şarkıda saklı


Günü ‘Türk Lokumuyla Tatlı Rüyalar’ kurtardı. İlham verdi, vermeye devam ediyor. 

“Hâlâ hoş bir havan var ne güzel adın” diyor Alanson. Sonra da “Bir çizik attın gönlüme kanattın” diye devam ediyor. Biricik - Bir çizik. Şarkıya oyun saklamış meğer. Bin yıl dinledikten sonra fark ettim. Bu sırada bulaşık yıkıyor olmamın da payı vardır. Çünkü bulaşık rocks!
Başlı başına bir konu bu: ‘İnsan en güzel ne zaman düşünüyor’ sorusuna bir cevap. Bulaşık yıkarken.  

kesişim kümesi, statü çakarı, kalp kalp kalp...

Twitter’da görüyorum sık; “ben de tam bunu düşünmüştüm” yazılıyor, “bizim evde de aynısı yapılır” yazılıyor. “Aynısını yaşadım” yazılıyor. Sonra iki taraf da seviniyor. Sonra kalp kalp kalp… 

Bu, gündelik hayhuyda da geçerli en sıradan düşüncelerde de. Arkadaşlara, tanışlara, uzaktan tanıdıklara, adına fenomen denilen garabet hesaplara, yarı fenomenlere, bildiğimiz anlamdaki ünlülere söylenen hep bu. 

Hep bir kardeşlik, hep bir ortaklık, hep bir aynılık… “Ne güzel bu kesişim kümesi” diye sevinip duruyoruz. İyi de insan kendisinden bu kadar sıkılırken, başkasında kendi özelliklerini görüp neden sevinir? 

Bunun cevabını hepimiz biliyoruz da kabul etmesi zor.

*
Hazır Twitter üzerine düşünmüşken: Ünlülerin ünlüleri takip etmesi ve genelde onlardan gelen sorulara cevap vermesi, fenomenlerin bunu fenomenlerle, yarı fenomenlerin de yarı fenomenlerle yapması bir acayip değil mi? Çaktırmadan bir kast sistemi kurulmuş, herkesin kafasında bir statü çakarı yanıp sönüyor. 


İnsan, en boktan hallerini, her koşulda yeniden kurmasını çok iyi biliyor.

doğan kardeş abonesi

1948, Ocak. Sabahattin Ali, ömrünün son senesinde. İstanbul’da. Üç ay sonra, Bulgaristan’a kaçmaya çalışırken öldürülecek. 

Hem siyasi ortamın boğuculuğundan hem parasızlıktan kıvranıyor. Ankara’da bırakmak zorunda kaldığı karısı Aliye ve kızı Filiz’e yeterince para gönderemediği için perişan. Onları düşündükçe deli oluyor. Nerede Filiz yaşlarında bir çocuk görse gözleri doluyor. Ayrılık kötü. Ama mecbur buna. Bir yerden kalan parasını kurtarmaya çalışıyor; sonuç alamıyor bir türlü. 

24 Ocak’ta karısına yazdığı mektupta şöyle diyor: “(…) Hayatımda hiç bugünlerdeki kadar sıkılmamış ve imkânsızlıklar içinde çırpınmamıştım. Sizi düşündükçe geceleri gözüme uyku girmiyor. Güç hal ile uyusam bile, birkaç saat sonra uyanıyor ve patlayacak hale geliyorum. Sabahtan akşama kadar dört nala koştuğum halde bir netice elde edilemiyor.”

Bu mektubun hemen ardından, kötü bulutları biraz olsun dağıtacak bir gelişme… Sabahattin Ali, beklediği paranın bir kısmını alabiliyor. Karısına ve çocuğuna derhal 900 lira gönderiyor. İkisine hitaben bir de mektup kaleme alıyor. ‘Sevgili Aliye’sine paranın kalan kısmını da almaya çalışacağını, belki on gün sonra Ankara’ya gelebileceğini, kavuşacaklarını anlatıyor. 

Kızı Filiz’e de şunları yazıyor: 

Sevgili Filiz,

Senin Doğan Kardeş abonesini 5 ay daha yenilettim. Başka bir isteğin varsa bana yaz. Seni on milyon kere öperim. 

