gazetelere konu olmayan insanlar

Yaşardık, her zamanki gibi, aldırmadan. Aldırmamak cehaletle aynı şey değildir, üstünde çalışman gerekir. 
Hiçbir şey bir anda değişmez: Derece derece ısınan bir küvette farkına varmadan haşlanarak ölürsünüz. Elbette gazetelerde öyküler vardı, hendeklerde ya da ormanlarda bulunan cesetler, ölesiye dövülmüş ya da sakatlanmış, eskiden dedikleri gibi saldırıya uğramış; ama bunlar başka kadınlar hakkındaydı ve bunları yapan erkekler başka erkeklerdi. Hiçbiri tanıdığımız erkekler değildi. Gazete öyküleri bizim için rüya gibiydi, başkalarının gördüğü kötü rüyalar. Ne korkunç, derdik, öyleydiler de, ama inanılır olmaksızın korkunçtular. Aşırı melodramatiktiler, bizim hayatımıza ait olmayan bir boyuta sahiptiler. 
Gazetelere konu olmayan insanlardık biz. Baskı kenarlarındaki beyaz boş alanlarda yaşıyorduk. Bu bize daha çok özgürlük veriyordu. 

Öyküler arasındaki boşluklarda yaşardık. 

Damızlık Kızın Öyküsü, Margaret Atwood, (Çeviren: Sevinç Altınçekiç, Özcan Kabakçıoğlu)

her türlü kuşkunun ötesinde


Daha önce haberdar olmadığım muazzam bir film: Her Türlü Kuşkunun Ötesinde Bir Vatandaş Üzerine Soruşturma. İtalyan yönetmen Elio Petri, 1970’te çekmiş. Gian Maria Volonte büyüleyici oynamış. 

Adam suçlu. Sevgilisini canice öldürüyor. Ama polisin iz sürebilmesi için ardında kanıtlar bırakıyor. Bile isteye. Dahası, suçlu olduğunu dağa taşa ilan ediyor.

Bir küçük detay var yalnız. İz sürecek kişi de o. Adamımız Roma Emniyeti’nin cinayet masası şefi. Kelimenin tam anlamıyla da bir faşist. Bir Hitler, Mussolini replikası… Toplumun ahlak erozyonuna uğradığını savunuyor. Çözümüyse, toplumu yozlaştıranların, ötekilerin, sisteme muhalefet edenlerin, farklı olan herkesin tutuklanması,dövülmesi, bastırılması… Sistemin içindeysen, ‘saygınsan’, sorun yok. İstediğin yaramazlığı yapabilirsin. Her türlü kuşkunun ötesindesin. 

Hastalıklı bir ruh halini anlatıyor film. Suçlu olduğu bunca aşikâr birinin görmezden gelinmesi, taltif edilmesini, omuzlara alınmasını anlatıyor… Suç, kimin işlediğine bağlı olarak tanım değiştiriyor. Öyle ki “Ben suçluyum” diye bağırsan bile dönüp bakmıyorlar sana. “Hayır değilsin tabii ki” diyorlar. Kırmızı ışıkta geçebilirsin, hasımlarını itip kakabilirsin, hatta öldürebilirsin. Suçlu her zaman 'öteki'lerdir. 

Tanıdık bir duygu bu. İçine gömüldüğümüz balçık. Ne kadar yıkansak da kokusunu gideremiyoruz. 



PS: Film tüm güzelliği bir yana, sırf Ennio Morricone’nin müziği için bile izlenir. 

mutluluk apartmanı, peter cat ve killing commendatore




1. 
Kadıköy’de bir apartman: Mutluluk Apartmanı. İsmini koyanlar ne zarif insanlarmış... Zaten sokak ve apartman isimlerinde (hatta köylerde) rutinin dışına çıkıldıkça tatlılaşıyor dünya. O isimlerin hikâyesini merak ederiz hep. Mesela Cihangir’deki Sormagir Sokak... Ama ben o isimleri koyanların hikâyesini de önemserim. Nasıl insanlardı, nasıl dönemlerdi, nasıl ruh halleriydi?
2. 
Lise öğrencisi iki genç kız... Sokak müzisyenlerinin önünden geçerken biri kutuya bozukluk fırlattı, durmadan geçti... Diğeri biraz mahcup, durakladı, eğilip bıraktı avucundaki parayı. Müzisyenler ardından bakakaldı ilk kızın.
3.
Haruki Murakami’nin Japonya dışındaki en ciddi hayranları Güney Kore’dekilermiş. Seul’de yaşayan gazeteci Colin Marshall, Los Angeles Review’deki blogunda ayrıntılarıyla anlatıyor. İngilizce’de (ve Türkçe’deki) çevirilerine oranla çok daha fazla eser var Korece’de. Bilmediğimiz hikâyeleri, Türkiye’yi de kapsayan seyahat yazıları, caz müzisyenleri üzerine portreleri, viski güzellemeleri vs... Koreliler, Japonca’da çıkan ne varsa hemen çevirip okuyor. Dahası, yazarı o kadar seviyorlar ki, Murakami’nin yazarlığa başlamadan önce işlettiği caz kulübünün adını taşıyan bir kafe (Peter Cat) bile açılmış Seul’de (Bir de, yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz üzere 1Q84 isimli churro’cu var).
 4.
Aynı yazıdan öğrendiğim bir başka şey: Yazarın yeni kitabı ‘Killing Commendatore’ Japonya’da birkaç hafta içinde yayımlanacak. 
Fotoğraflar: Colin Marshall'ın blogundan

