kayıp eşya bürosu



Epey olmuş, kısa animasyon paylaşmamışım burada. Hayat boşluk kabul etmez (eder aslında!); şu pırıl pırıl filmi seyredelim madem. Bir gün yaşlı bir kadın elinde bir fotoğrafla kayıp eşya bürosuna girer… Sonrası gözyaşı garantili! Şaka bir yana, sıcak, usta işi bir animasyon ‘Lost Property’.  Londra’da yaşayan Finlandiyalı çizer, illüstratör (ve 'animatör' ama bizde öyle denmiyor sanırım) Åsa Lucander imzalı.
Lucander’in diğer işlerine şuradan ulaşabilirsiniz.
Sanatçının sayfasında dolaşırken, klişe gelecek ama mest oldum gerçekten. Çoğu işi ‘Lost Property’ ayarında. ‘Çoğunluk’ diyorum çünkü bazıları daha iyi!

Mesela BBC 2’de yayımlanan ‘Science Club’ serileri harikulade. İzlerken hayıflandım; “Keşke bizdeki çocuklar da böyle şeyler izleseler” diye düşündüm (keşke ben de izleseydim çocukken). Bir örneği aşağıda.  


TRT tartışması yıllardır sürüp gider ya, BBC’de de durum aynı. Hani şu “Bizim paramızla neler yapıyorlar” sorusu. Böyle şeyler yapsalar, bizde kimse tartışmazdı!

Son bir şey: İnternette “Şuna hayrına Türkçe altyazı hazırlansa da birkaç kişi daha izleyebilse” dediğim videolar arasına BBC Science Club de girdi.

katran ve tüy

Bazı Red Kit maceralarında köy köy, kasaba kasaba gezerek ölümsüzlük iksiri pazarlayan şarlatanlar vardır. Kasaba ahalisi önce ağzı açık seyrederler onu, alkışlarlar; işin rengi anlaşıldıktan sonra da katran ve tüye bulayıp defederler. 

Siyasetçilik mesleği, doğası gereği iksir pazarlamaya açık. Dinleyen çok, inanmak isteyen daha çok. Mesele onlara ulaşmakta. Sesi çok daha iyi duyuracak bir hoparlör lazım. Bugün bir insanın sesini, doğruları ve yalanları en uzağa taşıyan şey medya ('Sosyal medya' değil ama, insanlar halen nihai karar için geleneksel medyaya itimat ediyor, en azından şimdilik). 

Esas sıkıntı da işte bu hoparlörde zaten (Ona sonra geliriz). 

İksir pazarlayan son adam, mültimilyoner işadamı Donald Trump. Herkese güvenlik, herkese iş, herkese konfor vadediyor. Amerikan başkanı olursa ülkenin eski, güzel günlerine döneceğini vaaz ediyor. İnandırıyor da, çoktan inanmak isteyenleri. Ne pahasına? O eski güzel günlerdeki ırkçılık ve vahşeti geri getirmecesine (tam da Vahşi Batı işte). 

Şaka gibi başlayan siyasi kariyeri hızla ilerledi; Amerikan başkanlığına koşuyor Trump. İşler ciddiye bindi. Gün aşırı söylediği ahlaksız sözlere inanmak mümkün değil ama işte kanıyla canıyla önümüzde adam. 

Bu haftasonu Hürriyet Pazar’da kısa bir portresini yazmıştım Trump’ın (şuradan okunabilir). Şunları söylemiş bir siyasetçiden bahsediyoruz.  

(…)Tv sunucusu Megyn Kelly için: “Şimdi ‘sürtük’ desem yanlış olur, o yüzden demiyorum.”  Rakibi Rubio için: “Köpek gibi terliyor.” Müslümanlar için: “ABD’ye girişleri tamamen durdurulmalı.” Meksikalı göçmenler için: “[Meksika’dan] problemli insanlar gönderiyorlar. Onlar da o problemleri bize getiriyor. Uyuşturucu getiriyorlar. Suç getiriyorlar. Tecavüzcüler. Sanırım bazıları da iyi insanlar.” Kendi seçmeni için: “Beşinci Cadde’nin ortasında birini vursam yine de oy kaybetmem.”

