keresteden vatan yapan adam

Yine memleketin kabak tadı verdiği günler... Hukuksuz, standartsız, medeniyetsiz günler. Başka bir dünya mümkün değil diye diye içimize çöktük ama 'başka'yı mümkün kılanlar hep var. GQ'ya hem şaka hem gerçek mikroülkeler'i yazmıştım geçen sene. Onlardan birini, Ladonia'yı (Ladonya) hatırlayalım madem. İlham için. 

***
Bir tabela yok. Nereye gittiğinizi bilmiyorsanız kaybolmak işten değil. İsveç’in güneyinde, Kullaberg Yarımadası’ndaki doğal koruma alanında yer alan Ladonya mikrodevletini bulabilmek için ormanın içinde iki buçuk kilometre yürüyüp denize ulaşmak gerekiyor.


Zahmetli ama vardığınızda ülkenin kalbini, Nimis’i de kestirmeden keşfetmiş oluyorsunuz. 
75 tonluk bir heykel Nimis. İsveçli sanatçı Lars Vilks tarafından, suların sürüklediği ağaç dalları kullanılarak yapılmış, türünün özgün örneği bir eser. Esasen bir labirent… Yapısı tıpkı ülkenin kendisi gibi epey dolambaçlı. Bu yüzden de cuk diye yerine oturuyor.

Vilks’in bu garip ülkesi, kurulduğundan itibaren davalarla uğraştı. İsveç hükümeti “Tamam kardeşim sanatsa sanat, oynadın bitti, tadımızı kaçırma” diye Vilks’e yüklendikçe, sanatçı dozu artırdı. 1996’da bir de bağımsızlık ilan etti örneğin. 
Yetmedi, Nimis’i dünyaca ünlü sanatçılara sattı (Önce Joseph Beuys’a, o ölünce de Jeanne – Claude ile Christo’ya)… Hükümet “Yıkıyorum” dedi; o, Nimis’in yanına kat çıktı (yeni yapının adını da ‘Arx’ koydu).
Yetmedi, vatandaş kabul etmeye başladı. Özellikle de göçmenlere seslendi (Üçüncü dünyadan birçok göçmen orayı gerçek bir ülke zannedip başvurmuş). Bu da kâfi gelmedi, elçilik açtı.
Yabancı ülkelere resmi ziyaretlerde bulundu. Birini kraliçe ilan etti. Sonra onu düşürdü bir başkasını getirdi. Sanatçı Vilks Ladonya’yı nihayet 17 bin fahri vatandaşlı, yılda 40 bin turistin gezdiği bir ülke haline getirdi. Daha başarılı bir sözde devlet olabilir mi?

GQ Türkiye'de Haziran 2015'te yayımlanan 'Pasifik'e Doğru Ülkemi Göreceksin Sakın Şaşırma / Mikroülkeler' başlıklı yazıdan...

arap antilobu, kardeşimiz ağaçlar ve tatlı bir rota



Üç şey 

1.
Çöl. Binbir Gece Masalları’nın yeni edisyonuna rahat rahat kapak olur. Abu Dabi yakınları... Yukarıdaki Arap antilobunu hayvanat bahçesinden çıkarıp doğal yaşam alanına geri bırakmışlar. Karim Sahib isimli fotoğrafçı çekmiş.

