yaşar usta ve mahmut hoca da öldü mü peki?

Dün hem Münir Özkul hem de Aydın Boysan ayrıldı aramızdan. Başımızdan iki büyük birden eksildi. Azalıyoruz. 

Sosyal medyadan bir tür uğurlama töreni düzenleniyor artık, buna da alıştık; benimsedik de. Hele böyle herkesin sevdiği büyükler gidince, devasa boyutlara ulaşıyor tören. Hepimiz bir şekilde katılıyoruz. 

Münir Özkul’un uğurlamasında bir küçük fark var yalnız. Bize göre, giden sadece usta bir oyuncu değil. Tuhaftır, biz Özkul’un tiplemelerinin de öldüğünü kabul ediyoruz. Eğitim-Sen, ilgili tweet’inde öncelikle Mahmut Hoca’ya veda etmiş örneğin. Karşısındaki para babasına “Sen değil ben büyüğüm bennnn!” diye diklenen Yaşar Usta da binlerce tweet’le ayrıca uğurlanmış. 

“Güle güle” dediğimiz bu kahramanlar, gerçek insanlar değil. Onlar, Özkul’un ruh üflediği ‘ideal’ karakterler. Bir düşünün, bizi Hababam Sınıfı’nın varlığına ikna eden Mahmut Hoca’dır. İnek’in, Güdük’ün, Tulum’un, Damat’ın gerçeküstülüğünü Rıfat Ilgaz, babacan ama sert, ‘ideal’ Mahmut Hoca karakteriyle dengelemiştir. Doğrusu, Özkul da Ilgaz’ın yazdıklarının çok üzerine çıkarmıştır karakterini. Gerçek kılmıştır. Tıpkı Ertem Eğilmez sinemasında yaptığı gibi. Komedi unsurlarının içine, hayatın acısını katan Yaşar Usta, tam karnımızı tuta tuta güldüğümüz yerde bizi götürür gerçek hayatın eşitsizlikleri içine bırakır. Ama “Yine de gülün” der; “gülmeyip de ne yapacaksınız.” 

Güleriz biz de; işler ters gitse de sığınacak bir limanın olduğunun rahatlığıyla güleriz. Özkul nasıl yapar bunu? Yüzü mü mimikleri mi vücut dili mi ikna eder bizi? Bir toplumsal gerçeği, ancak en iyi aktörlerin yapabildiği gibi gibi, çok basit ve naif bir şekilde yansıttığı için mi etkileniriz? İyi ve sahici insanların bir gün mutlaka mazlumların tarafında yer alacağına, zalime karşı duracağına, çıkarsız seveceğine, karşılık beklemeden yardım edeceğine inandığımızdan mıdır bu rahatlığımız?


İşte sırf bu yüzden boğazıma takılan, içime oturan bir şey var. Dün itibariyle biz, Yaşar Usta'nın, Mahmut Hoca’nın ve çağrıştırdıkları tüm bu şeylerin öldüğünü de kabul ettik. Ya da belki onlar çoktan ölmüştü de biz yeni idrak ettik. Peki şimdi bu kadar rahat gülebilecek miyiz?

dünyanın en güzel şehri

Geçen hafta Sabancı Müzesi Müdürü Nazan Ölçer ile sohbet ederken, ona dünyanın en güzel manzaralı müzesinin neresi olduğunu sordum. Aklımda bir cevap vardı ama gezegendeki neredeyse her kayda değer müzeyi gezmiş birisi olarak onun cevabı çok daha önemliydi. Uzun uzun düşündü. Sonra tahmin ettiğim cevabı verdi: Burası… Emirgan’ın en avantajlı yerinde, hafif tepede, Boğaz’a hakim Atlı Köşk’teki müze idare binasında oturmuş, gözümüzün önünde giderek daha da esrarlı bir hale gelen sisli İstanbul manzarasına bakarak konuşuyorduk. Burasıydı işte. Başka neresi olabilirdi ki? 

Böyle çok örnek var. Dünyanın en güzel vergi dairesi nerededir mesela? Yine burada, İstanbul’da elbette. Vergi toplamak için Büyükada’da denize sıfır köşkten daha iyi bir bina bulabilir misiniz? Sonra okullar… Tarabya’daki Marmara Kamu Yönetimi, Beşiktaş’taki Galatasaray Üniversitesi… Liseler, emniyet müdürlükleri, bilimum devlet dairesi… İstanbul’da olmanın o muazzam avantajını kullanan neredeyse her bina. 

Bunları şunun için söylüyorum: Dünyayı gezip bitirmedim ama İstanbul’dan güzel bir şehir de görmedim. Benden daha çok gezenlerin çoğu da böyle düşünür sanırım. Her gün geçtiğim Eminönü kalabalığının (‘keşmekeş’ daha da doğru bir kelime) ortasında hep aklıma gelir: Dünyanın başka bir köşesinde yaşıyor olsaydım yine de hep İstanbul’a gelmek isterdim. Bu rahatlık, bu kendini bırakmışlık, bu teklifsizlik tam bana göre. Hem hangi şehirde böyle bir Boğaz var? Vapurlar, martılar nasıl bu kadar zahmetsizce bir şehrin karakterine yansıyabilir?

