balıkçıl evinden gelmiş

Bu aralar gözlerimiz dallarda. Kafamızı kaldırıyoruz. Kuşlara bakıyoruz. Dino’yla parklarda kuş peşindeyiz. Güvercinler, saksağanlar, kargalar, ördekler, balıkçıllar… Bir defa görebildiğimiz ama Dino'nun pek sevdiği nazlı kuğu...

Hayatın çok tuhaf yolları var. Bana da bu yollardan biriyle gösterdi kuşları: Yazıyı kullandı. 

Kuş meraklısı (ve gözlemcisi) Amerikan yazar Jonathan Franzen, National Geographic’e şahane bir makale yazmış (bu ayki sayı piyasadan kalkmadan lütfen gidin alın). Ben bu yazıyı bir uyku öncesi Dino’ya okurken ikimizi de fena sardı. Fotoğraflara da kapılıp gittik. O gün bugün aklımız uçuşta, ötüşte, kanat çırpışta. Hem dağarcığımızı da geliştiriyoruz. 

Franzen’dan böyle bir yardım almam tuhaf ama çok da iyi oldu. Doğaya kitaptan çıktım; biraz sapa bir yol. 

Beri yandan şunu da biliyorum: Dino olmasa bu makaleyi de umursayacağım yoktu. Onun ilk tanışları pencereden gördüğü martılar ve kargalardı zaten. Hem çocukları bıraksan doğaya karışırlar; saksağandan tilkiden bir farkları yok. Mesafeyi sürekli açan biziz. Ne diyelim, insan sadece anne babasından değil çocuğundan da öğreniyormuş. Karım da ben de kuşlar konusunda Dino'nun gerisindeyiz. Öğreniyoruz. Kızılgerdanı, sığırcığı, mavi baştankarayı ben işte bu sayede bu yaşımda öğrendim.  

Bir de gri balıkçılı… Acemice çektiğim fotoğrafta gördüğünüz gri balıkçıl (buralarda ‘heron’ diyorlar) Dino’nun ayrı sevdiği kuşlardan. Şehir sınırları dahilinde epey gri balıkçıl var; Amsterdamlılar şehrin sembollerinden biri haline gelen bu kuşu hem seviyor hem de epey arsız olduğu için yaka silkiyor. Yine de tatlı bir kuş; kendini göstermesini, herkesten ayrı, ’cool’ durmasını biliyor. Çabasız şık. Dino, onlarca martı arasından bu fotoğraftakini çok uzaklardan saptadı da (“Balıkçıy evinden gelmiş” diye gösterdi bana) yanına kadar sokulduk. 

Bir de kuğu çıkıp gelse evinden…

müzede bir gündüz


Her şeyde gizem aramayı severiz. İşte bazı tablolara dair çok tekrarlanan bir ünlem cümlesi: Gözleri beni takip ediyor gibi! Bu alanda başı çeken de kuşkusuz Da Vinci’nin Mona Lisa’sı. Ne yapsın kadın, her gün dosdoğru ona bakan binlerce gözden gözlerini mi kaçırsın? 

Bizlere baksaydı bir tablo ne görürdü hakikaten? Amsterdam’ın ‘ağır’ eserlerinin sergilendiği Rijksmuseum’un incilerinden, şehrin çocuğu Rembrandt’ın fırçasından çıkma ‘De Nachtwacht’ın (Gece Devriyesi ya da ‘Yüzbaşı Frans Banninck Cocq ve Milis Birliği’) kahramanları bu soruya güzel cevap veriyor. Olivier Middendorp’un fotoğrafı da hünerli ellerden çıkmış bir tablo gibi… 

PS: Fotoğraf bir okul gezisi sırasında çekilmiş. Her sene 150 bin Hollandalı çocuk, ‘Gece Devriyesi’nin karşısında yerini alıyormuş. 

PS2: Hollanda’daki son koalisyon görüşmeleri sırasında partilerin, okul çağındaki her çocuğun Rijksmuseum’a yılda en az bir defa gitmesinin zorunlu tutulması üzerinde görüş birliğine vardığı basına sızmış. Şimdiki pozisyon, ‘gitseler iyi olur’ şeklinde. 