2.
Yeni kitabı ‘Fakir Kene’ henüz yayımlanan Birhan Keskin, Cumhuriyet Kitap’taki röportajında Serap Çakır’a anlatıyor:
“Bizler zaten bir şehirde yaşadığımızdan, özellikle de İstanbul gibi bir beton çölünde yaşadığımız için tabiat bunca önemli, tam da bunun için çok önemli. Hepimiz tabiata hasret duygusuyla yaşıyoruz burada. Ondan uzakta yaşadığımız için işte bir tek ağacın kıymeti bile çok büyük. Ben yıllar önce Yeryüzü Halleri’ni yazdım biliyorsunuz. Tabiata duyduğumuz hayret ve hayranlık ve onunla bir olma hasretine dair bir omurgası vardı o kitabın. Daha ontolojik bir perspektiften yazılmıştı o şiirler. Bu kitapta o anlamda bir tabiat yok. Ama ‘Çimenlerin Efendisi’ de ‘İskelede Bir Çırak’ da betonlaşmaya küfür ediyor. Biz tam da bunları konuşurken Artvin’de insanlar doğayı korumak için ayakta. Doğayı birtakım rantlar için talan etmeye çalışanlar oldukça onu korumak için savunmaya geçenler de olacak. Şunu anlamıyorlar, bir kere daha üstüne basarak söyleyelim: Bu şehirde bir tek ağaç bile bizim için kıymetli kardeşim. Çünkü o ağaçlar bizim kardeşimiz! Bizim hasretimiz onlar… İşte bunu içinde duyanlar ve duymayanlar olarak da ikiye ayrılıyoruz.”

3. 


Pazar günü, bir nevi mini Tour de France, ‘Paris-Nice’ başlıyor. Cyclingnewstv, ‘bu isimlere dikkat edin’ diyen bir video hazırlamış. Ben “özellikle AG2R-La Mondiale’den Romain Bardet’ye dikkat edin” derim. Güzelim animasyon ‘Belleville’de Randevu’dan fırlamışa benzeyen Bardet’nin senesi bu sene. Umarım. 

.

köpürdelâ

İleride, “2016 hangi yıldı” diye sorduklarında verilecek cevaplardan biri, “Birhan Keskin’in Fakir Kene’sinin çıktığı yıldı” olacak. 
Dünyanın En Güzel Arabistanı’nın, Çocuk ve Allah’ın, Soğuk Otların Altında’nın çıktığı gibi bir yıldı… 

Denizde bir şey var 
Deniz bembeyaz bir dañ
Köpürdelâ
Köpürcük
Köpürgân. 

elimizde iyi bir hikâye varsa...


İstiyordum ama ne yalan söyleyeyim ‘The Revenant’ varken çok da ihtimal vermiyordum. ‘Spotlight’ın Oscar’ı gerçekten sürpriz oldu. Güzel oldu. 

Bu filml hatırladığımda, Boston Globe’daki ilk gününde Pulitzerlik haberi yakalayan Martin Baron’dan röportaj talebim üzerine aldığım e-maili unutmayacağım. Şu an Washington Post’un yayın yönetmenliğini sürdüren Baron, zarif bir notla yolladığı e-mailinde filmin düşünce özgürlüğünün sıkıntıda olduğu Türkiye’de de ses getirmesinden mutluluk duyduğunu söylüyordu. Sanırım sorularımı yanıtlamayı da bu yüzden kabul etti. 
Bu röportajlar için çalışırken en çok Baron’dan etkilendim zaten. Esquire Dergisi’nin, hakkında “Gelmiş geçmiş en iyi yayın yönetmeni o mu” başlığıyla bir makale yayımladığı bir adam bu. Söz konusu makaleyi okuyup da etkilememek mümkün değil (Buradan ulaşabilirsiniz).

Örneğin kariyerinin erken döneminde Los Angeles Times’da ona bağlı çalışan bir muhabir, “Onun beni ciddi bir gazeteci olarak görmesini isterdim, tıpkı kendisi gibi. Beni bu işte daha iyi yaptı. O, sizin daha iyi olmak istemenizi sağlıyor” demiş.

Zor beğenen, çok çalışan ve çok talepkâr bir yönetmenmiş Baron. O da kendisini “İnsanların beni sevmesi gerekmez, saygı duyması yeter” diye klişe bir cümleyle tanımlıyor.

Makalede daha çok ayrıntı var da, klişe mlişe, şu ‘saygı’ meselesinin üzerinde az duralım… Önemli çünkü. 

Ve çünkü bizdeki temel mesele esasen bu. Devletin başındaki zevatın da sıradan okurun da meselesi… Gazetecinin yaptığı işe saygı duymuyorlar. Daha açığı, dilim varmıyor ama, gazetecilik faaliyetinin kendisine saygı duymuyorlar. 