Keşke şehrin biraz daha hakkını veriyor olsaydım. Keşke hepimiz bu şehre göre yaşasaydık. Yaşam gailesinde gözümüzün önüne inen sis perdesi, İstanbul’un o bulunmaz sisini görmemize engel olmasaydı. 

Güzel İstanbul’umdan yine ayrılmak üzereyken onu şimdiden özlemeye başladım işte. Çünkü kabul etsek de etmesek de, hakkını versek de vermesek de burası dünyanın en güzel şehri. 

ayna içinde ayna

Bir şeyi gördükten hemen sonra, aynı zamanda kendimizin görülebileceğini de fark ederiz. Karşımızdakinin gözleri bizimkilerle birleşerek görünenler dünyasının bir parçası olduğumuza bütünüyle inandırır bizi. Karşıdaki tepeyi gördüğümüzü kabul edersek o tepeden görüldüğümüzü de kabul etmemiz gerekir. 


John Berger - Görme Biçimleri 

Fotoğrafçı Ahmad Gharabli, yukarıdaki kareyi Kudüs'te çekmiş. Twitter hesabında, son dönemi de kapsayan diğer işleri de var. 

han solo'lu galaksi rehberi

‘The Last Jedi’ beni sarmadı. Ben bir Star Wars fanı değilim. Ama tüm filmleri ikişer üçer defa seyrettim. Çok bildik bir hikâyedir; sevdiğim bir hikayedir. Büyüyen bir çocuk, ona dar gelen bir dünya; sınırsız macera vaadi… Filmleri her seyrettiğimde, her ne kadar çok çok uzak bir galakside yaşanıyor da olsa her şey, kendi bahçeme girmiş gibi olurum. 

Ama iyiyle kötünün amansız mücadelesi yorar beni. Her iki tarafın hikâyesi de yorar. Frodo’nun, Harry Potter’ın, Luke Skywalker’ın, Sauron’un, Voldemort’un, Darth Vader’ın hikâyesi yorar. O didaktizm, o kestirilebilirlik yorar. 

Han Solo burada devreye girer. Kimseyi takmaz Solo, kendi işine bakar, illa tercih edecekse iyiyi tercih eder ama kendi kurallarını koyarak. Gezer tozar; Millenium Falcon’u ve yoldaşı Chewbacca ile en ücra gezegenlere de uğrar, işlek yıldız otobanlarından da geçer. Akla hayale gelmeyecek yaratıkların bulunduğu yerlerde takılır. Sayesinde biz de, dolaysız yoldan evreni öğreniriz. Çabasız şıktır Han Solo. Hafiftir hikâyesi, sabun köpüğüdür, eğlencelidir. Beri yandan, gerçektir. 

Yedinci film 'The Force Awakens'ta, Solo ve Chewbacca yıllar sonra Millenium Falcon'a girmiş, Harrison Ford'un ağzından "We're home" lafı dökülürken benim de gözlerim dolmuştu. 

Son filmde artık Solo yok. Yerine kimseyi de koymamışlar. Kankası Chewbacca da ‘solo’ takılıyor. Hiçbir yeri de gezmiyorlar artık. Hanlara girmiyorlar, pazarlık yapmıyorlar, kötü yaratıklara bulaşmıyor, hesabı ödemeden kaçmıyorlar. 

E ne yapayım ben sade iyiyle kötünün mücadelesini? O kadarını her gün yaşıyoruz zaten.

aydınlık tarafa geçenler

Yarın Star Wars serisinin yeni filmi ‘The Last Jedi’, tüm dünyada vizyona girecek. İki sene evvel gördüğümüz ‘The Force Awakens’ta öğrenmiştik: Yeni bir evren kurulmuş, herkes de o evrende yerini almış. Karanlık bütünüyle alt edilememiş, bir zaman o kötülükleri yok etmek için var gücüyle uğraşan ‘iyiler’ takımı unutulmaya yüz tutmuş; adları efsanelere karışmış; gerçekten var mıydılar, yoksa maceraları birer masaldan ibaret miydi karıştırılır olmuş. 

Hikâye işte… Yoksa o kadar da gerçekten uzak sayılmaz mı? Sonradan dönüp baktığımızda bazı filmlerin dönemini nasıl da isabetli şekilde yansıttığını görüp şaşırırız. Hollywood’un milyonlarca dolarlık stüdyo filmleri de buna dahil. O halde Star Wars’ın yeni dönemini neden toplumsal (hatta küresel) bir alegori olarak almayalım? 

Bir düşünün, bugün dünyanın dört yanında faşizm çığlıkları yükseliyor. İç savaş belasına, yerinden yurdundan olmuş göçmenler, her yerde itilip kalkılıyor. Güçlü olanın kayığına binmek her şeyden daha muteber sayılıyor; hırsızlığa, yolsuzluğa göz yumuluyor. Bir parça itibar, statü için ya da hesap verme korkusundan kötülükler bile isteye arkalanıyor. Din tüccarlığı ve yoz milliyetçilik prim yapıyor. Seçmenler, katran ve tüye bulanıp kasabadan kovacağınız, uyduruk ve yalancı liderleri ülkelerinin başına getiriyor. Nazi sempatizanları, hem bir dönem bu illetin kök saldığı ülkede hem oraya en uzak coğrafyalarda kendilerini gururla açık ediyor. Üstelik Türkiye hariç değil!