Baban
S. Ali

çakma robin hood

Kafe. İki üniversiteli genç aralarında konuşuyor. Biri, sanırım bir öğrenci kulübü için organizasyonlar yapıyor. Birilerini arayıp maliyet hesabı yaptıktan, fiyat aldıktan sonra karşısındakine, “Çalıyorum ama öğrencilerden çalmıyorum, diyor. “Robin Hood gibi zenginlerden çalıp fakirlere veriyorum.” 

Sanırım sponsorları kast ediyor. Bana tuhaf gelen bu değil, etrafında oturanlardan (mesela benden) çekinmeden bunları söyleyebilmesi. Bugünlerde memlekette böyle bir hal var. Hiç de iyi bir hal değil. 

insan cam gibidir

Sabah. Deniz şıkır şıkır, akvaryum gibi. 

Birkaç gün geçince, suyun o ilk, fena çarpan soğuğuna da alışıyorsunuz. İskele olsa iki saniyelik bir mesele bu. Ama denize kumsaldan yavaş yavaş yürüyerek girdiğinizde akıl oyunlarına dönüyor iş. “Üşümüyorum, üşümüyorum” diye kendinize telkinlerde buluna buluna yarı belinize kadar geliyorsunuz. 

Eh, ben her durumda atlıyorum suya. Hemen. O sadece üç-beş saniye süren şoku seviyorum. Hem bu akıl oyunlarına karnım tok. 

Yine aynısını yapacakken, kumsalımızın gedikli yaşlı adamlarından biri uzaktan komut veriyor: 

“Dur”

Duruyorum. Boynuna kadar suyun içinde adam. Dizlerini kırmış, yarı oturur halde, bulunduğu yerden mutlu, gözleri güneşten kısık, süzüyor beni. Ne diyecek diye bekliyorum. 

“İnsan cam gibidir” diyor. 

Afili laf ama sebep? Biraz bön bakıyorum belki. Açıklama geliyor. 

“Yine atlayacaktın suya, atlama öyle hemen”

Doğruluyor; su, şimdi olması gereken yerde, göbeği hizasında. Üzerine avuç avuç su dökünüyor. Ellleriyle göğsünü, sırtını ovalıyor. “İşte böyle yapacaksın” diyor. “Sen yapmıyorsun, hemen atlıyorsun suya, olmaz.”

İzlemiş beni. Benim de onu ve denizde kusursuz bir üçgen kurduğu arkadaşlarını izlediğim gibi izlemiş. Rutinimi çıkarmış. 1-1 berabereyiz. Güzel. 

Sırıtıyorum. “Haklısınız” diyorum. 

Onaylanan haklılıktan güç alarak konuşuyor şimdi: “Tek bir damar ya! Tek bir damara bakar. Birden bir şey olur; belli olmaz yani, aniden atlayınca, sakın. İnsan cam gibidir cam. Kırılır.”

Haklı mı haksız mı bilmiyorum; tartışmak da istemiyorum, suyuna gidiyorum. “Doğru” diyorum. “Yavaş yavaş gireyim bundan sonra.”

“Benim ayağımın altı odun gibiydi, odun” diye devam ediyor sohbete. “Kan çevrimi yoktu. Yeni mahalle doktoru ‘Suya gir’ dedi, ‘Ayağın yumuşasın; sonra kumda yürü, açılır’ dedi." 

“Açıldı mı" diye soruyorum, sohbetin buraya nasıl geldiğini bilemeyerek. 

“Açılmaz mı, rahatım şimdi. Yumuşuyor burada, sonra gidip orada yürüyorum.” Kumsalın ileride kimseciklerin olmadığı bölümünü gösteriyor. 

“Bu saate kadar kimse bir şey dememiş miydi; çok ağrınız olmuştur” diyorum. Bu sohbetin hür ve eşit iradeli bir ortağıyım artık.

“Acımıyordu ama kan çevrimi yoktu işte. Genç doktor dersin, hafife alırsın ama bildi adam. Odun gibiydi ayağım.”

“Keşke daha önce karşılaşsaydınız böyle biriyle” diyorum. Hayıflanıyorum hakikaten.

Karşılıklı susuyoruz. Yeni ısındığım sohbet bitmiş demek ki.