tam bizim otelliktir


Tam bizim otelliktir
Sanırım elbisesiyle yatar, ayakkabılarıyla
Sabah olunca erkenden kalkar
Ve kalkar kalkmaz başlar içmeye, doğrusu pek anlayamam
Uçak saatlerini sorar, lüks lokantaları sorar bir de
Pek anlayamam
Şu var ki, kendiyle eğlenir gibi sorar
Elinde vapur tarifeleri, kataloglar
At yarışı listeleri
Yanaşır pencereye, ışığa tutar birer birer hepsini
- Otel her zaman loştur -
Bakar bakar bakar.

Michelangelo Antonioni - Edip Cansever










senenin güzeli

Meslekte ilk göz ağrım, hâlâ en sevdiğim, dergiler… Kim ne yazmış, nasıl kapak yapmış, bu sene çok ilgilenemedim. Biraz vakit arındırıp, telafi etmeli. 

Yine de 2016’ının en sevdiğim kapağını söyleyeyim, yıl biterken. 

Bu ağır seneyi anlatacak ne çok şey var ama hiçbirine girmeyeyim şimdi; New Yorker’ın Aralık başındaki kapağına gidelim. Sakin, huzurlu, gösterişsiz, komik… Bu seneyi böyle kapatalım. 

“Ben hayvanlarla büyüdüm” diyen Peter de Sève’in işi bu. İsmi 'Rat Race' (Resimdeki fareyi kullanarak kelime oyunu yapıyor; bu ifadenin 'modern yaşamın hayhuyu, hengamesi içindeki rekabet' gibi Türkçe'ye tam çevrilemeyen bir karşılığı var). Dergiye çizdiği kırkıncı kapakmış. Öncekilerden bir kısmı aşağıda (Şimdi fark ettim; içlerinden birine daha önce bu blogda yer vermişim zaten). 

Not edelim: Bu sayıdaki Pedro Almodovar makalesi de enfes. Bu linkten okuyabilirsiniz.  






insanı fazladan mutlu eden bir kitap

2016 gitti gider... Bu sene okuduğum kitaplar arasında en iyisi 'Puşkin Tepeleri'ydi. Muazzam yazar Sergey Dovlatov'la bu vesileyle tanışmış oldum. Bu kitap üzerine Radikal Kitap'a bir yazı yazmıştım; buraya da alayım. Bloga kişisel bir not düşecek kadar benimsedim çünkü.   

***

Bir üslup meselesi... Hem ironik metinler yazacak hem de ironinin altını çizmeyeceksiniz. Hem kısa, kesin cümlelerle koca bir dünyayı anlatacak, ideolojik meselelere dokuna dokuna ilerleyecek, göze batmadan muhalif bir çizgi tutturacak hem de bunlar çok kolay yapılıyormuş gibi sakin bir tavır benimseyeceksiniz. Zor, çok zor... Ama yapan var. Mesela 1990’da New York’ta hayatını kaybeden Rus yazar Sergey Dovlatov... Jaguar Kitap’ın çıkardığı ‘Puşkin Tepeleri’nde elleri cebinde, ıslık çala çala dolaşan bir çocuk ferahlığı var...

Birçokları için bilmece bir yazar Dovlatov. Futbol takımlarımız, Arnavutluk, Beyaz Rusya gibi ülkelerin temsilcileriyle eşleşince atılan başlıklar gibi: Bir kapalı kutu... Açtığınızda bir hazineye rastlayacağınız bir kutu ama. Rus gazeteci Solomon Volkov’un ifadesiyle, ‘özgün, müstakil ve temiz’ bir sese sahip bir yazar... “Çehov’un soyundan geliyor. Yazdıkları ne duygu yüklü ne de açıktan açığa siyasi.” Anlamak için kendi cümleleriyle gidelim: “(...) Leningrad’da yapıtlarına karşı soğuk davrandılar. Burada klişeler daha çok tutuluyordu. Tam anlamıyla yeteneksiz olmak para etmiyordu. Yetenek kuşku uyandırıyordu. Deha korku yaratıyordu.”