Gelelim esas sıkıntı veren meseleye, yani medya denen hoparlöre. 

Yukarıdakileri söyleyebilen bir adam Cumhuriyetçi adaylar arasındaki en yakın rakibinin tam 33 katı kadar haberleştirilmiş Amerikan medyasında. En güçlü Demokrat aday adayı Hilary Clinton’ınsa iki katı kadar.

Eh, bu sistem Türkiye’de de farklı değil. Burada hepimiz adına bir sorun var. 

Gazeteciler tartışma çıkaran adamı, etrafa irin yaysa da haberleştirmeyi seviyor. 

Okurlar da bayıla bayıla okuyor. Okudukları oya da dönebiliyor üstelik. 

Gazeteci ile okur iki ayrı tür değil aslında. Hele çoğu zaman Trump’tan farklı da sayılmayız. Onun avantajı, sistemin sıkıştığı noktayı keşfetmiş olması. 

Bunu da her türlü vicdan ve izan kırıntısından uzak durarak suistimal etmesi. Edebilmesi. 

Ne zaman böyle bir siyasetçi çıksa gözüne far tutulmuş tavşan gibi kalıyoruz. En iyimizin, en aydınımızın seviyesi bu kadar. Çünkü maalesef bu adiliğin ürettiği reytinge herkesin ihtiyacı var… Gazetenin satmak için ihtiyacı var, okurun da tatlı tatlı çekiştirmek, dehşete düşer gibi yapmak, başkasının kötülüklerini izleyerek kendini iyi hissetmek için ihtiyacı var. Düz faşistlerin ihtiyacı zaten hiç bitmiyor.  

Amerikalılar Trump’u katran ve tüye bular mı? Zor görünüyor. Adam, Vahşi Batı’nın formülünü çözmüş. İzliyoruz... 

keresteden vatan yapan adam

Yine memleketin kabak tadı verdiği günler... Hukuksuz, standartsız, medeniyetsiz günler. Başka bir dünya mümkün değil diye diye içimize çöktük ama 'başka'yı mümkün kılanlar hep var. GQ'ya hem şaka hem gerçek mikroülkeler'i yazmıştım geçen sene. Onlardan birini, Ladonia'yı (Ladonya) hatırlayalım madem. İlham için. 

***
Bir tabela yok. Nereye gittiğinizi bilmiyorsanız kaybolmak işten değil. İsveç’in güneyinde, Kullaberg Yarımadası’ndaki doğal koruma alanında yer alan Ladonya mikrodevletini bulabilmek için ormanın içinde iki buçuk kilometre yürüyüp denize ulaşmak gerekiyor.


Zahmetli ama vardığınızda ülkenin kalbini, Nimis’i de kestirmeden keşfetmiş oluyorsunuz. 
75 tonluk bir heykel Nimis. İsveçli sanatçı Lars Vilks tarafından, suların sürüklediği ağaç dalları kullanılarak yapılmış, türünün özgün örneği bir eser. Esasen bir labirent… Yapısı tıpkı ülkenin kendisi gibi epey dolambaçlı. Bu yüzden de cuk diye yerine oturuyor.

Vilks’in bu garip ülkesi, kurulduğundan itibaren davalarla uğraştı. İsveç hükümeti “Tamam kardeşim sanatsa sanat, oynadın bitti, tadımızı kaçırma” diye Vilks’e yüklendikçe, sanatçı dozu artırdı. 1996’da bir de bağımsızlık ilan etti örneğin. 
Yetmedi, Nimis’i dünyaca ünlü sanatçılara sattı (Önce Joseph Beuys’a, o ölünce de Jeanne – Claude ile Christo’ya)… Hükümet “Yıkıyorum” dedi; o, Nimis’in yanına kat çıktı (yeni yapının adını da ‘Arx’ koydu).
Yetmedi, vatandaş kabul etmeye başladı. Özellikle de göçmenlere seslendi (Üçüncü dünyadan birçok göçmen orayı gerçek bir ülke zannedip başvurmuş). Bu da kâfi gelmedi, elçilik açtı.
Yabancı ülkelere resmi ziyaretlerde bulundu. Birini kraliçe ilan etti. Sonra onu düşürdü bir başkasını getirdi. Sanatçı Vilks Ladonya’yı nihayet 17 bin fahri vatandaşlı, yılda 40 bin turistin gezdiği bir ülke haline getirdi. Daha başarılı bir sözde devlet olabilir mi?