PS3: Bu mevzunun hası Ben Stiller’lı ‘Müzede Bir Gece’ serisinde işleniyor elbette. Ne tatlı filmdir. Onu seveni muhakkak severim. Bir de ilk filmdeki Amy Adams’ı ayrı severim. Bir de Robin Williams’ı… Off.. Neyse uzar gider bu. 

i need jesus in my life

Yağmur yeniden bastırınca kaldırımın saçaklı tarafına yanaştım. Yanaşmaya çalıştım desem daha doğru. Gelişigüzel park edilmiş bisiklet kalabalığı ve onların hemen yanında kendi bisikletini anlamsız bir direğe bağlamaya çalışan genç bir adam yürümeyi zorlaştırıyordu. Yanından fazla yakın geçmiş olmalıyım ki bir türlü halledemediği zincir bağlama işinden kafasını kaldırıp yüzüme dik dik baktı. Ayıp olmasın diye şöyle hafif ve medeni bir baş selamı verdim; yoluma devam ettim. 

Arkamdan 'Hoop birader'in Hollandacası neyse onu söyleyerek seslendi. Döndüm. Dili bilmediğimi söyledim. 

Doğrudan İngilizce’ye geçerek mevzuyu beklemediğim yerden açtı: 

- Seni dün gece Red Light’ta gördüm, değil mi?

Eh, görmemişti. Güldüm. 
- Görmedin!
- Emin misin görmediğime?

Sabahı geçmiş, öğleyi de devirmiştik çoktan. Ama abinin gözlerinin beyazı fazla belirgindi. Uzun bir gece geçmişti belli ki. Film bir yerde kopmuştu da nerede, nasıl?

- Eminim ama illa "gördüm" diyorsan sorun yok!

Bir-iki saniye durdu. Mevzunun beyhudeliğini anladı ve güldü. Aslında beklemiyordum bu kadarını. Demek ki filmi kopan yere yapıştırma gücü de vardı. Eh, hiç yoktan iyidir. 

Ama bu mevzuları asla bilemezsiniz. İşte, buyurun:

- Eve gitmeye korkuyorum dostum.

Ben fark etmemiştim ama aramızda bir arkadaşlık kurulmuştu belli ki. Ne ara? Yoksa Red Light’ta mı! Neyse ne, madem hukukumuz var, dostça bir tavsiye vereyim, dedim. 

- Hiç korkma kardeşim, eve git, işin yoksa vur kafayı yat…
- İşte mesele de o. Kız arkadaşıma ne diyeceğim, bilemiyorum.  En son dün akşam konuştuk. Sonrası yok.

Kimbilir ne konuştular. Ne denir şimdi? Ciddi ciddi düşündüm bunu: Ne denir sahiden! Bulamadım. “Bu mevzu beni aştı” der gibi bakakalmış olmalıyım ki, benim evhamlı yeni dostum, aşağıya tercüme etmeden yazacağım (çünkü orijinal hali daha havalı) şu cümleyi sarf etti: 

- I need Jesus in my life… 

Sonra da beni bırakıp tekrar zincirine döndü.   

bir yerde enerji yoksa kurnazlık vardır

Yıllar yıllar önce ‘Limonata ve rafadan yumurta’ başlıklı bir köşe yazısı kaleme almış Çetin Altan. Ama ne yazı…Ya ezberlemeli ya da çerçeveletip duvara asmalı; öyle güzel. Çetin Altan’ın neden büyük yazar olduğunu gösteriyor. 

Aşağıda minik bir parçası var; tamamı şurada… 

"(...) Yaşam sevgisi bir kültürdür. Tıpkı çiçek sevgisi, tıpkı müzik sevgisi, tıpkı yüzme sevgisi gibi...
Bu sevgi ya vardır, ya yoktur.
Böyle bir sevgi pekişmemişse; orada insanlar, ne yaratıcı bir yaşama, ne sağlıklı bir aşka, ne keyifli bir yücelmeye fazla kulaç atamazlar...
Kafası yarım kesik bir horoz gibi, çırpınır, bunalır, önüne geleni suçlar; ne istediğini, ne aradığını, daha doğrusu ne halt edeceğini bir türlü tam kestiremez ve kendilerini de, canım yaşamı da ziyan zebil ede ede, sönüp giderler.
Yaşam sevgisi; enerjinin, yaşam zevkini kuşaklar boyu ortaklaşa yoğurmasından oluşur.
Enerji yoksa, orada sadece kurnazlık vardır. Kurnazlık da, yaşam sevgisiyle yaşam zevkinin en amansız cellatıdır."

usta

Şu dünyanın görüp görebileceği en güzel insanlardandı Ursula K. Le Guin. Ne şanslıyız ki onun devrinde yaşadık. 

bir varmış bir yokmuş

Birisi oturmuş, sözcükleri bir araya getirmiş. Üşenmemiş, utanmamış, çalışıp bir kenara yığmış onları. Kışlık odunları, terle emekle istifler gibi. 

