bir mücadele alanı olarak trip advisor



İki yıl önce bir gün, Bangkok’un neredeyse yarısı korkunç sel yüzünden sular altındayken, ‘turist gettosu’ Khaosan Road yakınında bir otelin terasında oturuyordum. Güler yüzlü hatta fazladan cıvıl cıvıl çalışanları, dolabında her daim soğuk Singha birası, sakin ve gölgeli terasıyla, hoş bir oteldi. Ahım şahım bir yer sayılmazdı; yine de tehlike sinyallerinin anbean arttığı o belalı günlerde güven veriyordu.

Yardımsever resepsiyonistimiz, GSM bayilerinin bir türlü beceremediği cep telefonuma internet yükleme işini bir saat didinerek halledince moralim daha da düzeldi. İlk iş internetten güncel sel haberlerine baktım, ardından o otel hakkında ne demişler öğrenmek için Trip Advisor’a girdim (arkadaş tavsiyesiyle geldiğimden, daha önce bakmamıştım). Keşke hiç kalkışmasaydım! Eski ziyaretçilerden biri tam olarak şöyle yazmıştı: “Burayı sakın denemeyin. Odalar kötü, hizmet berbat, üstelik çalışanlarından biri hırsız.” Daha da tuhafı, kaşına gözüne kadar, uzun uzun hırsız diye tarif ettiği kişi, daha az evvel binbir dua ettiğim o resepsiyonist kadındı. Önce içime bir kurt düştü; sonra o düşen kurt için kendimi ayıpladım. Ama şunu da biliyordum: Bu yorumu daha önce okusaydım, oraya asla gitmezdim. 

İşte bu kadar basit. İnternetin önde gelen seyahat sitesi Trip Advisor, bir mekânı rezil de vezir de edebiliyor. Zamane turistinin seyahati artık evine dönüp bavulunu yerleştirdiğinde bitmiyor. Bir heves bilgisayarının başına çöküp, kaldığı otellere, yemek yediği restoranlara not vermesi de lazım. Hem illa dünyayı dolaşması da gerekmez. Köşebaşındaki restoranda pişen bifteğin sertliğine kızan, müdavimi olduğu kafenin güleryüzlü garsonlarına bir omuz vermek isteyen, derdini artık ‘yorum’a döküyor. 

İnternetin yeni kralı işte bu yorumlar. Seyahat planları da iş yemeği rezervasyonları da onlara göre şekilleniyor. İnce eleyip sık dokuyanından racon kesenine, arkadan konuşanından konakladığı otele babasının mekânıymışçasına övgüler yağdıranına, ne ararsarsınız var. Bir restoranda keskin bakışlarla etrafı süzen birini görürseniz bilin ki, uzun bir yorumun ilk paragrafını kafasında yazıyor. Yok o kişi sizseniz, belli etmemeye çalışın; çünkü restoran sahibi de, golü nereden yiyeceğini hesaplayarak size endişeyle bakıyor. 

Kime inanacaksınız? 

Yorumlarda tartışmasiz lider Trip Advisor, ama tek başına değil. Sıradan vatandaşların evlerini hatta villalarını, otelsevmez seyyahlarla buluşturun Airbnb hızla yükseliyor. En sürprizli işlerde ilk beşe yazılabilecek hostelde kalma meselesini nispeten kolaylaştıran Hostelworld de internetin gözdelerinden. Bir şehrin sadece yerlisine itimat ederim diyen, Spotted by Locals’a bakıyor. Gezeyim ama gezegene zararım dokunmasın diye düşünen Green Traveller’ı kullanıyor. Kullanıcı yorumlarının iyi bir süzgeçten geçmesini önemseyenin adresi Oyster. Kendini otel ve restoranla sınırlamayan, kuru temizlemeciden köşedeki dondurmacıya kadar tanıyıp bilmek isteyen Yelp’e başvuruyor. Incık cıncık ayrıntılı haritasındaki mekân yorumlarıyla Google’ı da unutmayalım. 