GQ Türkiye'de Haziran 2015'te yayımlanan 'Pasifik'e Doğru Ülkemi Göreceksin Sakın Şaşırma / Mikroülkeler' başlıklı yazıdan...

arap antilobu, kardeşimiz ağaçlar ve tatlı bir rota



Üç şey 

1.
Çöl. Binbir Gece Masalları’nın yeni edisyonuna rahat rahat kapak olur. Abu Dabi yakınları... Yukarıdaki Arap antilobunu hayvanat bahçesinden çıkarıp doğal yaşam alanına geri bırakmışlar. Karim Sahib isimli fotoğrafçı çekmiş.

2.
Yeni kitabı ‘Fakir Kene’ henüz yayımlanan Birhan Keskin, Cumhuriyet Kitap’taki röportajında Serap Çakır’a anlatıyor:
“Bizler zaten bir şehirde yaşadığımızdan, özellikle de İstanbul gibi bir beton çölünde yaşadığımız için tabiat bunca önemli, tam da bunun için çok önemli. Hepimiz tabiata hasret duygusuyla yaşıyoruz burada. Ondan uzakta yaşadığımız için işte bir tek ağacın kıymeti bile çok büyük. Ben yıllar önce Yeryüzü Halleri’ni yazdım biliyorsunuz. Tabiata duyduğumuz hayret ve hayranlık ve onunla bir olma hasretine dair bir omurgası vardı o kitabın. Daha ontolojik bir perspektiften yazılmıştı o şiirler. Bu kitapta o anlamda bir tabiat yok. Ama ‘Çimenlerin Efendisi’ de ‘İskelede Bir Çırak’ da betonlaşmaya küfür ediyor. Biz tam da bunları konuşurken Artvin’de insanlar doğayı korumak için ayakta. Doğayı birtakım rantlar için talan etmeye çalışanlar oldukça onu korumak için savunmaya geçenler de olacak. Şunu anlamıyorlar, bir kere daha üstüne basarak söyleyelim: Bu şehirde bir tek ağaç bile bizim için kıymetli kardeşim. Çünkü o ağaçlar bizim kardeşimiz! Bizim hasretimiz onlar… İşte bunu içinde duyanlar ve duymayanlar olarak da ikiye ayrılıyoruz.”

3. 


Pazar günü, bir nevi mini Tour de France, ‘Paris-Nice’ başlıyor. Cyclingnewstv, ‘bu isimlere dikkat edin’ diyen bir video hazırlamış. Ben “özellikle AG2R-La Mondiale’den Romain Bardet’ye dikkat edin” derim. Güzelim animasyon ‘Belleville’de Randevu’dan fırlamışa benzeyen Bardet’nin senesi bu sene. Umarım. 

.

köpürdelâ

İleride, “2016 hangi yıldı” diye sorduklarında verilecek cevaplardan biri, “Birhan Keskin’in Fakir Kene’sinin çıktığı yıldı” olacak. 
Dünyanın En Güzel Arabistanı’nın, Çocuk ve Allah’ın, Soğuk Otların Altında’nın çıktığı gibi bir yıldı… 

Denizde bir şey var 
Deniz bembeyaz bir dañ
Köpürdelâ
Köpürcük
Köpürgân. 

elimizde iyi bir hikâye varsa...


İstiyordum ama ne yalan söyleyeyim ‘The Revenant’ varken çok da ihtimal vermiyordum. ‘Spotlight’ın Oscar’ı gerçekten sürpriz oldu. Güzel oldu. 