Birisi ormanda yürümeye çıkmış. Gördüklerini anlatmış. İşte bir çiçek nasıl açar, bir kuş nasıl uçar, rüzgârın kokusu neye benzer… Masal kumaşı işte.

Masasında kalmış birisi. Ama dünyayı merak etmiş. Bir küçük hamlesiyle dokunmuş merak ettiği dünyaya. Girmiş kapıdan. 

Birisi ötekini bulmuş. Göz göze gelmişler. Tamam. 

Birisi ötekine omuz olmuş, hafiflemiş yük. Acı yine durmuş ama hafiflemiş yük. Su akmış yolunu bulmuş.  

Küçük şeyler bunlar. Hakikaten küçük şeyler. Dünyayı bunlar var ediyor diyorlar ya, doğru. Yok etmeye çalışanlar hep daha çok, hep daha güçlü, hep daha kurnaz. Bu da doğru. Ama birbirlerine benziyorlar. Var edenler hep kendileri gibi. O kadar küçükler ki. Hakikaten küçük şeyler. Gözden kaçıyorlar. Ama nasıl güzeller.

bir şehrin sokaklarını hatırladığında

Yıllar önceydi. Amsterdam’da Spui Meydanı’nda bir kafede, yedi göbek Amsterdamlı* bir arkadaşımla oturmuş çene çalıyorduk. Kahvesini içerken, “Beni buraya ilk babam getirdi” dedi; “babamı da babası getirmiş.” Çocuğu olursa, arkadaşım da onu getirecekti. O çocuğun da zinciri devam ettireceğine şüphe yok.

Aile saadeti, bağlar, gelenekler bir yana, bu zinciri mümkün kılan bir unsur var: Amsterdam değişmiyor! 

En azından ‘büyük harfle’ değişmiyor. Kendini yenilemeden, insanlarının yeni hayatına adapte olmadan yaşamak bir şehir için de olası değil elbette. Ama kendi kalarak, kendini koruyarak dönüşmesi mümkün. Üstelik bu hal insanlarına da iyi geliyor. 

Anne babanızla aynı okula gitmenin, aynı sokaklarda dolaşmanın, aynı kafede barda takılmanın, evet, insana iyi gelen bir tarafı var. Bildik bir şarkıyı dinlerken huzur bulmak, hatta onu yıllandıkça daha da sevmek gibi. 

Bizim hiç alışık olmadığımız bir hal bu… Çünkü başta İstanbul, şehirlerimiz, aidiyet hissini bizden aldı. İktidarıyla sermaye sınıfıyla şehrin hâkimleri, bağlarımızın üzerinden dozerle geçtiler. Bir yıl sonra uğradığınız bir sokağı tanımanız bile mümkün değil bazen. 

Dört yıl sonra döndüğüm Amsterdam’ı, bıraktığım gibi buldum oysa. Hiç değişmemiş. Benim gibi burada ancak birkaç yıl yaşamış birinin bile anılarına saygı göstermiş bu şehir. Birkaç dükkânın haricinde her şey aynı. Bir de yağmuru elbette. 

İnsan yaşlandıkça muhafazakârlaşıyor belki. Her şeyin aynı kalmasını istemek belki de dünyanın ritmine ve gidişatına haksızlık etmektir. Ama bu çağda, bu delice değişimden böylesine yorulmuşken, bir eski sokak lambasını, bir sıradan bankı bıraktığınız gibi bulunca, eski bir dostunuza rastlamışsınız gibi geliyor. Geçmişten bugüne salınmış bir çapa…  

* ‘Yedi göbek Amsterdamlı’ yazınca tuhaf geldi, sanki bu ifade sadece İstanbul’a aitmiş gibi.


PS: Fotoğraf yedi yıl önceden geliyor. 

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...