ayna içinde ayna

Bir şeyi gördükten hemen sonra, aynı zamanda kendimizin görülebileceğini de fark ederiz. Karşımızdakinin gözleri bizimkilerle birleşerek görünenler dünyasının bir parçası olduğumuza bütünüyle inandırır bizi. Karşıdaki tepeyi gördüğümüzü kabul edersek o tepeden görüldüğümüzü de kabul etmemiz gerekir. 


John Berger - Görme Biçimleri 

Fotoğrafçı Ahmad Gharabli, yukarıdaki kareyi Kudüs'te çekmiş. Twitter hesabında, son dönemi de kapsayan diğer işleri de var. 

han solo'lu galaksi rehberi

‘The Last Jedi’ beni sarmadı. Ben bir Star Wars fanı değilim. Ama tüm filmleri ikişer üçer defa seyrettim. Çok bildik bir hikâyedir; sevdiğim bir hikayedir. Büyüyen bir çocuk, ona dar gelen bir dünya; sınırsız macera vaadi… Filmleri her seyrettiğimde, her ne kadar çok çok uzak bir galakside yaşanıyor da olsa her şey, kendi bahçeme girmiş gibi olurum. 

Ama iyiyle kötünün amansız mücadelesi yorar beni. Her iki tarafın hikâyesi de yorar. Frodo’nun, Harry Potter’ın, Luke Skywalker’ın, Sauron’un, Voldemort’un, Darth Vader’ın hikâyesi yorar. O didaktizm, o kestirilebilirlik yorar. 

Han Solo burada devreye girer. Kimseyi takmaz Solo, kendi işine bakar, illa tercih edecekse iyiyi tercih eder ama kendi kurallarını koyarak. Gezer tozar; Millenium Falcon’u ve yoldaşı Chewbacca ile en ücra gezegenlere de uğrar, işlek yıldız otobanlarından da geçer. Akla hayale gelmeyecek yaratıkların bulunduğu yerlerde takılır. Sayesinde biz de, dolaysız yoldan evreni öğreniriz. Çabasız şıktır Han Solo. Hafiftir hikâyesi, sabun köpüğüdür, eğlencelidir. Beri yandan, gerçektir. 

Yedinci film 'The Force Awakens'ta, Solo ve Chewbacca yıllar sonra Millenium Falcon'a girmiş, Harrison Ford'un ağzından "We're home" lafı dökülürken benim de gözlerim dolmuştu. 

Son filmde artık Solo yok. Yerine kimseyi de koymamışlar. Kankası Chewbacca da ‘solo’ takılıyor. Hiçbir yeri de gezmiyorlar artık. Hanlara girmiyorlar, pazarlık yapmıyorlar, kötü yaratıklara bulaşmıyor, hesabı ödemeden kaçmıyorlar. 

E ne yapayım ben sade iyiyle kötünün mücadelesini? O kadarını her gün yaşıyoruz zaten.

aydınlık tarafa geçenler

Yarın Star Wars serisinin yeni filmi ‘The Last Jedi’, tüm dünyada vizyona girecek. İki sene evvel gördüğümüz ‘The Force Awakens’ta öğrenmiştik: Yeni bir evren kurulmuş, herkes de o evrende yerini almış. Karanlık bütünüyle alt edilememiş, bir zaman o kötülükleri yok etmek için var gücüyle uğraşan ‘iyiler’ takımı unutulmaya yüz tutmuş; adları efsanelere karışmış; gerçekten var mıydılar, yoksa maceraları birer masaldan ibaret miydi karıştırılır olmuş. 

Hikâye işte… Yoksa o kadar da gerçekten uzak sayılmaz mı? Sonradan dönüp baktığımızda bazı filmlerin dönemini nasıl da isabetli şekilde yansıttığını görüp şaşırırız. Hollywood’un milyonlarca dolarlık stüdyo filmleri de buna dahil. O halde Star Wars’ın yeni dönemini neden toplumsal (hatta küresel) bir alegori olarak almayalım? 