Spotlight röportajlarını Hürriyet’in internet sitesinde okuyan bir okur şöyle bir yorum bırakmış mesela: “Sorun şu WP [Washington Post] зalışanlarına , acaba , ABD devletinin devlet sırlarını, uluslarası prestijini sarsacak haberler yapabiliyorlar mıymış? Yoksa hadlerini ve sınırlarını bilip ve o ince çizgiyi koruyorlar mıymış?” (İmla okurun elbette). 

Sormaya gerek yok, söyleyeyim ben. Yapıyorlar. Kamunun çıkarı olduğuna inandıklarında yapıyorlar. Amerikan basın tarihinde en üst düzey devlet sırrı ifşa eden gazete Washington Post. Hatırlayın, ülkenin istihbarat teşkilâtı NSA’in dosyalarını Edward Snowden vasıtasıyla faş etmişti gazete. Tahmin edersiniz, gazetenin o dönemki yayın yönetmeni de Martin Baron’du… Washington’da işe henüz başlamıştı ki, dosya önüne geldi. Tereddüt etmedi. (Not: İngiltere'de The Guardian'la beraber yayımladılar). 

Snowden’dan aldığı NSA dosyalarını yayımlatmak için kapı kapı dolaşan gazeteci Barton Gellman, konuyu nihayet Washington Post’un taze yayın yönetmenine götürdüğü günü şöyle hatırlıyor: “Ben biraz casus gibiydim. Çok gizli bilgilere erişimi olan hassas bir kaynağım olduğunu ve onunla bir haber patlabileceğimizi söyledim. Post’un bugüne dek uğraştığı işlerdeki gizlilik seviyesini kat kat aşacaktı bu mevzu. Bu yüzden hukuki koruma istedim, güvenliğimin sağlanmasını da. Sonra bir an ne dediğimin farkına vardım; sesim delirmişim gibi geldi kulağıma. Ama Martin de bana bakıp tek bir şey söyledi: “Uyar!”

Uydu hakikaten de. Bir Pulitzer de bu haberden geldi, not edelim.

Türkiye'de böyle bir şey yapılsa çıkacak gümbürtüyü bir düşünün. Vatan hainliği, casus vs. suçlamalarının nasıl sakız gibi çiğneneceğini...  

Bu da Baron’un konu hakkında ne düşündüğü: “Yaptığımız işe gerçekten inanıyorum. Elimizde iyi bir hikâye varsa, engelleri, baskıyı şunu bunu düşünmeden sonuna kadar gitme yükümlülüğümüz var.”


Durum bundan ibaret. Saygı duyulsa da duyulmasa da. 

En üstteki fotoğraftaki Martin Baron, hemen üsttekiyse Spotlight'ın gazete ve film ekibinin kaynaşmış hali. 

bizi gazetecilik kurtarır


İyi insanlardan iyi gazeteci oluyor… Demek isterdim ama alakası yok! 

Ama istisnası var… Örneğin dünyanın öbür ucunda yaşayan, bir zamanlar The Boston Globe’un araştırmacı gazeteciliğin yüz aklarından Spotlight ekibini oluşturan gazeteciler gibi. 2001’de yaptıkları araştırma, koca şehrin örtbas ettiği taciz vakalarını su yüzüne çıkartmış, mağdurların acısını biraz olsun dindirmişti. Bu vakalar üstelik Kilise’de yaşanmıştı. Tacizciler de rahiplerdi. Zor iş böylesi bir vakayla uğraşmak. 

Bu cesur araştırma ‘Spotlight’ filminin de konusu oldu (Daha önce şurada yazmıştım). Bu satırlar yazıldıktan birkaç saat sonra dağıtılacak Oscar ödüllerinin güçlü bir adayı Spotlight. Umarım “En İyi Film Oscar’ı onun olur da daha fazla seyirciye ulaşabilir. 

