip ettiler. Hem araba kullanıp hem de telefonla konuşan bu becerikli kimseler, hiç araba sahibi olamadığı gibi mevcut telefonlarını da satmak zorunda kalanlar ile pek ortak noktaları kalmadığını hatırlarına getirmediler. Ama bazı eski dostların da birbirlerine borç vermekten kaçınması birilerinin hatırına geldi bugün. Dolayısıyla, acı acı gülündü ama yine de geçildi bu konulardan çabucak.

Çocuk bakmaya ve ev temizlemeye ta İngilterelere gidenlerin arasına bugün biri daha eklendi. Fakat gittikleri gibi geri dönenler de olduğu için rakam bir türlü netlik kazanamadı. Bugün bazı babalar, kızlarını esirgemek konusunda biraz daha atik olmayı düşündülerse de, yeni nesil modern kadın imajı bu düşünceye galebe çaldı.

Yine bugün bazı entelektüeller sakallarını kaşıdılar. Fakat bu eylem genel olarak bir şeyleri değiştirmedi. Bazı yabancı terimlerin dilimizdeki karşılıklarının bulunması gerekliliği ise gündemin ancak kıyısına yerleşebilmişti bugün.

“Elinde bir tuhaf çanta saçında soku” bugün bir Cemal Süreya dizesi olarak bir otobüs yolculuğuna yardım ve yataklık etti. Sabah otobüslerinde şiir okuyanların, roman okuyanlara oranınının neredeyse eksi sonsuza doğru gittiği ise meraklı gözlerden kaçmadı. Yine bu meraklı gözler, sabah otobüslerinde uyumayı tercih edenlerin çoğunlukta olduğunu isabetle tespit ederken, bu uykulu kimselerin profilini çıkarmaktan şimdilik kaçındı.

küçük korku dükkânı

Bir İspanyol bir hikâye anlatıyorsa mutlaka dinleyin. İyi anlatır, sizi de içine çeker. Son zamanlarda en benimsediğim kahraman Alma da, bir İspanyol'un, Rodrigo Blaas'ın elinden çıkma. Çizgiye zaten diyecek yok, müzik muazzam, hikâye usta işi, Alma'ın kapıya kartopu fırlattığı sahneyse paha biçilemez.


bıçak coşkuyla yükselir


Italo Calvino’dan kitap açacağının verdiği hazlar üzerine güzelleme:

Bir kitap açacağının yaşatacağı hazlar dokunsal, işitsel, görsel ve özellikle zihinseldir. Okumanın öncesinde, kitabın soyut bütünlüğüne ulaşmak için somut bütünlüğünü aşmak adına yapılan bir hareket vardır. Alt köşeden sayfaların arasına giren bıçak coşkuyla yükselir, birbiri ardına kenetlenmiş lifleri ardı ardına biçerek yükseldiğinde düşey bir kesik atar –iyi yürekli kâğıt, bu ilk ziyaretçiyi şen ve dostane bir hışırtıyla kabul eder çünkü bu rüzgârın ya da bakışların çevireceği sayfaların müjdesi niteliğini taşımaktadır-; en büyük direnişi, hele ki çift sıraysa yatay kat gösterir çünkü gerisingeriye pek de çevik olmayan bir hareket ister, işte bu noktada derinden gelen notaların boğuk sesi duyulur. Kâğıtların kenarı dokunun paralanmasıyla yırtılır; ‘bukle’ denen incecikten bir talaş kopar, bunun, denizin kumla birleştiği noktada oluşan köpük kadar nazenin bir görüntüsü vardır. Sayfalar barikatını kılıç darbesiyle yararak açmak, sözcüğün içinde barındırdığı ve gizlediği düşünceyle yüz yüze gelmeni sağlıyor: Sık bir ormana dalmışçasına okumanın içinde ilerliyorsun. (I. Calvino / Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu / YKY / Çev. Eren Yücesan Cendey)

biz de zeki müren'i görecek miyiz?