Yereli globali bu tür daha onlarca site var ama dedik ya aslan payı 1800 çalışanı ve bir milyar doları aşkın yıllık geliriyle sektöre hükmeden Trip Advisor’ın. Siteye her dakika 70 yorum iletiliyor. Dünyanın dört köşesindeki üç milyonu aşkın, otel, restoran ve bilimum mekânı inceleyebileceğiniz 100 milyon yorum an itibariyle sistemde mevcut. Bunları ayda 230 milyon kişi okuyor. 

Şimdi, diğer adresleri de düşünerek bu rakamları misliyle çarpın. Yani internette azıcık dolandığınızda, gitmeyi kafaya koyduğunuz bir mekân üzerine herhangi bir yorum bulmamanız olanaksız. Sorun da zaten burada başlıyor. Bu yorumlara ne kadar inanabilirsiniz? Gerçek hayatta, adını söylese ikna olmayacağınız bir insanın, Kamboçya sahilindeki bungalov tavsiyesine nasıl inanacaksınız? Ya da, bir restoran için “ortamı ferah lokması kuvvetli garsonu samimi” diyene mi kulak vereceksiniz, “böyle muamele olmaz, daha da gelmem” diye kestirip atana mı? 

Kılçık atanlara dikkat

Siz en iyisi bir bileni dinleyin. New York Times’daki ‘Frugal Traveler - Tutumlu Seyyah’ bloguyla tanınan Seth Kugel, yorum okurken aşırı uçlara takılmamanızı, ortalamayı alıp karar vermenizi öneriyor. Bir başka yöntem de bu tür sitelere Facebook üzerinden girmeniz (Trip Advisor’da bu seçenek mevcut). Böylece tanıdığınız, bildiğiniz insanların nereyi önerip nereden kaçın dediğini görebileceksiniz. Özel filtreler de mevcut: Sadece tek başına seyahat edenleri, çocuklu aileleri, balayı çiftlerini dinleyebilirsiniz. Artık meşrebinize göre... 

Hassas bir konu daha. Yorum okurken genel eğilimlere karşı gözünüz açık olmalı. Örneğin Amerikalılar, had safhada bahşişle de yoğrulsa hizmet yoğun bir ülkeden geldiklerinden, en ufak bir aksamayı sert eleştiriyor.  Avustralyalılar ise genelde bol keseden not veriyor. Hem unutmayın, yorumlarda ‘tatil modu’ her zaman kaygan zemin. İnsan, tonla para verdiği bir mekân hakkında konuşurken, ya göklere çıkarmaya ya da yerin dibine batırmaya teşne. Bir de ne kadar beğense de kılçık atmadan duramayanlar var. Örnek: Airbnb’de kaldığı evi bir sayfa övüp, “not: ama biraz havasız” diyenler. Dert etmeyin, zamanla kılçık temizlemekte ustalaşacaksınız. 

Tabii bu konuda sizden daha dertli olanlar da var. Mekân sahiplerinden bahsediyorum. Bir restoranın camına göstere göstere “Trip Advisor’da değerlendirilmiştir” etiketini yapıştırmak kolay değil. Emin olun, o mekan sahibi, “hakkımızda ne demişler” diye internette endişeyle dolanıp duruyor. Olumlu yorum görüyorsa sorun yok ama bugün Trip Advisor ya da Yelp’te “çorbamdan kıl çıktı” diye sızlanan müşteri, Uğur Dündar’ın dükkân mühürleten baskınlarına eşit. Hatta daha da fazlası. Çünkü televizyon programı bir süre sonra unutuluyor, ama internetteki yorum yara izi gibi. Ölene dek kaybolmuyor. 

Üstelik güven sorunu da had safhada. Başka başka isimler altında rakiplerine kara çalan otel müdürleri de bu sitelere yorum bırakıyor, boş vakti fazla gıcıklık katsayısı yüksek huzursuz gençler de. Sözgelimi, “bakalım sonu nereye varacak” diye İngiltere’nin uzak bir kasabasında restoran uydurup, ballandıra ballandıra anlatan insanlar mevcut. Bu sözlere kanıp oralara kadar kendini yoran yoktur, demeyin. Var. Hem de sayıları epey çok. 