Bir düşünün, bugün dünyanın dört yanında faşizm çığlıkları yükseliyor. İç savaş belasına, yerinden yurdundan olmuş göçmenler, her yerde itilip kalkılıyor. Güçlü olanın kayığına binmek her şeyden daha muteber sayılıyor; hırsızlığa, yolsuzluğa göz yumuluyor. Bir parça itibar, statü için ya da hesap verme korkusundan kötülükler bile isteye arkalanıyor. Din tüccarlığı ve yoz milliyetçilik prim yapıyor. Seçmenler, katran ve tüye bulanıp kasabadan kovacağınız, uyduruk ve yalancı liderleri ülkelerinin başına getiriyor. Nazi sempatizanları, hem bir dönem bu illetin kök saldığı ülkede hem oraya en uzak coğrafyalarda kendilerini gururla açık ediyor. Üstelik Türkiye hariç değil!

Çoğumuz karanlık tarafta gibiyiz. Belki hep öyleydik ama sıradan insanın niyetlerini kitlelere dolaysız bir şekilde ilan edebildiği sosyal medyayla yeni tanıştık. Gördüklerimiz de iyi şeyler değil: Irkçılık, saldırganlık, cahillik, kibir, her türlü melanet… Hepsi adalet maskesi altında. Herkes kendini haklı ve mağdur görüyor. Bir insan iktidarda nasıl mağdur olabilir? Bu duyguyu milyonluk kitleler nasıl paylaşabilir? Dünyanın en büyük bilmecesi bu. Eskiden de bir bilmeceydi. Bedelini milyonlarca insan ödedi. Doğal sonuç faşizmdir çünkü. Ama belli ki toplumlar unuttu bunu. Sosyal medyada Hitler’in açıktan övülmesinin başka bir nedeni olabilir mi?

Önceki post’ta dizelerini buraya aldığım —benzer bir süreç sonucu Sivas’ta katledilen—Metin Altıok, yayımlanan son yazısında (17 Mayıs 1993, Aydınlık) o gün için gelinen noktayı ‘insan kirlenmesi’ diye anlatmış. Yine de kıyamamış insana: 

“ (…) Sözünü ettiğimiz bu insan kirlenmesinin kaynağı insanın öz değerlerine yabancılaşmasıdır. Ama burada faturayı bireye kesmek insafsızlık olur. Çünkü yabancılaşmanın temelinde, insanın toplumsal yaşam içinde yürekten inandığı değerlerin geçerliliğini yitirip erimesi yatmaktadır. Yani sorun bireysel olmaktan çok toplumsal bir düzen kirliliği olarak çıkmaktadır karşımıza. İşte bu düzen kirliliği, içindeki insanı da kirletmektedir. emeğin değil paranın para kazandığı, dürüstlüğün değil sahtekarlığın prim yaptığı bir düzende, insandan saf ve temiz kalması beklenemez. Çünkü her şeyden önce, karnını bile doyuramayan, emeğine yabancılaşan insana kirlenmekten başka yol kalmamaktır.”


Dedim ya belki hep böyleydi. Ama Star Wars’ın bir önceki filminde, binlerce insanın lidere selam durduğu o Nazi göndermeli sahneleri nereye koyacağız? Peki serinin tümünü yadsırcasına, ilk defa bir karakterin, aydınlıktan karanlığa geçmesini değil, tam tersine karanlıktayken aydınlığı seçmesini ne yapacağız? Hatırlayın, John Boyega’nın oynadığı Finn, kötülük imparatorluğunun bir askeriyken, direnişçilere katılmayı seçmişti. 
Çok değil, 40 yıl önce, Darth Vader günlerinde, en azından bireylerin seçimi adına, karanlık istisnaydı. Karanlık tarafa geçiş tüm hikâyenin ekseniydi. Şimdi istisnai olan aydınlık. Çünkü belli ki, çoğumuz karanlıktayız.  