‘Puşkin Tepeleri’ ender rastlanan özgünlükte bir öykü. Tadını kaçırmadan özetleyeyim. Bir gün bir yazar, büyük şehirde sürekli kaybetmekten, dikiş tutturamamaktan sıkılır ve taşraya gelir. Bir edebiyat efsanesinin, Aleksandr Puşkin’in doğup büyüdüğü topraklarda rehberlik yapmak, o büyük ismi yurdun dört yanından oralara akan edebiyat meraklılarına anlatmak için... Sonra olaylar gelişir...

Olayları kendine özgü, yavaş yavaş acele eden bir ritmle geliştiriyor Dovlatov. ‘Puşkin Tepeleri’, (Türkçe’de yayımlanmamış) diğer birçok eseri gibi otobiyografik öğeler taşıyor. Evet, kendisi de rehberlik yaptı. Tam da orada, ‘Puşkin Tepesi Milli Parkı’nda hem de... Gazetecilikle geçindiğini, bir dönem gemilerde çalıştığını da biliyoruz... Esas mesele şu: Her döneminde ‘sakıncalı’, kitapları toplatılan bir yazar Dovlatov. KGB’nin nefesini hep ensesinde hissetti. Nihayet tıpkı ‘Puşkin Tepeleri’nde öncesini yazdığı gibi ailesiyle ABD’ye göç etti. 48 yaşında hayata veda ettiğinde, ülkesinden çok uzaktaydı. Kaçarcasına terk ettiği Sovyetler Birliği henüz dağılmamıştı.

Ondan geriye kalanlar, tatlı bir ironiyle ama çivi çakar gibi yazdığı kısa ve hedefi vuran cümleleri. ‘Puşkin Tepeleri’, iyi bir örnek. “(...) İyiliğinde de kötülüğünde de tutarsız biriydi. Amirlerinin yüzüne karşı küfrederdi. Ama Friedrich Engels’in resminin yanından geçerken şapkasını çıkarırdı. Rodezya diktatörü Ian Smith’e sonu gelmez lanetler okurdu. Ama meyhanede parasının üstünü her zaman eksik veren kadını sever ve sayardı: ‘Başka türlü olmuyor, düzen düzendir!’ En korkunç ilenmesi şöyleydi: Kapitalistler için çalışın!”

Bazı kitaplar insana fazladan bir mutluluk veriyor. Sözünü ettiğim iyi edebiyattan gelen mutluluk değil sadece; bu duygu, bilmediğimiz, tanımadığımız ama okuduktan sonra hakkında “Tam da bana göreymiş” dediğimiz bir yazarla tanışmaktan doğan hazzı da içeriyor. ‘Puşkin Tepeleri’ benim için böyle bir kitaptı. Onu yeni tanıyacak diğer okurların da benzer hislere kapılacağına eminim. Onlar da benim gibi yapacak, Dovlatov’un 2004’te Cem Yayınları’ndan çıkan ‘Bavul’unun peşine düşeceklerdir... Türkçe’de başka kitabı yok. Jaguar Kitap, Dovlatov yayımlamaya devam ederse bizlere büyük iyilik eder.


istihbarat zaafı

Olayın üstünden beş dakika geçmiş, adam ezbere terör örgütlerini sıralıyor televizyonda, sosyal medyada. “Kesin şu yapmıştır, motivasyonu budur, hedefi şöyledir” diyor. 

Sanırsın hayatı terörizm araştırmalarıyla geçmiş. O kadar kendinden emin.

Üstelik her defasında yanılmış, ters köşeye yatmış, bugüne dek dedikleri hiçbir gerçekle uyuşmamış, en fazla teğet geçmiş. 

Bir kişi değil. İki, üç kişi de değil. Genel. Kahve ağzıyla meslek icra edenler bunlar. Yazdığı yazıda, söylediği sözde somut bir bilgi kırıntısı bile olmayanlar. 

Kendilerini ‘gazeteci’ diye tanıtıyorlar. Tanıtmalarına gerek yok, böyle tanınıyorlar zaten. 

Türkiye’de istihbarat zaafı var deniyor. Bizim gazetecilerde de istihbarata zaaf var ama istihbarat yok… Biliyor gibi görünmek kaygısı var. 

İşi gücü başka olan insanlarla, mühendisle, fırıncıyla, kahveciyle kendilerini eşitlediler. O kadar istihbarat, o kadar işkembe herkeste var sonuçta. 

Ama biliyor gibi görünmek zaafı bizim mesleğe mahsus. İşimiz bilgi vermek olmasaydı, iyiydi. 

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...