Bardağın dolu tarafına bakalım. Gitmeye asla cesaret etmeyeceğimiz bir yere evvelden varanları okumak insana heves veriyor. Üstelik böyle böyle beklentimizi düşük ya da yüksek tutmayı öğreniyoruz. Yani sürprizler azalıyor. Bardağın boş tarafı: Aynısı. Sürprizler azalıyor. Tesadüflere bulaşamayacaksak neden gezip görüyoruz?

12 Ağustos 2013 tarihli Radikal'den 

tuhaf günler vol. 2

Tuhaf Günler'de ayın başından iki günün hasatı. Milliyet ve Habertürk'ten. Obama yüzünden işinden olan gazeteci bizim için çok tuhaf değil tabii. Tuhaf bulamadığımız için koydum. 

Milliyet 2 Ağustos

Habertürk 3 Ağustos

Habertürk 3 Ağustos

Milliyet 2 Ağustos

Miliyet 3 Ağustos

Miliyet 2 Ağustos
Habertürk 3 Ağustos

Bir önceki Tuhaf Günler için buraya: Tuhaf Günler Vol. 1

kısa ve acısız: dördüncü murat'ın hüznü, melez prens ve ölü bir post


Yeni birini keşfetmek istiyorsanız Selma Adzem'i dinleyin. Bosnalı genç şarkıcı Almanya'da popstar durağından geçtikten sonra şansını İngiltere'de deniyor. Porsmouth'ta üç yıl önce kurduğu Selma & Sound ile beraber Special To Me isimli albümü henüz yayımlayan Selma'nın yukarıdaki şarkısı Follow Me şahane. Klibi zaten ayrı şahane. Dinleyin dinlettirin. Resmi sayfası da burada. Selma meşhur olduğunda da keşif kredisini bana yazarsınız artık.

Murat Bardakçı'dan okudum (bir haftada ikinci defa bloga girdi, enteresan): Dördüncü Murat, "dinlediğinde hüzünlendiği için" kendi bestelediği parçayı yasaklamış. 

Bugün kafede sekiz on yaşlarındaki bir çocukla babası ayrı masalarda oturuyordu. Çocuk, nasıl kızdıysa babaya artık, elinde bir kitap, sırtı babasına dönük, dünyayla ilişkisi sıfır, öyle küskün pinekleyip durdu. Baba geldi gitti, çocuğu kendi masasına çağırdı, nafile. Bir ara tuvalete gidince, uzanıp okuduğu kitaba baktım: Harry Potter - Half Blood Prince. 

Washington Post'ta bir zamanlar 'editoryal inovasyon editörü' diye bir pozisyon varmış. Güzel şeyler kelebek ömürlü tabii, çok sürmemiş. Belki Jeff Bezos'lu dönemde yeni nesil pozisyonlar açılır. Kaldı ki,    ona da pek güvenmemek gerek.


reklamın iyisi: camcı kardeşler

Jarritos - Glass Blowers from CHRLX on Vimeo.

Jarritos diye bir içecek markası. 'Biz buralı değiliz' diyor sloganı. Değillermiş gerçekten.

eyy nobel'den beş yıl önce


Harbiden nereden nereye...

Erdoğan, 2008'in sonlarında İsrail ile Suriye'yi masaya oturtmak üzereydi. Düzelteyim, zaten masaya oturttuğu bu iki ülkeye el sıkıştırttırmak üzereydi. 'Olmaz' denen olacakken, belki birkaç gün farkıyla, İsrail, Gazze'de 'Dökme Demir - Cast Lead' operasyonuna başladı.

Suriye-İsrail barışı dolayısıyla yattı. Erdoğan da çok sinirlerek aradan çekildi ve bunu -nedense- kişisel aldı.

Sonrası Davos... 'One minute' günü... Önce fena bozuk olduğu İsrail'e, Cumhurbaşkanı Simon Peres nezdinde "siz öldürmeyi iyi bilirsiniz", sonra da "daha gelmem Davos'a" diyerek zenginler kulübüne toplu posta. Elbette havaalanında (sonradan bir klasik haline gelecek) 'kahraman' karşılaması.

Tuhaf. Barışı samimiyetle isteyen ve o zamanlar iki tarafından da pek güvendiği bir arabulucu olarak çok uğraşan Erdoğan, İsrail ile Suriye'yi masadan bir anlaşmayla kaldırabilseydi, o barış ortamında muhtemelen Gazze operasyonu da yaşanmazdı.

