çalışmak yorar

Bazı haberler diğerlerinden güzel. Bu da öyle bir haber. 

Kahramanımız Joaquin Garcia. 69 yaşında, mühendis… İspanya’nın güneybatısında, Cadiz şehrinin Sular İdaresi’nde memur… Memurdu desem daha iyi, emekli olmuş artık. 

Emekliliğinin tadını çıkarıyordur herhalde. 

Zaten memurluk hayatının da tadını çıkarmış. İşe gitmemiş Garcia. Maaşını almış tabii. Güneşli Pazartesiler’i tersinden yaşamış. 

Mesele şu ki Garcia’nın yokluğunu kimse fark etmemiş. Ta ki, 2010’da 20 yıllık hizmetini(!) onurlandırmak için ona bir plaket vermeye kalkana kadar…

Cadiz’in o zamanki belediye başkan vekili Jorge Blas Fernandez, bizzat işe aldığı, sonra da hemen karşı binadaki Sular İdaresi’ne gönderdiği bu mühendisi hatırlamış birden… “Ne oldu ki bu adama yahu” demiş. “Yıllardır görmüyorum, öldü mü kaldı mı?”  Plakete de bir ara kaygıyla bakmıştır herhalde. 


Başkan vekili sormuş soruşturmuş, “Yok” demişler, “Bu adam bize gelip gitmiyor”. “Biz de sizin adamınız zannetmiştik!” Falan filan… Ne yapsın, kafa iznini birazcık uzun tutan mühendisi ara tara buldurmuş vekil bey, “Nerdesin sen kardeşim” demiş. Hık mık etmiş mühendis… “Sosyalistim diye kötü davrandılar” demiş, “Beni aralarına almadılar” demiş… Demiş oğlu demiş. (“Ben işe gittim ama iş yoktu da” diye de savunmuş kendini bu arada). 

Mevzu anlaşılmış!

İspanyol Gazetesi El Mundo, yaklaşık 15 yılı bu şekilde geçiren Garcia’nın 27 bin euro para cezasına çarptırıldığını yazıyor (Belli ki olay da mahkemeyle çıkmış ortaya). Hepsi bu kadar. Hiçbir şey yapmadan senede 37 bin euro kazanan adam herhalde pek itiraz etmemiştir cezaya.  
Zaten Garcia muhtemelen artık bunları aşmış biri. Bunca boş vaktinde bol bol okumuş. Hele Spinoza felsefesinde uzmanlaşmış. 

Goodreads’te şöyle bir alıntısına rastladım Spinoza’nın (gerçek alıntı mı bilemedim ama duruma uyduğu kesin). 

Yaşamak için ne kadar mücadele ederseniz, o kadar az yaşarsınız. Ne yaptığından emin olmanız gerektiği fikrini bir kenara bırakın. Sizin için gerçek olan her neyse ona teslim olun. Siz ızdırap verici her şeyin üstündesiniz. 

Bir de o Cadiz güneşinin altında insanın gerçekten çalışası gelmez herhalde. Fazla çalışan memurlara saysınlar!

En üstteki foto, Garcia'nın çalışmadığı yer. Diğerleri kaytarmak isteyenler için Cadiz şehri. 

hayatının kitabını yazanlar

 Yazmak zor. Gerçekten zor. Burada böyle çalakalem (çalaklavye?) yazmak bile zor bazen hatta. Başlamak, devamını getirmek, anlamak, kendine izah edebilmek, sindirmek… 

Oturup bir roman yazmak hele… Yeni bir fikir bulup (her zaman değil elbette), ondan bir dünya yaratmak. 

Art arda yayımlanan iki kitap, hem bunları hissettirdi hem de iyi geldi bana. 

Murat Gülsoy’un ‘Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet’i ve Daniel Pennac’ın ‘Bedenin Güncesi’… Tuhaf bir şekilde birbirlerini tamamlıyorlar.

Gülsoy, kitabın hemen başında, yazının piri Borges’e gönderdiği sitayiş ve sitem dolu mektubunda, “ya her insan hayatını tek bir kitabı mükemmelleştirmeye adasa ve o kitap da yazarı ancak öldükten sonra yayımlansa”  derken, Pennac’ın kitabı tam da bunu yapıyor. Hayatını tek bir eseri, kendi eserini (kendi bedenini) mükemmelleştirmeye adayan ve onu yaşayan, onu yazan bir adamın ‘bedeninin’ güncesi o öldükten sonra ortaya çıkıyor. 

Yazmak zor. Bazen okumak da. Böyle güzel sürprizler o ‘tık’ sesi etkisini yapıyor ama. Her şey yerli yerine oturuyor bir an. Yetiyor bu. 

