beni bekleyen sonsuza kadar bekleyebilirdi

Bugün büyük yönetmen Ömer Lütfi Akad’ın ölüm yıldönümü. Geçen hafta, bu aralar zevkle okuduğum otobiyografisi ‘Işıkla Karanlık Arasında’dan bir bölüm aktarmıştım. Bugün, anısına bir bölüm daha. Genç Lütfi Akad hayatının dersini alırken…  

Adapazarı’na gitmeye hazırlanıyorduk. Gitmeden önce bazı siparişler vermek üzere biriyle buluşmam gerekiyordu. Birden, üstümün başının pek güven verici olmadığını fark ettim, özellikle ayakkabılarım çok kötü durumdaydı. Taksim Sineması’nın (şimdi Devlet Tiyatrosu’nun bulunduğu bina) uzun duvarı boyunca art arda dizili ayakkabı boyacılarına doğru hızla yürüdüm, az vaktim vardı, en öndekinin sandığına ayağımı koydum. “Çabuk usta, şişir, acelem var” dedim. Boyacı başparmağı ile arkayı gösterdi. “Arkadaki arkadaşa geç beyim” dedi. “Neden, ne oluyor” dedim. “Ben ayakkabı boyarım beyim” dedi adam, “Bu benim işim, şişirme istiyorsan arkaya geç.” Bir an kalakaldım. Bütün alacağı 25 kuruştu, bir liranın dörtte biri. Ayağımı sandıktan çekmedim. “Buyur, bildiğin gibi boya” dedim, “Hakkını ver.” Beni bekleyen sonsuza kadar bekleyebilirdi, ben burada hayatımın dersini alıyordum. 


Lütfi Akad, Işıkla Karanlık Arasında, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2004. 

interneti kıran kâğıt, odadaki fil, ince bıyık - haftanın kapakları

Gazete temposuna kaptırınca, ilk göz ağrım dergileri ihmal ettim tabii. Hızla dönelim mevzuya. Geçen haftanın en iyi kapakları aşağıda. Daha yıl sonu gelecek, bu senenin kapaklarına gideceğiz.

Yukarıdakiyle başlayalım. 30 yıllık dergi Paper, harika iş yaptı: İnterneti kırdı! Kim Kardashian’ın bu cüretkâr ve sahtekâr (o vücudun öyle olamayacağını hepimiz biliyoruz, değil mi) pozu popüler kültür tarihine geçecek. İnterneti kıranın da adı gibi kâğıttan bir dergi olması manidar. Kâğıdı gömmeye vakit var daha, sabırsız internetçiler haddini bilsin.



İki ayda bir yayımlanan The Advocate’ın Putin kapağı on numara. Bıyık detayı nasıl akla gelmemiş daha önce. Kendini ‘gay haberleri LGBT hakları, siyaset ve eğlence’ dergisi diyerek tanımlayan Advocate’ devreye girmiş neyse ki. Büyük kapak. Her anlamda.

Tasarım dediğinde tek geçilecek ülke Hollanda. Yeni nesil reklamcıların, ’cutting edge’ tasarımcıların rağbet ettiği dergi Creatie de bu mevzunun bayraktarlarından.  Daha güzel kapakları vardı ama son sayısı da iyi. Kapakta “Masum hedefler: Avcılar 1000’den fazla insanı her yıl kazara avlıyor” yazıyor.



Sanat ve görsel kültür dergisi Elephant’ın özel sayısı, ‘There’s a new elephant in the room’ klişesiyle çıkmış. Kapağı ‘ortamdaki yeni fil’e uyumlu. Fil boku basmak olmazdı, daha iyisini yapmışlar.

 Son olarak bir de bir gazete ekleyelim listeye. Avustralya’nın Brisbane şehrindeki G20 toplantısında Putin çok da hoş karşılanmadı. Rus lidere, 17 Temmuz’da Ukrayna üzerinde düşürülen Amsterdam – Kuala Lumpur (MH17) uçağının hesabını sordu Avustralya gazeteleri. 38 Avustralyalının da öldüğü (toplamda 298 kişi) uçağın vurulmasında, biliyorsunuz Rus parmağı olduğu iddia ediliyor. Courier Mail gazetesi de manşetten şöyle demiş: “Sevgili Bay Putin, G20 vesilesiyle Brisbane’i ziyaret ettiğiniz için teşekkür ederiz. Ama zirveye geçmeden önce Avustralyalıların duymak istediği bir şey var: ÖZÜR DİLERİM.”

koala diplomasisi

Daha iyi bir fotoğraf düşünülemez: Kucağınızda dünyanın en tatlı hayvanı, yüzünüz gülüyor, en saf haliyle PR… Koala diplomasisi…

Batılılar bilir böyle işleri, Avustralya’nın Brisbane şehrinde toplanan G20 liderlerinin kucağına birer koala verdiler, şenlik başladı. Sevimsiz ekonomi-siyaset toplantısı karnavala döndü. 