'One minute' ayarını vermeyeceği gibi, Davos'a da halen gidiyor olurdu başbakan.

Mavi Marmara saldırısı düşünülemezdi bile.

Mısır belki farklı ama Suriye Arap Baharı'nda kaosa bu denli hızlı düşmezdi. En azından Erdoğan ve İsrail, Esad'a daha yakın dururdu. Dahası, Esad da belki bu iki ülkenin telkinlerine daha fazla kulak verirdi.

Her şeyden öte, Erdoğan, Ortadoğu'nun en sert düğümlerinden birini çözmüş bir lider olarak yüzde yüz bile değil, yüzde bin, Nobel Barış Ödülü'ne layık görülürdü.

Ama olaylar farklı yaşandı. Şimdi "eyyyy Nobel!" diyen bir Başbakan var.

Bu konuşmayı duyduğumda Erdoğan'ın kafaca Davos'ta kaldığını, herkese, her şeye, her kişiye, ama ölü ama diri, insan veya kurum ayırmadan posta atma, ayar verme, fırça çekme alışkanlığının artık yerleştiğini düşündüm. Hem alkışlayanı da var nasılsa...

Artık farklı düşünüyorum. Erdoğan'ın aklı 27 Aralık 2008 gecesinde kaldı bence. Gazze'ye Dökme Demir operasyonunun başladığı o gece Erdoğan, Ortadoğu'ya barış getiren büyük lider olarak anılma şansını kaybetti. Halen onun hayalkırıklığını yaşıyor. 

Yukarıdaki imajı twitter'daki eski bir feyk Nobel hesabında buldum. 

  

santiago'nun sokak köpekleri


Güzel insanlardan güzel fikirler çıkıyor. Santiagolu iki akıllı lise öğrencisi de düşünmüş taşınmış, sokak köpeklerine dikkat çekmenin bir yolunu bulmuş. "Estoy Aqui - Ben Burdayım" adını verdikleri kampanya, iki sanatçı, Violeta Caro Pinda ve Felipe Carrasco Guzman tarafından videoya alınınca, ülkede bir sansasyon haline geldi. Balonların üzerinde "bana kötü davranma", "beni sev", "beni terk etme", "boynumu kaşı" yazıyor. Sonuçları görüyorsunuz... İyi iş, vicdanlı iş, güzel video...

Köpekler demişken hemen memlekete bağlanalım. Evdeki ve sokaktaki hayvanlarla ilgili tuhaf bir mesele var. Murat Bardakçı, Habertürk'teki köşesinde, dün dipnot yazar gibi, çok ciddi bir haberin pasını verdi. 17 yaşındaki kedisini henüz kaybettiğini kaydeden Bardakçı, geçen günlerde eşiyle beraber sokakta besledikleri kedilerden birini (ismi Melâhat) eve aldığını anlatıyor. Yalnız Melâhat biraz hastaymış. Veteriner böbrek yetmezliği teşhisi koyup tedavi etmiş. Bardakçı kediyi nekahat dönemi için eve getirmiş getirmesine de, Melâhat bu defa da kör olmuş. Gerisini Bardakçı'dan dinleyelim: 

"(...) Ama ortada sanki bir tuhaflık var... Ayşe Arman geçenlerde beslediği tavşanının kör olduğunu yazmıştı. Tavşanın körlüğü hastalık neticesi idi ama ardından Teşvikiye'de yaşayan iki arkadaşımın hayvanlarının gözleri gitti: Birinin köpeği diğerinin de kedisi birdenbire kör oldu, hemen ardından da bizim Melâhat. Tesadüf mü yoksa ortalıkta hayvanlara musallat bir virüs yahut salgın mı dolaşıyor bilmiyorum ama bir tuhaflık var gibi... Gezi olayları sırasında kullanılan biber gazının sadece insanlara zarar vermediğini, binlerce kuşun da canını aldığını düşünecek olursak kedilerle köpeklerin birdenbire kör olmalarının gerisinde bir şeyler bulunup bulunmadığının da araştırılması gerekiyor."