Gülsoy’un mektubundan uzunca (unutmadan, kitap bambaşka bir yöne gidiyor sonra), Pennac’ın güncesinden orta karar bir alıntı… Buraya dek sıkılmayanlar için… 

---

“ (…) Platon’un düşüncesini takip ederken kendilerini yepyeni bir âlemde bulan insanların yaşadığı şehir devletinin hikâyesidir bu. Yazı yalancıdır, yanıltır, demişti filozof, tıpkı duvarlarda asılı resimler gibi canlı görünürler ama onlarla konuşmaya çalışırsanız size cevap vermezler. Yazmayı önce ayıp saymaları bu öğretiye bağlılıklarındandı. Ama ayıp sayılan, gizlenen her şey gibi yazı da kutsallaştı o ülkede. Gündelik yaşamın içinden kovulup öte tarafa geçti, bilinmeyenin ölümden sonranın alanında kendine yer buldu. İnsanlar özgür kedilerin dolaştığı parke taşlı sokaklara bakarak tüllerin ardından, yalnız başlarına yazdılar hayatları boyunca. Gizli gizli. Hayatlarının kitabını yazdılar. Yaşamak yazmaktı asıl. Ama gizli, görünmeden. Herkesin bildiği, birbirinden gizlediği bir ikinci hayat. Kaçınılmaz son gerçekleştiğinde yakınları bulup çıkardılar yarım kalan kitapları. Ölüm her zaman yarıda bırakandır. Bunu bildiler, söylemediler, sessizce ölülerini gömdüler. Cansız beden mezara girerken elyazmalarını baskıya verdiler. Kitap insanın ölümden sonraki uzantısı, bir ölüm nesnesi. Ancak senin yazdıklarında rastlanabilecek bu garip kentin kütüphanelerinde her kitabın her yazarın tek kitabının olması da bir tesadüf değildi. Tek kitap. Tek hayat. Tahmin edebileceğin gibi, onların dilinde ‘ölü’ ile ‘yazar’ birbirinin yerine kullanılan sözcüklerdi. Elbette ‘yaşayan’ ile ‘okur’ da aynı sözcükle ifade ediliyordu. Böyle bir kentte yaşadığını hayal edebiliyor musun sevgili Borges? Hayatını mükemmelleştirmeye adadığın o tek kitabın okurlarına ulaştığını asla görmeden ölüp gideceğini bilerek yine de yazmak nasıl bir deneyim olurdu? Belki de müthiş bir özgürlük sağlıyordu kişiye. Bu hikâyeyi bulan tarihçinin belirttiği üzere sağlığında pek de fark edilmeyen sıradan insanlar öldükten sonra kitaplarının yayımlanmasıyla birlikte ünlenebiliyor, yakın çevrelerini şaşırtabiliyorlardı. Sıradan bir tüccarın ya da basit bir çiftçinin yazdıklarındaki olağanüstü derinlik ya da akıl almaz dil ustalığı okurların bir başka deyişle yaşayanların insana dair inancını pekiştiriyordu. Böyle bir kitap yayımlandığında insanlar dünyanın gidişatından duydukları endişe ve kaygıları bir tarafa atarak umutla doluyor; yaşamak denilen mucizenin bir kez daha farkına varmaktan dolayı kendilerini şanslı sayıyorlardı. Tıpkı meleklerin ete kemiğe bürünüp göründükleri eski zamanlarda insanların hissettiği biricik olma duygusuydu bu. Şimdilerde kimsenin hatırlamadığı… Bazen de tersine, yaşarken çok önemli ve saygın bilinen kimselerin aslında ne kadar kısır, yüzeysel ve kaba saba dünyaları olduğu ortaya çıkıyor ve yakınlarını utandırıyordu.”   

Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet - Murat Gülsoy

---

“ (…) Olay şu ki, insan, bedenine dair her şeyi öğrenmek zorunda: Yürümeyi, sümkürmeyi, yıkanmayı öğreniyoruz. Bize gösterilmeseydi bunların hiçbirini yapıyor olmazdık. Başlangıçta, insan hiçbir şey bilmiyor. Hiç ama hiçbir şey. Hayvanlar gibi bön. Öğrenilmeye ihtiyacı olmayan şeyler: nefes almak, görmek, duymak, yemek, işemek, sıçmak, yatmak ve uyanmak. Dahası var! Duyuyoruz ama dinlemeyi öğrenmek gerekiyor. Görüyoruz ama bakmayı öğrenmek gerekiyor. Yiyoruz ama tabağındaki eti kesmeyi öğrenmek gerekiyor. Sıçıyoruz ama lazımlığa yapmayı öğrenmek gerekiyor. İşiyoruz ama ayaklarımıza işememeyi öğrendikten sonra ileriye nişan almayı öğrenmek gerekiyor. Öğrenmek, her şeyden önce bedenine hâkim olmak demektir.”