Gelelim iyi insanlara… Onlar filme konu olan gerçek gazeteciler. Mesleğimizin saygın üyeleri. Bugünkü Hürriyet Pazar’da efsane ekibin üçüyle konuştum (Röportaja şuradan ulaşabilirsiniz). Bir zamanlar Spotlight’ın şefi olan (Michael Keaton’un canlandırdığı) Walter V. Robinson hâlâ gazetede ama artık serbest editör. Rachel McAdams’ın oynadığı Sacha Pfeiffer artık Spotlight’ta muhabir değil, Boston Globe’un köşe yazarları arasında. Martin Baron, Boston Globe’a Miami Herald’ı bir buçuk yıl yönettikten ve bu kısacık sürede gazeteye Pulitzer kazandırdıktan sonra gelen; Globe’daki daha ilk toplantısında da Pulitzerlik konuyu yakalayan o efsane genel yayın yönetmeni, artık Washington Post’un başında… Onlarla konuştum… Çok yoğun takvimlerinde zaman ayırdılar, seslerinin Türkiye’ye de yansıması için özen gösterdiler. 

 “İyi insanlar” diyorum, çünkü bu haberi bırakmak için çok sebepleri vardı, bırakmadılar. Onlara güvenenlerin yüzünü kara çıkarmak istemediler. Meslektaşlarının onlar için neler dediğini çok yerde okudum; basmakalıp sözlerle övülen insanlardan değiller, akla güzel bir anı eşliğinde gelen insanlardan… Bu fark da yeter zaten iyiliği anlatmaya. 

Bu gece kalbim onlarla. İlham veren ve "Bizi gazetecilik kurtarır" diyen, bu işi hakkını veremesem de neden yaptığımı hatırlatan o iyi insanlarla… 


***

Şu da kısa bir alıntı: 

(...) Pulitzer alan efsane ekibin başındaki Walter V. Robinson’a (kendisini Michael Keaton oynuyor) yaptığı işi beyazperdede görünce ne hissettiğini soruyorum; “Çok tuhaf geldi” diyor. “Gazeteciler ışığı başkasına tutar normalde, ışığın altında durmazlar! Ama hepimiz sonuçtan çok memnun kaldık. Bunun nihayetinde bir film olduğunu akıldan çıkarmamalı ama bu film o günlerde Globe’da neler yaşandığını doğrulara sadık kalarak anlatıyor. Bizi parlatmaya çalışmıyor, süreci gösteriyor. Araştırmaya nasıl başladık, nasıl ilerledik, aramızda neler geçti... Hepsi baştan sona böyle yaşandı.”

çalışmak yorar

Bazı haberler diğerlerinden güzel. Bu da öyle bir haber. 

Kahramanımız Joaquin Garcia. 69 yaşında, mühendis… İspanya’nın güneybatısında, Cadiz şehrinin Sular İdaresi’nde memur… Memurdu desem daha iyi, emekli olmuş artık. 

Emekliliğinin tadını çıkarıyordur herhalde. 

Zaten memurluk hayatının da tadını çıkarmış. İşe gitmemiş Garcia. Maaşını almış tabii. Güneşli Pazartesiler’i tersinden yaşamış. 

Mesele şu ki Garcia’nın yokluğunu kimse fark etmemiş. Ta ki, 2010’da 20 yıllık hizmetini(!) onurlandırmak için ona bir plaket vermeye kalkana kadar…

Cadiz’in o zamanki belediye başkan vekili Jorge Blas Fernandez, bizzat işe aldığı, sonra da hemen karşı binadaki Sular İdaresi’ne gönderdiği bu mühendisi hatırlamış birden… “Ne oldu ki bu adama yahu” demiş. “Yıllardır görmüyorum, öldü mü kaldı mı?”  Plakete de bir ara kaygıyla bakmıştır herhalde. 


Başkan vekili sormuş soruşturmuş, “Yok” demişler, “Bu adam bize gelip gitmiyor”. “Biz de sizin adamınız zannetmiştik!” Falan filan… Ne yapsın, kafa iznini birazcık uzun tutan mühendisi ara tara buldurmuş vekil bey, “Nerdesin sen kardeşim” demiş. Hık mık etmiş mühendis… “Sosyalistim diye kötü davrandılar” demiş, “Beni aralarına almadılar” demiş… Demiş oğlu demiş. (“Ben işe gittim ama iş yoktu da” diye de savunmuş kendini bu arada). 