Bu filml hatırladığımda, Boston Globe’daki ilk gününde Pulitzerlik haberi yakalayan Martin Baron’dan röportaj talebim üzerine aldığım e-maili unutmayacağım. Şu an Washington Post’un yayın yönetmenliğini sürdüren Baron, zarif bir notla yolladığı e-mailinde filmin düşünce özgürlüğünün sıkıntıda olduğu Türkiye’de de ses getirmesinden mutluluk duyduğunu söylüyordu. Sanırım sorularımı yanıtlamayı da bu yüzden kabul etti. 
Bu röportajlar için çalışırken en çok Baron’dan etkilendim zaten. Esquire Dergisi’nin, hakkında “Gelmiş geçmiş en iyi yayın yönetmeni o mu” başlığıyla bir makale yayımladığı bir adam bu. Söz konusu makaleyi okuyup da etkilememek mümkün değil (Buradan ulaşabilirsiniz).

Örneğin kariyerinin erken döneminde Los Angeles Times’da ona bağlı çalışan bir muhabir, “Onun beni ciddi bir gazeteci olarak görmesini isterdim, tıpkı kendisi gibi. Beni bu işte daha iyi yaptı. O, sizin daha iyi olmak istemenizi sağlıyor” demiş.

Zor beğenen, çok çalışan ve çok talepkâr bir yönetmenmiş Baron. O da kendisini “İnsanların beni sevmesi gerekmez, saygı duyması yeter” diye klişe bir cümleyle tanımlıyor.

Makalede daha çok ayrıntı var da, klişe mlişe, şu ‘saygı’ meselesinin üzerinde az duralım… Önemli çünkü. 

Ve çünkü bizdeki temel mesele esasen bu. Devletin başındaki zevatın da sıradan okurun da meselesi… Gazetecinin yaptığı işe saygı duymuyorlar. Daha açığı, dilim varmıyor ama, gazetecilik faaliyetinin kendisine saygı duymuyorlar. 

Spotlight röportajlarını Hürriyet’in internet sitesinde okuyan bir okur şöyle bir yorum bırakmış mesela: “Sorun şu WP [Washington Post] зalışanlarına , acaba , ABD devletinin devlet sırlarını, uluslarası prestijini sarsacak haberler yapabiliyorlar mıymış? Yoksa hadlerini ve sınırlarını bilip ve o ince çizgiyi koruyorlar mıymış?” (İmla okurun elbette). 

Sormaya gerek yok, söyleyeyim ben. Yapıyorlar. Kamunun çıkarı olduğuna inandıklarında yapıyorlar. Amerikan basın tarihinde en üst düzey devlet sırrı ifşa eden gazete Washington Post. Hatırlayın, ülkenin istihbarat teşkilâtı NSA’in dosyalarını Edward Snowden vasıtasıyla faş etmişti gazete. Tahmin edersiniz, gazetenin o dönemki yayın yönetmeni de Martin Baron’du… Washington’da işe henüz başlamıştı ki, dosya önüne geldi. Tereddüt etmedi. (Not: İngiltere'de The Guardian'la beraber yayımladılar). 

Snowden’dan aldığı NSA dosyalarını yayımlatmak için kapı kapı dolaşan gazeteci Barton Gellman, konuyu nihayet Washington Post’un taze yayın yönetmenine götürdüğü günü şöyle hatırlıyor: “Ben biraz casus gibiydim. Çok gizli bilgilere erişimi olan hassas bir kaynağım olduğunu ve onunla bir haber patlabileceğimizi söyledim. Post’un bugüne dek uğraştığı işlerdeki gizlilik seviyesini kat kat aşacaktı bu mevzu. Bu yüzden hukuki koruma istedim, güvenliğimin sağlanmasını da. Sonra bir an ne dediğimin farkına vardım; sesim delirmişim gibi geldi kulağıma. Ama Martin de bana bakıp tek bir şey söyledi: “Uyar!”

Uydu hakikaten de. Bir Pulitzer de bu haberden geldi, not edelim.

Türkiye'de böyle bir şey yapılsa çıkacak gümbürtüyü bir düşünün. Vatan hainliği, casus vs. suçlamalarının nasıl sakız gibi çiğneneceğini...  