Daniel Pennac - Bedenin Güncesi (Çeviren: Dilan Kırat)

üç şey - çayırlar, ormanlar ve bıçak


1.
Yeni Zelanda çayırlarından… Pilot-fotoğrafçı Tim Whittaker, koyun sürülerine yukarıdan bakmış… Kuşlar kadar hür koyunlar… 

2.
Cerattepe’de neler oluyor? Daha önce neler oldu? Milli Coğrafya isimli blogdaki iki yazı, bütün bir basını taca çıkardı; şu ana dek daha iyi bir çalışma yok. ‘Artvin Mücadelesine Dair Doğru Sanılan 18 Yanlış’ ve ‘Başbakan’ın Artvin Maden Projesine Dair Doğru Sandığı Yanlışlar’. Bilenler biliyordur muhakkak da benim bu vesileyle tanıştığım blog daha evvel Hopa selinden, ‘Yeşil Yol’dan da bahsetmiş. Alt başlığı ‘toplumu, kültürü ve siyaseti mekân üzerinden düşünmek’. Doğru bir iş, faydalı bir çaba… 

3.
Göstere göstere bilediğin bıçak
Bir gün elini kesecek 

Gülten Akın 

deniz

elmalar vardır öpmek için 
yerleri hiç değişmeyen yıldızlar, 
kokular bilirim, yeni doğmuş ten, 
ve sesin ki denizin koylara girişi 

Melih Cevdet Anday 

şehrin içinde pırıl pırıl bir gazete

Meslek hastalığı belki, gazetecilik üzerine bir filmi beğenmeye zaten hazırım da, Boston Globe’daki bir avuç gazetecinin hikâyesini anlatan bu Spotlight’ı beğenmemek mümkün değildi. 

Biraz kafa dağıtmak için gittik bugün filme, kafa dağıtmak ne kelime, bütün dikkatimizi iki saatliğine bir başka dünyaya ödünç verdik, geri almak da epey zor oldu. Bütün oyuncularının böylesi kusursuz oynadığı bir film, herhalde sinema tarihinde de pek azdır. 

Seyretmeyenler vardır, konusuna girmeyeyim -sonra belki daha uzun yazarım- ama şu kadarı önemli: Konu gerçek. Gazetecilik faaliyeti gerçek. Hayatlar gerçek… 
Bugünün gazetecilik ortamında (ya da ortamsızlığında diyelim) Spotlight’taki gibi bir gazeteci grubunun, bir konuyu böyle yakalayıp üzerine gitmesi, sonuç alması, üstelik gerçekten de dertlere deva olması ilham veriyor. Yaralı parmağa işemişler. 

İlham sadece bizim için değil üstelik. Üzerine ölü toprağı serpilmiş Boston Globe gazetesinin bile gerçek bir gazetecilik faaliyetiyle nasıl hayata tutunduğunu görmek güzeldi. 

Filmde çok zekice bulduğum bir unsur, Boston Globe binasını gösteren dış çekimlerdi. Gazetecilerin araştırması ilerledikçe, bina, şehir içindeki silik, önemsiz bir yer olmaktan çıktı; nihayet şehre hâkim, gecenin içinde pırıl pırıl parlayan bir yapıya dönüştü. Bir tür fenere… 


Sonrası Pulitzer zaten… 

En üstteki illüstrasyon R. Kikuo Johnson.

yol bilenler, salyangoz ve hey lucinda


üç şey

1. 
Tindersticks’in yeni albümü yine bir kış klasiği olacak. Kimbilir kaç iç çekmeye, kaç dalıp gitmeye, kaç vazgeçmeye, kaç kabullenmeye eşlik edecek… Hele grubun vokalisti Stuart Staples’in Lhasa de Sela’yla yaptıkları son kayıt ‘Hey Lucinda’yı dinledikten sonra… Çok, çok güzel şarkı… ‘I only dance to remember / how dancing used to feel’ diyen bir şarkı… Rosie Pedlow ve Joe King’in çektiği kısa film / klibi de ayrı güzel. 