İleriye doğru hamle yapıyorum. Selamlaşıyoruz; ‘Bu kadar konuşmak yeter, artık yüzelim’, der gibi. Suya atlayamıyorum tabii. Çaresiz, yalpalaya yalpalaya biraz daha yürüyorum. 

“‘İnsan cam gibidir’ de iyi eğretileme yalnız” diye düşünüyorum. Nereye çeksen gelir. "Yazarım bunu" diyorum. 

Hafifçe arkama bakıyorum; kumsala çıkıyor adam. Yürümeye hazırlanıyor. 

Su boğazıma kadar geliyor artık. Kafamı sokup yüzmeye başlıyorum. 

gece, kazlar, kitaplar


1.
Gözden neden kaçtığına pek akıl erdiremediğim, denizi memleketteki onlarca meşhur yere taş çıkartan bir kıyı köyündeyim. Buraya dört senedir geliyoruz. Bu sene biraz daha kalabalık. İlk defa bir ‘beach’ açıldı. Bir de hafta sonları sağda solda canlı müzik başladı. Daha fazlası olur diye tahmin ediyordum. Olmadı. Eh, so far so good. 

2.
Gece… Belediye parkındaki kazlar, kümeslerinde birbirlerine sokulmuş, kıpırtısız duruyorlar. Gözleri faltaşı gibi açık. Bu saatte uyumaları beklenir ama uyumuyorlar. Az ötede, bu sene bangır bangır canlı müziğe başlayan gazinodan gelen yüksek ses aman vermiyor. Öylece bekliyor kazlar. Müzik geceyarısında bitince uyuyacaklar. Daha çok var. İsyan etmeden, sessizce beklemeleri insanın kalbine dokunuyor. 

Birkaç ay önce ‘Ağaçların Gizli Yaşamı’nın yazarı Peter Wohlleben’le röportaj yapmıştım. Ağaçların da uyuduğunu söylemişti. Ormandaki ağaçlar rahatmış; şehirdekilerse aydınlatma yüzünden uyuyamıyormuş. O yüzden yaşamları kısalıyormuş. 

Hiçbir canlıya rahat vermiyoruz. Kendimiz de bir türlü rahat etmiyoruz. 


3.
Küçücük bir çarşısı var köyün. Geceleri hareketleniyor. Çarşının ortasında ufak bir kitapçı dükkânı. Girişteki tezgâhta Zülfü Livaneli, Ayşe Kulin, Jo Nesbolar yığılı. Kapatınca içeri alınmıyor kitaplar. Ertesi gün öğlen saatlerine dek kilitli dükkânın önünde açıkta kalıyorlar. Bu köyde en çok bu hal hoşuma gidiyor.

4.
Açıktaki bestseller’lar beni kesmedi. İçerideki kitaplara bakıyorum. Yine Livaneli, yine Ahmet Ümit, yine Elif Şafak, derken… İşte küften kararmış bir duvarın önünde, ancak böyle bir yerde bulabileceğiniz türde kitaplar. Bazısının baskısı tükenmiş, bazısı yayınevi kapanmış…

Küçük bir ganimet toparlıyorum: Thomas Bernhard’dan ‘Odun Kesmek’ (Simavi Yayınları’ndan, çeviren de Sezer Duru), geçen hafta hayatın kaybeden Mahmut Makal’ın ‘Karanlığı Zorlayanlar’ı (adını ilk defa duyduğum Güldikeni Yayınları’ndan bir anı-deneme, hatta denebilirse bir tür doktriner kitap), eski İş Bankası müfettişi Hasan Eskil’den ‘Teftiş Öyküleri - 70’li Yıllarda Anadolu Yollarında’ (Günizi Yayıncılık, bu kitaptan beklentim çok), Erdal Güven’den ‘Gazetecilik Zor Zanaat Vesselam!’ (Pegasus’tan çıkmış; Radikal ve Diken’den bildiğimiz Erdal Güven değil, eski Hürriyetçi Erdal Güven bu) ve nihayet on-on beş yıl öncesinin gözde polisiyecilerinden Mehmet Murat Somer’in ‘Bir Hop-Çiki-Yaya Polisiyesi’ serisinden ‘Buse Cinayeti’ (Everest’ten bu da; sahi nerede Mehmet Murat Somer).

Az denilebilecek bir meblağ ödeyip çıkıyorum kitapçıdan. Rakama da kendim karar verdim zaten. Daha ne olsun!