Fotoğraflar uzun uzun baktırıyor gerçekten. Örneğin Putin’in hiç oynamayan yüz kaslarında hafif bir tebessüm belirmiş; Obama zaten ‘Koala bizim işimiz’ havasında; Dilma Rousseff “Ben yağmur ormanından geliyorum kardeşim, koala neymiş” deyip idareten tutuyor gibi… Alman Merkel, uzaktan uzaktan seviyor, kare vermemiş. Hindistan Başbakanı Narendra Modi, “Abi ben hiç sevmem öyle hayvanlı mayvanlı” diyerek çıkmış işin içinden, “Nerede yetiştiriyorsunuz bunları” pozunda Avustralya Başbakanı Tony Abbott’tan bilgi alıyor. 




Bir de devlet başkanları eşlerinin milli park gezisi var. Belli ki daha şenlikli geçmiş o. Sare Davutoğlu güzel kucaklamış ama eldivenle koala tutmak fazla kibar kaçmış. Singapur başbakanının eşi Lee Hsien Loong şefkatli, annesi gibi koalanın. Çin başkanının eşi Peng Liyuan havalı. Ama ben İtalyan başbakanının karısı Agnese Landini’ye bayıldım; “Elbisem kolsuz” demeden kucaklamış sivri tırnaklı yavruyu. 

Cesaret puanıysa Avustralyalı başbakan eşi Margaret Abbott’a gelsin. Koala kolay, herkes boynuna o yılanı dolayamaz… Abbott dolamış.  





Gevezelik yeter, biraz işin ‘nasıl’ına bakalım. Queensland eyaletinin koalaları arada bir böyle diplomasi işlerinde de kullanılmak üzere yetiştiriliyorlar. Yoksa, öyle kolay kolay insanın kucağında duracak bir hayvan değilmiş. Ver ağacı, sarılsın saatlerce ama insan dediğin koalanın doğasına aykırı. 

Eğitimciler anlatıyor; bu iş için eğitilen yavruları günde 10 dakika kucaklayıp gezdiriyorlar; yetişkinleriyse yarım saat. Üç gün sonunda bir gün tatil yapıyor koala. Ağaca sarılıp uyumaktan ibaret günlük rutinine dönüyor. 

Dünya liderleri aldırdı mı bilmem ama koala eğitmenlerinin kucak heveslilerine bir tavsiyesi var: Bir koala tutarken hareketsiz durun. Bir ağaç olduğunuzu farz edin. Alttan kucaklayın ki, düşmeyeceklerinden emin olsunlar, sonra onlar da sizi kucaklar.”

Ağaç olmayı önermek güzel. Tabii bazılarına zor gelebilir.

abuk sabuk insanlar

Mesaj yazıyorlar, tweet atıyorlar, mail gönderiyorlar… 

Sadece can sıkmak için. Ellerindeki hançeri, bir gece bir sokağın kuytusundaymışız gibi, sinsice batırıp kaçabilmek için. Sebepsiz, düzensiz bir kötülüğü üzerimize kusmak için. Yok yere. 

Gazete yazılarının okur yorumlarında, forumlarda rahatlıkla bulabilirsiniz onları. İdeolojik bir ayrım aramayın: Dincidirler, faşisttirler, sağcı, solcu, liberaldirler. Aslında hemen hepsi bu ülkenin ‘normali’dirler; makbulüdürler. Evrenseldirler. Başka kıtalarda da yaşarlar. Yaşamınıza karışırlar. Bok atarlar. Boktandırlar. 

Sizi sizle bırakmazlar. İçinize girerler. Çıkmazlar daha. Kalırlar.

dünyanın en hüzünlü filmi

F L O A T I N G from Greg Jardin on Vimeo.

Evet, bu dünyanın en hüzünlü filmi. En azından şu an için... İsmi Floating.  Greg Jardin isimli hünerli bir yönetmen yapmış (Adamın müzik videoları da var ki hepsi güzel, oyuncaklı işler, bir tanesini sadece jelibonla çekmiş mesela).

Balonlardan mürekkep bir karakter koca şehrin içinde yalnız, ta ki ruh eşini buluncaya kadar... Dokuz buçuk dakikada toparlanmış, mendil ıslatmalık bir hikâye... Nasıl güzel, nasıl hüzünlü... Ne demişti Turgut Uyar: "Şimdi dolaşıp duruyor aramızda / kıpkırmızı bir duygu olarak / doğudan batıya bir güz halinde / çılgın ve hüzünlü."

Jardin, bir parça Uyar okumuş mudur?

iki taksici

Geçen gün bindiğim taksinin şoförü ben yaşlarda, samimi, konuşkan bir adamdı. Anlattıkça anlattı… 

Yolu bilmiyordu; tarif ettim. İki hafta önce başlamış taksiye, halen zorluk çekiyormuş. (Kim çekmez!) Yine de kendine güveniyordu. “Ben çok iş değiştirdim abi” dedi. “Ama bir hayat felsefem var: Asılırım, mantığını kavramaya çalışırım, sonra o iş çok kolaylaşır.” Eh, sıkı çalışmak iyi de İstanbul trafiğini anlamak öyle kolay olmasa gerek. 