Mevzu anlaşılmış!

İspanyol Gazetesi El Mundo, yaklaşık 15 yılı bu şekilde geçiren Garcia’nın 27 bin euro para cezasına çarptırıldığını yazıyor (Belli ki olay da mahkemeyle çıkmış ortaya). Hepsi bu kadar. Hiçbir şey yapmadan senede 37 bin euro kazanan adam herhalde pek itiraz etmemiştir cezaya.  
Zaten Garcia muhtemelen artık bunları aşmış biri. Bunca boş vaktinde bol bol okumuş. Hele Spinoza felsefesinde uzmanlaşmış. 

Goodreads’te şöyle bir alıntısına rastladım Spinoza’nın (gerçek alıntı mı bilemedim ama duruma uyduğu kesin). 

Yaşamak için ne kadar mücadele ederseniz, o kadar az yaşarsınız. Ne yaptığından emin olmanız gerektiği fikrini bir kenara bırakın. Sizin için gerçek olan her neyse ona teslim olun. Siz ızdırap verici her şeyin üstündesiniz. 

Bir de o Cadiz güneşinin altında insanın gerçekten çalışası gelmez herhalde. Fazla çalışan memurlara saysınlar!

En üstteki foto, Garcia'nın çalışmadığı yer. Diğerleri kaytarmak isteyenler için Cadiz şehri. 

hayatının kitabını yazanlar

 Yazmak zor. Gerçekten zor. Burada böyle çalakalem (çalaklavye?) yazmak bile zor bazen hatta. Başlamak, devamını getirmek, anlamak, kendine izah edebilmek, sindirmek… 

Oturup bir roman yazmak hele… Yeni bir fikir bulup (her zaman değil elbette), ondan bir dünya yaratmak. 

Art arda yayımlanan iki kitap, hem bunları hissettirdi hem de iyi geldi bana. 

Murat Gülsoy’un ‘Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet’i ve Daniel Pennac’ın ‘Bedenin Güncesi’… Tuhaf bir şekilde birbirlerini tamamlıyorlar.

Gülsoy, kitabın hemen başında, yazının piri Borges’e gönderdiği sitayiş ve sitem dolu mektubunda, “ya her insan hayatını tek bir kitabı mükemmelleştirmeye adasa ve o kitap da yazarı ancak öldükten sonra yayımlansa”  derken, Pennac’ın kitabı tam da bunu yapıyor. Hayatını tek bir eseri, kendi eserini (kendi bedenini) mükemmelleştirmeye adayan ve onu yaşayan, onu yazan bir adamın ‘bedeninin’ güncesi o öldükten sonra ortaya çıkıyor. 

Yazmak zor. Bazen okumak da. Böyle güzel sürprizler o ‘tık’ sesi etkisini yapıyor ama. Her şey yerli yerine oturuyor bir an. Yetiyor bu. 

Gülsoy’un mektubundan uzunca (unutmadan, kitap bambaşka bir yöne gidiyor sonra), Pennac’ın güncesinden orta karar bir alıntı… Buraya dek sıkılmayanlar için… 