Fotoğraflar Star Wars - The Force Awakens'tan. Son fotoğraf Nuremberg, 1936. Binlerce Nazi askeri, Hitler'i dinliyor.


nem ve küften

bir sahaf kitabındaki nem ve küften 
elime geçen inanılmaz sevinci 
birilerine geçirememekten 
gelişti bende bu bireysellik bilinci


Metin Altıok 

direk sous-chef olarak başlıyorsun

Bir kafede yan masa. İki adam konuşuyor: 

“Gideyim mi abi?” dedi genç olan. 
“Dakika düşünme” dedi abi. “Direk ‘sous-chef’ olarak başlıyorsun. Parası da güzel. Kaçmaz!”
“Haklısın abi” dedi direk sous-chef. İki kahve söyledi; biri filtre, biri americano. Sigara çıkardı, abisine tuttu, ikisininkini de yaktı.

“Yarın beraber gidelim mi otele?” diye sordu sonra. ‘Arkadaşlarını görürsün, 'roof’ta takılırsın.”
Abi geniş geniş güldü. “Oğlum o otelde vururlar beni. Başıma ödül var.”
“Hayırdır abi” dedi direk sous-chef. Endişelenmiş miydi biraz? Abinin ipiyle kuyuya inecekti de, ip çürük müydü yoksa?

“Mutfak” dedi abi. “Mutfak sır saklamak için fazla küçük. Anladın?”
“Nasıl ya, anlamadım” dedi direk sous-chef. 
“Anlarsın oğlum, anlarsın” dedi abi. “Hele bir işe başla.”

Kahveler geldi. ‘Filtre’yi abi aldı. Filtresiz konuştu sonra: 
“Adamı taşaklarından asıyorlar o mutfakta. Gözünü dört aç! Ama parası güzel. Kaçmaz!"

yedidalga, samatya ve feyruz şarkıları

1. 
Hakan’ın (Gence) genç oyuncu Hazar Ergüçlü’yle bir röportajı vardı bu hafta sonu Hürriyet Pazar’da. Kıbrıslıymış genç oyuncu.   Yedidalga Köyü’nden. Yedidalga… Ne fantastik bir isim. Ursula K. Le Guin, alsın bir romanında kullansın, cuk oturur. 

2. 
Yedidalga’yı internette araştırdım; Güzelyurt’taymış. Hemen yanında da Gemikonağı köyü var. Kıbrıslılar hayal güçlerini korkak alıştırmamış. Şapka!


3. 
Dalgalar, denizler, konaklar demişken… Bazen rüzgâr, insanı bir sahile sürükler ya… Oraya nasıl vardığınızı anlamazsınız bile. Bu pazar işte ben de öyle düştüm Samatya’ya. Son görüşümden beri yıllar geçmiş. Her taraf meyhaneye kesmiş. Akşam üstü rakısına oturmak güzel olurdu ama şöyle demli bir çay çekti canım. İyi ki de çekmiş. Bulabildiğim tek çayhanede, Feyruz’un şarkıları dönüyordu. Tüm albüm. Sonuna dek dinledim. Sürprizli bir haftasonunda rüya gibi bir ses, mahmur bir akşam üstü… Daha güzel ne olabilir?

Fotoğraf Yedidalga sahili; alttaki şarkı, canım Feyruz'un en sevdiğim şarkısı 'Ishar'.


ne zaman gittin ruhum görmedim seni

Sürüp giden yol yenileme faaliyetinden, İstiklal Caddesi üzerinde rahat rahat yürüyebilmek mümkün değil. İş makineleri, bariyerler, öbek öbek hafriyat… Işıltılı vitrinleri, on bilerce dolar kira ödenen dükkânları dışarıya gıcırtılı, derme çatma tahta köprüler bağlıyor. Kimsenin keyfi yok. 

Yeni bir şey değil. İstiklal’in inşaatı ne zaman bitti ki… İş makineleri ne zaman rahat bırakmış orayı? Sürekli bir taş değiştirme faaliyeti… O taşlar, değiştirilmediği zamanlarda da kaydılar, su sıçrattılar, Cadde’de küçük, tatlı bir gezintiyi zehir ettiler. ‘İstanbul’a ihanet’ tarihinin kapsamlı bir bölümü bu taşlar üzerinden yazılacak.  