Zor değilmiş. Öyle diyor yani. Şimdiden sabah nerede durması, akşam nereden geçmesi gerektiğini anlamış. Hiç boş kalmıyormuş, işler rayına oturuyormuş. 

Memleket muhabbeti yaptık biraz. Kırşehirli olduğunu söyledi. İki sene önce gelmiş İstanbul’a; atölye, fabrika, inşaat derken taksiye başlamış. Kırşehir’de ne iş yaptığını sordum. “Balıkçıydım abi” dedi. 

Kırşehir’de balık!? Şaşırdığımı gördü, “Hirfanlı Barajı’nda tutuyordum” diye ekledi. On sene kadar her sabah balığa çıkmış; baraj gölünü, gölün içindeki tepeleri, hangi balığın saat kaçta ağa geldiğini tek tek ezberlemiş. Ama yetmemiş işte… Kalkmış, İstanbul’a gelmiş. 

“İyi de” dedim; “madem balıkçılık biliyorsun, madem her işe asılıp mantığını kavrıyorsun, niye burada da balıkçılık yapmıyorsun?”

“Yok abi” dedi. “Bu deniz başka. Boğaz başka. Bizim Hirfanlı’ya benzemez, ben bilmem buraları, Sarıyer’den açılırım, Rusya’dan çıkarım; kapar götürür burada deniz; denemedim bile.”

Denemeyecekmiş de. Sisten de korkuyormuş hem. Yani taksiye devam… 

Güzel güzel, ayrıntı vere vere anlattı, iyi bir adamdı. Belli, taksiciliği de öğrenecek. Yolu açık olsun. 

Taksilerde sohbet çok. Belki unutacaktım bizim eski balıkçı taksiciyi de. Bir haber engel oldu. 

Rumelifeneri açıklarında, kaçak Afgan mültecileri taşırken batan, 24 kişiye mezar olan teknenin kaptanı bir taksiciymiş, yeni öğrendim. Cenazede gazetecilere konuşan kardeşi bütün ailenin şaşkın olduğunu söylüyor. Ağabeyinin kaptanlıkta uzaktan yakından bir ilgisi yokmuş. Yıllardır İstanbul’da taksicilik yapıyormuş. İyi yüzme bilirmiş, o kadar… Niye böyle bir şeye kalkıştığını kimse anlamamış. 

İki taksici… Tuhaf, ikisinin de hikâyesinden deniz geçiyor. Biri korkuyor, yaklaşmıyor bile, diğeri nedense yaklaşmış, hiç anlamadığı dümenin başına geçmiş.

Birinin teknesi artık taksi, diğer hikâye bitti.

tutarlı bir işi olmak beni boğuyordu


Uzun zamandır sinema üzerine iyi yazılmış bir kitap okumak istiyordum. Olkan (Özyurt) sağolsun, kütüphanesinden Lütfi Akad'ın otobiyografisini çıkarıp verdi de tam istediğim gibi bir kitaba kavuştum.

Lütfi Akad büyük yönetmen, bu kadarını biliyoruz. Büyük de bir yazarmış. "Hiçbir şey çocuğun hayal dünyasına benzemez. Hep çocuk kalmak istedim... Kaldım da..." diyerek hayatını anlattığı, 'Işıkla Karanlık Arasında' isimli kitabını muazzam yazmış.

Kitabı, daha ilk cümlelerinde, girdiği o büyük maceranın hakkını vererek açıyor. 26 Haziran 1946'dayız...

"Bunalımlı günler vardır. İnsan ne yaptığını, nereye gittiğini bilemez. Öyle günlerden birini yaşıyordum. İki buçuk yıllık askerlikten yeni terhis olmuştum, bir yerde çalışıyordum ve annem beni evlendirme telaşı içindeydi."

Sayfalar ilerledikçe genç ruhunun nasıl kabına sığmadığını görüyoruz. Ortada sinema namına hemen hiçbir şey yokken, belirsizliğin içine balıklama dalmış Akad. Ama ne dalış...
 
(...) Sinema işine girmeyi hiç ama hiç düşünmemiştim, böyle bir iş de yoktu aslında. Sinemayı tiyatrocular ek bir iş olarak yapıyorlardı. Diyeceğim, meslek değildi. Aslına bakılırsa hiçbir zaman da meslek olmamıştır. Olsa olsa bir tutkudur sinema. Akıllı uslu insan işi değildir; tutkulu insan işidir. 

(...) Yapacağım işin sinemayla bir ilişkisi yok görünüyordu. Bir işletme örgüsü kurulacak, hesap kitap işleri görülecekti. Gördüğüm eğitime yabancı bir tarafı yoktu. İstanbul Yüksek İktisat ve Ticaret Okulu'ndan mezundum. Ama o sıralar, dediğim gibi, Osmanlı Bankası'nda çalışıyordum. Tutarlı bir işim vardı. İşte sorun da burada idi. Tutarlı bir işi olmak beni boğuyordu. 

Uzun, upuzun bir kitap Işıkla Karanlık Arasında (İş Bankası Yayınları, 2014). Acele etmeden, tadını çıkartarak okuyacağım.

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...