---

“ (…) Platon’un düşüncesini takip ederken kendilerini yepyeni bir âlemde bulan insanların yaşadığı şehir devletinin hikâyesidir bu. Yazı yalancıdır, yanıltır, demişti filozof, tıpkı duvarlarda asılı resimler gibi canlı görünürler ama onlarla konuşmaya çalışırsanız size cevap vermezler. Yazmayı önce ayıp saymaları bu öğretiye bağlılıklarındandı. Ama ayıp sayılan, gizlenen her şey gibi yazı da kutsallaştı o ülkede. Gündelik yaşamın içinden kovulup öte tarafa geçti, bilinmeyenin ölümden sonranın alanında kendine yer buldu. İnsanlar özgür kedilerin dolaştığı parke taşlı sokaklara bakarak tüllerin ardından, yalnız başlarına yazdılar hayatları boyunca. Gizli gizli. Hayatlarının kitabını yazdılar. Yaşamak yazmaktı asıl. Ama gizli, görünmeden. Herkesin bildiği, birbirinden gizlediği bir ikinci hayat. Kaçınılmaz son gerçekleştiğinde yakınları bulup çıkardılar yarım kalan kitapları. Ölüm her zaman yarıda bırakandır. Bunu bildiler, söylemediler, sessizce ölülerini gömdüler. Cansız beden mezara girerken elyazmalarını baskıya verdiler. Kitap insanın ölümden sonraki uzantısı, bir ölüm nesnesi. Ancak senin yazdıklarında rastlanabilecek bu garip kentin kütüphanelerinde her kitabın her yazarın tek kitabının olması da bir tesadüf değildi. Tek kitap. Tek hayat. Tahmin edebileceğin gibi, onların dilinde ‘ölü’ ile ‘yazar’ birbirinin yerine kullanılan sözcüklerdi. Elbette ‘yaşayan’ ile ‘okur’ da aynı sözcükle ifade ediliyordu. Böyle bir kentte yaşadığını hayal edebiliyor musun sevgili Borges? Hayatını mükemmelleştirmeye adadığın o tek kitabın okurlarına ulaştığını asla görmeden ölüp gideceğini bilerek yine de yazmak nasıl bir deneyim olurdu? Belki de müthiş bir özgürlük sağlıyordu kişiye. Bu hikâyeyi bulan tarihçinin belirttiği üzere sağlığında pek de fark edilmeyen sıradan insanlar öldükten sonra kitaplarının yayımlanmasıyla birlikte ünlenebiliyor, yakın çevrelerini şaşırtabiliyorlardı. Sıradan bir tüccarın ya da basit bir çiftçinin yazdıklarındaki olağanüstü derinlik ya da akıl almaz dil ustalığı okurların bir başka deyişle yaşayanların insana dair inancını pekiştiriyordu. Böyle bir kitap yayımlandığında insanlar dünyanın gidişatından duydukları endişe ve kaygıları bir tarafa atarak umutla doluyor; yaşamak denilen mucizenin bir kez daha farkına varmaktan dolayı kendilerini şanslı sayıyorlardı. Tıpkı meleklerin ete kemiğe bürünüp göründükleri eski zamanlarda insanların hissettiği biricik olma duygusuydu bu. Şimdilerde kimsenin hatırlamadığı… Bazen de tersine, yaşarken çok önemli ve saygın bilinen kimselerin aslında ne kadar kısır, yüzeysel ve kaba saba dünyaları olduğu ortaya çıkıyor ve yakınlarını utandırıyordu.”   

Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet - Murat Gülsoy

---

“ (…) Olay şu ki, insan, bedenine dair her şeyi öğrenmek zorunda: Yürümeyi, sümkürmeyi, yıkanmayı öğreniyoruz. Bize gösterilmeseydi bunların hiçbirini yapıyor olmazdık. Başlangıçta, insan hiçbir şey bilmiyor. Hiç ama hiçbir şey. Hayvanlar gibi bön. Öğrenilmeye ihtiyacı olmayan şeyler: nefes almak, görmek, duymak, yemek, işemek, sıçmak, yatmak ve uyanmak. Dahası var! Duyuyoruz ama dinlemeyi öğrenmek gerekiyor. Görüyoruz ama bakmayı öğrenmek gerekiyor. Yiyoruz ama tabağındaki eti kesmeyi öğrenmek gerekiyor. Sıçıyoruz ama lazımlığa yapmayı öğrenmek gerekiyor. İşiyoruz ama ayaklarımıza işememeyi öğrendikten sonra ileriye nişan almayı öğrenmek gerekiyor. Öğrenmek, her şeyden önce bedenine hâkim olmak demektir.”

Daniel Pennac - Bedenin Güncesi (Çeviren: Dilan Kırat)

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...