PS: Fotoğraflar geçen seneden.



kusursuz bir üçgen


Kırlangıçları henüz görmedim. 

Toplanıp bir yerlere mi gittiler acaba? Buraların süsü onlar. Denize bir karış kalıncaya dek alçalır, hızla uçarlar üzerinizden. Neredeyse kulaçlarınıza değerler. 

Sabah sular çekilmiş, deniz sığ. İskele de yok. Adamakıllı yüzmeye başlamak için epey yürümeniz gerekiyor. Minik dalgalardan taşan köpükleri izleye izleye ilerliyorum.

Az ötede üç yaşlı adam, denizde üç yaşlı adamın kurmayı doğal güdülerle hep becerdiği o kusursuz üçgeni kurmuş. Birbirlerine ne yakın ne uzak, ideal bir mesafede durmuş konuşuyorlar. Ayakları yerde. Ellerini bazen sudan çıkarıp, neden bilmem, yüzlerine gözlerine götürüyorlar. 

Suya bırakıyorum kendimi. Kafam suyun içinde; düzenli kulaçlarla yüzüyorum. Her nefeste kafamı çıkardığımda, üç adamın konuştuklarını duyuyorum bölük pörçük.

“batırdı bu ülkeyi batırdı” 
“bir lafım var böylelerine ama şimdi söylersem…”
“yok canım ne bankası kalır ne borsası, biter memleket”

Denizde de karada da gündem aynı. Uzaklaşıyorum. Ne kadar yüzdüğümü unutacak kadar yüzüyorum. İnce ince sızlayan kollarım “Dur” deyince duruyorum ancak. Dönüp bakıyorum sahile. Ağaçlar ve şemsiyeler nasıl ufalmış. Tepeler ışıkla yıkanıyor. Bu mesafeden yaşlıların üçgen ideası bozuluyor. Tek sıra halinde görünüyorlar şimdi. Sırt üstü uzanıp gözlerimi kapıyorum. 

Birkaç kulaçla, göklerdeki solucan deliğinden geçmiş gibiyim yine. Dünyanın zamanı işlemiyor artık. Güneş biraz daha yumuşak davransa, uyurum. Daha önce, zamanı, mekânı unutarak böyle çok uyudum. Çok düşündüm. Çok dua ettim. Dalgalardan bir yatakta uyanmanın hiçbir şeye benzemez haline her defasında çok şaşırdım.

Uzaktan cıstak müziğiyle bir tekne geçiyor. Keyfimi hiç bozmadan, bana hiçbir şey ifade etmeyen şarkıyı dinliyorum bir süre. Suya yaslanıp ellerimi kollarımı sallıyorum. Oyalanıyorum, uykum yok. Güneş dayanılmaz olunca dönmeye karar veriyorum. 

Dalgalar beni çaktırmadan uzak kıyıya sürüklemiş. Ağır ağır yüzüyorum. Amma da savrulmuşum. Yaşlılar yerli yerinde. Üçgenlerine yaklaşınca, sohbetlerini yine duyuyorum. 

"tereyağı öyle olmaz, hiç oradan alma daha."
"biberlerinde iş yok, damda kurutmamışlar ki."
"malatya’da var onlar, böyle küçük, küçücük, kıpkırmızı, gözlerin yanar bakınca."

Gündemleri değişmiş. “Ama yine acılardan konuşuyorlar” diyorum içimden; kendi kötü esprime kendim keh keh gülüyorum da.

Çıkıyorum sudan. Havada leylekleri gösteriyorlar. Çok yukarıda, minik siyah çizgiler… Toplanmışlar gidiyorlar. Mevsiminden önce. Bugünlerde hiç leylek geçmezdi buradan. 

“Kırlangıçlar da yok zaten” diye düşünmeye kalmadan, bir sevimli çatalkuyruk kırlangıç, tam burnumun ucundan geçip suya pike yapıyor. Az önce neredeyse uyuduğum noktaya kadar uçuyor; dönüp kıyıya doğru havalanıyor sonra.  O da geçmiş olmalı solucan deliğinden. 

Kanadı, kulaçlarıma değmiş gibi geliyor. Fark etmeden omzumu tutuyorum. 

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...