İki gün evvel, Yapı Kredi’nin Galatasaray’daki yeni binasını görmek için, yol çalışması ‘mevzilerini’ aşa aşa Galatasaray’a inmeye çalışıyordum. Eskiden insan kalabalığından bunalırdık, şimdi gün ortasında, pek kimse yok. Üstelik beş-altı saat sonra Beşiktaş’ın Monaco’yla Şampiyonlar Ligi maçı vardı. Maç öncesi İstiklal’e yolu düşen Beşiktaşlı taraftar sayısı hiçle az arasında gidip geliyordu. Monaco taraftarlarını hiç görmedim. Zaten maçta da görmedim onları.

Kendime sordum: Bir Fransız, maç öncesi yolunu İstiklal’e düşürse ne bulacaktı ki? Bir yabancı arkadaşımı orada gezdirmek istesem ne gösterecektim? The Marmara’dan başlayarak lokum, nargile, tek tip döner dükkânları, ağır avizeli Sütiş ve Saray, standart sinema Fitaş, herhangi bir AVM kabilinden Demirören, adımımı atmadığım, Madame Tussauds’lu  Grand Pera, kıyafet dükkânları, nargile, lokum… Böyle uzayıp gidiyor. 

Ara sokaklara sapmazsak, Tünel’e dek yol boyunca ilgi çekici bulduğum, hikâyesini anlatabileceğim (veya dinlemek isteyeceğim) tek unsur binalar… Konsolosluk binaları, fasatlar, Galatasaray Lisesi… Bir de Tünel’in kendisi.Tabii artık Yapı Kredi’nin yeni binası ve İlhan Koman’ın caddeye bakan Akdeniz’ini de saymalıyım. Başka hiçbir şey yok. Bir yabancıya ne anlatabilirim ki? 

Dahası, kendime ne anlatabilirim?

Beyoğlu’nun hikâyesi elbette İstiklâl’den ibaret değil. Hatta, Cadde hep en azını anlatır. Vitrindir ama. Ne olup bittiğini görmek açısından hep işe yarar. Dürüst bir vitrindir üstelik. İnsanıyla, binasıyla, havasıyla her şeyi olduğu gibi gösterir. Değişen hayatı iyi anlatır İstiklal. 

Ben Beyoğlu’nda yaşadım. Beyoğlu’nda çalıştım. İstiklal Caddesi’nin hayatımın ana damarı olduğu günler vardı. O zamanlarda da bugünkü gibi üstüme üstüme gelirdi Cadde; ara sokaklara, kıyı köşeye saparak kurtulurdum. Şimdi de sevdiğim yerler var elbette ama o zaman çok daha fazla kitapçı, kafe, bar, sinema vardı oralarda… Arkadaş evleri vardı. Tanışmış olsaydık arkadaş olacağımız insanların evleri vardı. ‘Bizimdi’ diyeceğimiz evlerimiz vardı. 

Bizimdi ama başkalarının da…  Herkese aynı uzaklıkta, umursamazlıkta, teklifsizlikte mekânlar vardı. Güzellik ve düşkünlük vardı. Sefalet ve büyü vardı. Bir ruh vardı. Hikâye vardı. 

Ağıt yakmak, romantize etmek istemem ama gitti çoğu. Ben de gittim. Geri dönmek için bir sebep göremiyorum. 

Lokumdan, nargileden, hafriyattan, sürekli değiştirilen taşlardan hikâye çıkmıyor. İstiklal’in taşlarının altında deniz yok. Üstünde de ruh kalmamış.   


Ya da kendini göstermiyor o ruh… Eminim, bir yerlerde kendini saklıyor, koruyordur. İstanbul bizden çok daha eski. Bereketli. Dayanıklı. Ne kadar ihanet edilse de yeniden toparlanacak kadar da becerikli. İnşaatı, sıradanlığı, saçmalığı aşıp geri gelecektir. Yollarımızı kesiştirebilirsek ne âlâ…

Fotoğraf: Ara Güler (1992)

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...