Dergi kapağı yukarıda duruyor işte. Steven Soderbergh son filminde (Behind The Candelabra), şov dünyasının görüp göreceği en renkli isimlerden Amerikan müzisyen ve şarkıcı Liberace’yi anlatmış. Yakında daha sık konuşulacaktır. Ama benim derdim başka. Filmden haberdar olduğumda, aklıma, -evet Liberace’nin hep kıyaslandığı üzere- Zeki Müren düştü.

Zeki Müren öleli 15 yıl oluyor. Ne beyaz perdede ne de televizyonda ona dair bir iz yok. Filmi yapılmadı Müren’in. Oysa ne çok seviyoruz onu. Oysa, söylemeye gerek var mı, Liberace’den kat kat daha yetenekli, daha eksantrik. Hayat öyküsü bir değil beş filmi taşıyacak kadar zengin.

Ama yok işte. Bir Zeki Müren filmi yok. Her gün bir şekilde ondan bahsettiğimiz halde, yok.

Dün Robinson Crusoe Kitabevi’nde çalışan arkadaşım Seda (Ateş), yabancı dilde bir biyografisinin de olmadığını söyledi. Turistler sürekli soruyormuş.

Aslında Türkçe’de de dişe dokunur bir biyografi yok. Halbuki üzerinde çalışılsa, tanıklıklarıyla, sansasyonuyla, dönemin perde arkasıyla memleketi sallayacak bir kitap çıkar. Sallaması da mühim değil. Okusak, üzerine konuşsak, anlasak, anlatsak yeter.

Tuhaf bir memleketiz. Gelmiş geçmiş en büyük starımıza dair film çekmemişiz, kitap yazmamışız. Sadece Zeki Müren mi? Daha birkaç gün evvel ‘babamız’ diye uğurladığımız Müslüm Gürses’e dair ne var biyografi namına? Kaybettiğimiz diğer isimlere dair ne var?

Birisini hayatını okumak için ölmüş olması da gerekmez. Sezen Aksu, Orhan Gencebay, İbrahim Tatlıses, Tarkan… Bu isimleri onla, yüzle çarpın. İyi kötü, Türkiye’ye damga vurmuş, anıt gibi insanlar. Kayda değer ne okuduk? Magazin röportajlarından başka ne biliyoruz? Kendileri yazmadı. Başkaları da onlar hakkında yazmıyor (biyografi yazarlığı sanırım ikinci sınıf bir iş olarak görülüyor bizde.) Piyasada bu isimlerle ilgili birkaç kitap olduğunu biliyorum; biyografi gibi biyografiden bahsediyorum ama. Tanıklıklarıyla, dipnotuyla, tartışmasıyla…

Toplumsal tahlilleri ayrı tutuyorum. Çünkü, az da olsa, onlara örnek mevcut. Üniversitedeki sosyoloji derslerinde Ayhan Aktar, Can Kozanoğlu’nun Cilalı İmaj Devri kitabındaki bir makaleyi illa ki okuturdu (“Her Yola Gelen Karizmatik Amele” başlığıyla İbrahim Tatlıses üzerine.) Aynı kitapta Orhan Gencebay, Ahmet Kaya, Sezen Aksu üzerinden de memleket tahlilleri var. O kadar işe yaramıştı ki... Size de şiddetle öneririm, kafa açar. Ama yine de kastım bu değil. Dolaysız anılardan bahsediyorum.
.
Liberace’den nerelere geldik. En başa dönelim madem. Dün Kaya Genç yazmıştı. Yönetmen Soderbergh, Liberace filmi için beş milyon dolar bulamadığını söylemiş. Büyük stüdyolar bu parayı karşılayacak bilet satılmayacağını düşünüyormuş. 

Zeki Müren için? Türkiye yıkılır, o kadar diyeyim.

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...