Çoğumuz karanlık tarafta gibiyiz. Belki hep öyleydik ama sıradan insanın niyetlerini kitlelere dolaysız bir şekilde ilan edebildiği sosyal medyayla yeni tanıştık. Gördüklerimiz de iyi şeyler değil: Irkçılık, saldırganlık, cahillik, kibir, her türlü melanet… Hepsi adalet maskesi altında. Herkes kendini haklı ve mağdur görüyor. Bir insan iktidarda nasıl mağdur olabilir? Bu duyguyu milyonluk kitleler nasıl paylaşabilir? Dünyanın en büyük bilmecesi bu. Eskiden de bir bilmeceydi. Bedelini milyonlarca insan ödedi. Doğal sonuç faşizmdir çünkü. Ama belli ki toplumlar unuttu bunu. Sosyal medyada Hitler’in açıktan övülmesinin başka bir nedeni olabilir mi?

Önceki post’ta dizelerini buraya aldığım —benzer bir süreç sonucu Sivas’ta katledilen—Metin Altıok, yayımlanan son yazısında (17 Mayıs 1993, Aydınlık) o gün için gelinen noktayı ‘insan kirlenmesi’ diye anlatmış. Yine de kıyamamış insana: 

“ (…) Sözünü ettiğimiz bu insan kirlenmesinin kaynağı insanın öz değerlerine yabancılaşmasıdır. Ama burada faturayı bireye kesmek insafsızlık olur. Çünkü yabancılaşmanın temelinde, insanın toplumsal yaşam içinde yürekten inandığı değerlerin geçerliliğini yitirip erimesi yatmaktadır. Yani sorun bireysel olmaktan çok toplumsal bir düzen kirliliği olarak çıkmaktadır karşımıza. İşte bu düzen kirliliği, içindeki insanı da kirletmektedir. emeğin değil paranın para kazandığı, dürüstlüğün değil sahtekarlığın prim yaptığı bir düzende, insandan saf ve temiz kalması beklenemez. Çünkü her şeyden önce, karnını bile doyuramayan, emeğine yabancılaşan insana kirlenmekten başka yol kalmamaktır.”


Dedim ya belki hep böyleydi. Ama Star Wars’ın bir önceki filminde, binlerce insanın lidere selam durduğu o Nazi göndermeli sahneleri nereye koyacağız? Peki serinin tümünü yadsırcasına, ilk defa bir karakterin, aydınlıktan karanlığa geçmesini değil, tam tersine karanlıktayken aydınlığı seçmesini ne yapacağız? Hatırlayın, John Boyega’nın oynadığı Finn, kötülük imparatorluğunun bir askeriyken, direnişçilere katılmayı seçmişti. 
Çok değil, 40 yıl önce, Darth Vader günlerinde, en azından bireylerin seçimi adına, karanlık istisnaydı. Karanlık tarafa geçiş tüm hikâyenin ekseniydi. Şimdi istisnai olan aydınlık. Çünkü belli ki, çoğumuz karanlıktayız.  

Fotoğraflar Star Wars - The Force Awakens'tan. Son fotoğraf Nuremberg, 1936. Binlerce Nazi askeri, Hitler'i dinliyor.


nem ve küften

bir sahaf kitabındaki nem ve küften 
elime geçen inanılmaz sevinci 
birilerine geçirememekten 
gelişti bende bu bireysellik bilinci


Metin Altıok 

direk sous-chef olarak başlıyorsun

Bir kafede yan masa. İki adam konuşuyor: 

“Gideyim mi abi?” dedi genç olan. 
“Dakika düşünme” dedi abi. “Direk ‘sous-chef’ olarak başlıyorsun. Parası da güzel. Kaçmaz!”
“Haklısın abi” dedi direk sous-chef. İki kahve söyledi; biri filtre, biri americano. Sigara çıkardı, abisine tuttu, ikisininkini de yaktı.

“Yarın beraber gidelim mi otele?” diye sordu sonra. ‘Arkadaşlarını görürsün, 'roof’ta takılırsın.”
Abi geniş geniş güldü. “Oğlum o otelde vururlar beni. Başıma ödül var.”
“Hayırdır abi” dedi direk sous-chef. Endişelenmiş miydi biraz? Abinin ipiyle kuyuya inecekti de, ip çürük müydü yoksa?

“Mutfak” dedi abi. “Mutfak sır saklamak için fazla küçük. Anladın?”
“Nasıl ya, anlamadım” dedi direk sous-chef. 
“Anlarsın oğlum, anlarsın” dedi abi. “Hele bir işe başla.”

Kahveler geldi. ‘Filtre’yi abi aldı. Filtresiz konuştu sonra: 
“Adamı taşaklarından asıyorlar o mutfakta. Gözünü dört aç! Ama parası güzel. Kaçmaz!"

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...