Ortada taş gibi haber var. Birisinin de gerçekten peşine düşmesi gerekiyor. Bir salgını -varsa tabii- ortaya çıkartan ya da Gezi'deki gaz bombalarını bu körlük vakalarına bağlayabilen gazeteci müthiş bir iş yapmış olur. Ödüllü işler sadece Ankara, Ergenekon, derin ilişkiler yazarak çıkmıyor. Bu da çok mühim mesele. Hele gaza bağlı körlük saptanırsa, global ölçekte gaz kullanımı yönetmeliği değiştirtecektir. Birisi el atsa ya... 

güney kore'nin çöpçatan hükümeti ya da erdoğan'ın yolu


Başbakan'ın üç çocuk ısrarı yeni değil. Yıllardır katıldığı her düğünde, ilgili (bazen ilgisiz) her konuşmasında, evli çiftlerle her bir araya geldiğinde tekrarlıyor: Sizden üç çocuk istiyorum. Yoksa gelecekte Türkiye'nin üretim gücü düşecek, büyük devlet olma iddiası azalacak, kuruyup gideceğiz, böyle devam ediyor... Hedefe uzak bakanlar, milletvekilleri mahçup mudur acaba?

Meğer Erdoğan'ın ısrarı hiçbir şeymiş. Tek bir karşılaştırmaya bakar. Devletiyle hükümetiyle yerel yönetimleriyle Güney Kore, çocuk sevdası konusunda bizim başbakanı solda sıfır bırakıyor.

Konu malum. Geçtiğimiz yüzyılda hızla gelişen 'Asya kaplanı'nın vatandaşları, köyden kente göç, şehir yaşamının zorlukları, geleneksel yapının kırılması, kadınların ekonomik özgürlüğe kavuşması derken evlenip çoluk çocuğa karışma işini biraz ihmal etmişler. İstatistikler böyle diyor yani. Ama çarkların dönmesi lazım, bunun için de vatanın minik Koreliler'e ihtiyacı çok.

Yalnız bir sıkıntı var: Koreliler biraz çekingen. İşler bugüne dek hep ailenin etrafa haber salması, eşin dostun uygun bulmasıyla yürümüş. Görücüye çıkan 'Asya kaplanı' teyzeler, bizim memlekette on kaplan gücünde diyeyim, siz anlayın. O yapı da sarsılınca elde avuçta kalmıyor. Genç Koreliler şehire intibak etme işini halletmiş ama, flörtte bocalıyor. Göz kontağı zayıf, 'seviyorsan git konuş' zayıf, 'pembe panjurlu ev' bilgisi zayıf... Bu kadar dersten çakınca, aile kurmaya da sıra gelmiyor.

Sonuç: Vatandaşları için her zaman en 'hayırlısını' düşünen devlet... Olayları özetleyeyim: Sağlık ve Refah Bakanlığı 2010'da devreye girip, flört partileri organize etmeye başlamış. Zamanın bakanı Cheon Jae-Hee, "bizde her şeyi devletten bekleyebilirsiniz kardeşim" diyerek bir senede dört parti düzenlemiş. Bakan, o partilerin vesile olduğu evlilik törenlerinde boy göstermeyi ve medyaya poz vermeyi de seviyormuş. Damat adayları da bakana dönüp "kaç çocuk isterseniz sayın bakanım" der olmuş...

O gün bugün bakanlığa bağlı kuruluşlar ve yerel yönetimler, Güney Kore'de flört sektörüne el atmış durumda. Bu konuda en önde koşan Aile Planlama Müdürlüğü geçmişte önerdiği vazektomi operasyonları yüzünden günah çıkarıyor. Dahası, özel şirketler de hükümetin restini gördü. Artık iş yeri ortamlarında romantik ilişkiler serbest. Hatta becerebilen kendi flört partilerini düzenleyip devletten aferinini alıyor. Yabana atmayın, ikramiyesi, teşviği bol bir iş.

Yani Güney Kore'de hükümet hem tavsiye ediyor, hem organize ediyor, üstüne üstlük bir de teşekkür alıyor. Erdoğan için rüya gibi bir ülke...

Yakında yürüyeceğimiz yol da bu.

Orijinal haberi New York Times'da, şurada okudum. 

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...