2. 
Dün blogda bir alıntı yapmıştım Wade Davis’in kitabı Yol Bilenler’den… Hararetle önerdiğimin tekrar altını çizeyim, 2015’in en iyilerinden biri ‘Yol Bilenler - Kadim Bilgeliğin Modern Dünyadaki Önemi’ (Kolektif, Çev: Akın Terzi). Alın, okuyun, dünyaya karışın. 
3. 
İşte geliyor ağaç budamaya, 
O ne tafra, o ne kırallık, 
Bir omuzunda balta, ötekinde ıslık, 
Yer değiştiriyor kuşlar dallarda. 

Kente dönen çılgın mızıkacılar, 
Çiçek tozu içinde tunç bir davul, 
Borular arı gibi parlıyor güneşte.

At da sallanıyor, sevinç de, 
Sokağa dökülen sesin demeti. 

Kadın çıkmış salyangoz toplamaya,
Etekliğinde yılın beşinci mevsimi, 
Bakıyor gürültüsüyle memelerinin. 

Ve ağzında nar çiçeğiyle
Çocuk gider tayı sevmeye. 

Yüreği tedirgin eden bilgelik.

Salyangoz / Melih Cevdet Anday

kanada gibi bir yerde insan nasıl evsiz kalır?


Antropolog Wade Davis’in, Kolektif Kitap’tan çıkan harika eseri ‘Yol Bilenler - Kadim Bilgeliğin Modern Dünyadaki Önemi’ isimli kitabında okudum. Borneo Adası’nın Malezya sınırları içinde kalan eşsiz ormanlarında yaşayan Penanların hikâyesi… 

Bugünkü mülteci krizi için de okunabilir; geriye kalan her şey için de.. 

Penanlar, binlerce yıldır ormanda ‘göçebe’ yaşıyormuş; ormanlarını ellerinden alan devlet ve kereste şirketlerinin zorbalığı onları bildikleri yaşamdan etmiş, yerleşik olmaya zorlamış. Hâlâ ayakta kalma mücadelesi veriyorlar… Postun en sonundaki fotoğraf Surawak isimli yurtlarındaki ormanların bugünkü durumu

" (...) Peki hiçbir uzmanın bulunmadığı, herkesin her şeyi ormanda kolaylıkla bulunabilen hammaddelerden yapabildiği, her şeyin  bilfiil sırtta taşındığı ve maddi birikim yapmaya yönelik hiçbir teşvikin mevcut olmadığı bir toplumda zenginliği nasıl ölçersiniz? Penanlar zenginliği insanlar arasındaki güçlü sosyal ilişkilerin göstergesi olarak kabul ederler, zira bu ilişkiler zayıflayacak olursa, her şey zeval bulacaktır. Şayet bir çatışma hizipleşmeye ve ailelerin uzun süre kendi başının çaresine bakmasına yol açacak olursa, kifayetli avcıların eksikliği yüzünden bütün topluluklar açlık çekecektir. Dolayısıyla çoğu avcı-toplayıcı toplumda olduğu gibi, Penanlarda da birini doğrudan tenkit etmek hoş karşılanmayan bir davranıştır. Topluluğun birlik ve beraberliği her zaman önceliklidir. Çatışma ve öfke çok nadir görülür. Genelde medeni ve samimi davranışlar hakimdir. 

Penan dilinde ‘teşekkür ederim’e karşılık gelen bir tabir yoktur, zira paylaşmak zaten bir yükümlülüktür. Bir dahaki sefere ocağa kimin yiyecek getireceğini kimse bilemez. Bir keresinde ihtiyar bir kadına sigara vermiştim. Kadın sigarayı parçalayıp içindeki tütün dallarını tek tek ayırmış ve yerleşimdeki her haneye eşit olarak dağıtmıştı. Sigarayı ziyan etmişti etmesine ama paylaşma vazifesini layıkıyla yerine getirmişti. İlk ziyaretimden bir süre sonra, bir grup Penan, ormanlarının korunmasına yönelik bir kampanya için Kanada’ya geldiğinde, onları en çok şaşırtan şey evsizler olmuştu. Vancouver gibi müreffeh bir yerde böyle bir şeyin nasıl olabildiğine akıl sır erdirememişlerdi. Bir Kanadalı ya da Amerikalı çocukluğundan itibaren, evsizliğin üzücü ama hayatın kaçınılmaz bir gerçeği olduğuna inanır. Penanlarsa fakir bir insanın herkesi utandırması gerektiği şiarıyla yaşar. Gerçekten de Penan kültüründeki en büyük kabahat ‘sihun’dur, ki bu kavram da esasen paylaşma aczini ifade eder."

Wade Davis - Yol Bilenler - Kadim Bilgeliğin Modern Dünyadaki Önemi, Kolektif Kitap (Çeviren: Akın Terzi).




yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...