Bu da Baron’un konu hakkında ne düşündüğü: “Yaptığımız işe gerçekten inanıyorum. Elimizde iyi bir hikâye varsa, engelleri, baskıyı şunu bunu düşünmeden sonuna kadar gitme yükümlülüğümüz var.”


Durum bundan ibaret. Saygı duyulsa da duyulmasa da. 

En üstteki fotoğraftaki Martin Baron, hemen üsttekiyse Spotlight'ın gazete ve film ekibinin kaynaşmış hali. 

bizi gazetecilik kurtarır


İyi insanlardan iyi gazeteci oluyor… Demek isterdim ama alakası yok! 

Ama istisnası var… Örneğin dünyanın öbür ucunda yaşayan, bir zamanlar The Boston Globe’un araştırmacı gazeteciliğin yüz aklarından Spotlight ekibini oluşturan gazeteciler gibi. 2001’de yaptıkları araştırma, koca şehrin örtbas ettiği taciz vakalarını su yüzüne çıkartmış, mağdurların acısını biraz olsun dindirmişti. Bu vakalar üstelik Kilise’de yaşanmıştı. Tacizciler de rahiplerdi. Zor iş böylesi bir vakayla uğraşmak. 

Bu cesur araştırma ‘Spotlight’ filminin de konusu oldu (Daha önce şurada yazmıştım). Bu satırlar yazıldıktan birkaç saat sonra dağıtılacak Oscar ödüllerinin güçlü bir adayı Spotlight. Umarım “En İyi Film Oscar’ı onun olur da daha fazla seyirciye ulaşabilir. 

Gelelim iyi insanlara… Onlar filme konu olan gerçek gazeteciler. Mesleğimizin saygın üyeleri. Bugünkü Hürriyet Pazar’da efsane ekibin üçüyle konuştum (Röportaja şuradan ulaşabilirsiniz). Bir zamanlar Spotlight’ın şefi olan (Michael Keaton’un canlandırdığı) Walter V. Robinson hâlâ gazetede ama artık serbest editör. Rachel McAdams’ın oynadığı Sacha Pfeiffer artık Spotlight’ta muhabir değil, Boston Globe’un köşe yazarları arasında. Martin Baron, Boston Globe’a Miami Herald’ı bir buçuk yıl yönettikten ve bu kısacık sürede gazeteye Pulitzer kazandırdıktan sonra gelen; Globe’daki daha ilk toplantısında da Pulitzerlik konuyu yakalayan o efsane genel yayın yönetmeni, artık Washington Post’un başında… Onlarla konuştum… Çok yoğun takvimlerinde zaman ayırdılar, seslerinin Türkiye’ye de yansıması için özen gösterdiler. 

 “İyi insanlar” diyorum, çünkü bu haberi bırakmak için çok sebepleri vardı, bırakmadılar. Onlara güvenenlerin yüzünü kara çıkarmak istemediler. Meslektaşlarının onlar için neler dediğini çok yerde okudum; basmakalıp sözlerle övülen insanlardan değiller, akla güzel bir anı eşliğinde gelen insanlardan… Bu fark da yeter zaten iyiliği anlatmaya. 

Bu gece kalbim onlarla. İlham veren ve "Bizi gazetecilik kurtarır" diyen, bu işi hakkını veremesem de neden yaptığımı hatırlatan o iyi insanlarla… 


***

Şu da kısa bir alıntı: 

(...) Pulitzer alan efsane ekibin başındaki Walter V. Robinson’a (kendisini Michael Keaton oynuyor) yaptığı işi beyazperdede görünce ne hissettiğini soruyorum; “Çok tuhaf geldi” diyor. “Gazeteciler ışığı başkasına tutar normalde, ışığın altında durmazlar! Ama hepimiz sonuçtan çok memnun kaldık. Bunun nihayetinde bir film olduğunu akıldan çıkarmamalı ama bu film o günlerde Globe’da neler yaşandığını doğrulara sadık kalarak anlatıyor. Bizi parlatmaya çalışmıyor, süreci gösteriyor. Araştırmaya nasıl başladık, nasıl ilerledik, aramızda neler geçti... Hepsi baştan sona böyle yaşandı.”

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...