neden bu şiir değişmemiş, bana günah değil mi?

Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan Roberto Bolaño’nun Vahşi Hafiyeler’ine bir paralel çekerek, blogda 2019’a gecikmeyle de olsa başlayalım… Israrla takip edenlere selam olsun.
*
Sizin Aksaray’da bir kitapçı dükkânınız vardı. Oradaki konuşmalar aklıma geliyor. Aksaray’da eskiden meyhaneler de vardı. 
Evet, çok güzel meyhaneler vardı. Kitapçı dükkânımın gece siperiydi onlar. Aksaray’ı severdim. Defterlere şiirler yazardım. O günleri severim. 

Karşı Duvar dergisi vardı eskiden. Fakültedeyken Aksaray’da otururdum. Tramvay durağının yanında sebze meyve satılan çarşı vardı. İçinde halkın, esnafın gittiği yerler vardı. Oraya giderdik. Halkla çok yakındık. Bir de eski Halkevi vardı. 
Halk edebiyattan uzak derler. Hayır. Orada benim duvara astığım, 15 günde bir değişen şiirleri belki en aşağı 100 kişi okur, defterlerine yazardı. Abartmıyorum. Bir gün bir adam geldi, o gün şiir değişmemişti, çünkü yazan çocuk hastaydı. “Ben Kadıköy’den geliyorum. Neden bu şiir değişmemiş? Bana günah değil mi!’ dedi. Adamı oturttum, çay kahve ısmarladım. Bayağı kellifelli bir adamdı. Yani halk yakın takipteydi. Ben meyhaneye giderdim, dönerken dükkâna bakardım uzaktan, önünde en az 10 kişi olurdu gece 12’ye kadar. Şiir halka sunulsa halk alıyor, severek kabul ediyor sunulanı. 

Şiir devam ediyor sizde. Şiirin devam etmesi aklı ve bilinci de sürdürüyor. Belki saçta, başta, gözde veya kaşta değişiklik var; ama bilincinize diyecek yok. 
Bilinç, bıçak gibi veya keman gibi, ne kadar kullanırsanız o kadar bilinçtir. Şu an yazı yazamıyorum, çünkü gözlerim görmüyor yazıyı. Küçük harfleri hiç göremiyorum. Birine yazdırıyorum. 50 dizelik, 40 dizelik şiirleri hiç zahmet çekmeden, silmeden yazdırabiliyorum. Değiştirmeden, bir söyleyişte, bazen iki şiir birden yazdırıyorum. 

*


Yukarıdaki alıntı, Dağlarca’nın evinde son söyleşiden (Cumhuriyet, neredeyse tam kadro yapmış bu söyleşiyi; İlhan Selçuk, Orhan Bursalı, Emre Kongar, Şükran Soner, Alev Coşkun, Güray Öz ve Egemen Berköz katılmış). 24 Nisan 2006’da yayımlanan söyleşiden alıntıyı, Emre Kongar’ın ‘Yazarlar Eleştiriler Anılar’ isimli kitabından aldım (Remzi Kitabevi, 2016). 

kime desem derdimi ben bulutlar

Amsterdam Üniversitesi’nin tam karşısında, Kriterion isimli sinemanın kafesindeyim. Çay, kahve, bira, sandviç ucuz. Genellikle öğrenciler uğruyor buraya. Tam ortadaki büyük masada oturmuş çalışıyorum. 

Çalan bir şarkıya eşlik ediyorum yavaştan. Neyi dinlediğimin farkında bile değilim. Birden uyanıyorum. Özdemir Erdoğan söylüyor. “Kime desem derdimi ben bulutlar…” Hem de burada. Nasıl yani?

Beklenmedik Özdemir Erdoğan’ı doya doya dinlerken algılarım açılıyor, çevremle de daha çok ilgilenmeye başlıyorum. Yarım saat önce karşıma oturan delikanlıyla genç kız sohbeti koyulaştırmış. En fazla 20 yaşındalar. Konuştukları İngilizce parça parça kulağıma çalınıyordu. Şimdi yeni bir dikkatle dinliyorum. 

Hocalarından (sanırım) bahsediyorlardı biraz önce. Şimdi sinemaya geçtiler. Müzik, arkadaşlar, Berlin, Almanlar, Hollandalılar, müzeler, yeniden filmler, soğuk hava, yağmur, Amsterdam’ın ufak tefek sürprizleri… 

Biraz daha yakın oturuyorlar şimdi. Santim santim yaklaşıyorlar birbirlerine. Flört ediyorlar. Öyle güzeller ve öyle düzgünler ki. Aydınlık, tatlı çocuklar… 

Arkadaşları içeri girip çıkıyor arada bir; masaya damlıyorlar. Hızlı espriler, küçük şakalar. Gülüşüyorlar. Sonra bizimkiler hemen yüz yüze dönüyor. Yeni bir konunun, mesela popoları ıslanmasın diye bisiklet selelerine nasıl torba geçirmek gerektiği meselesinin tadını çıkarıyorlar. Kendi taktiklerini anlatıyorlar sırayla. Nasıl acemiler birbirlerine. Bundan nasıl da keyif alıyorlar.  

Keşfediyorlar. Birbirlerini keşfederken, kendilerini de... Aşkın her yanı saran alevlerle değil, arada bir çakan sürpriz kıvılcımlarla aydınlattığı o tatlı yokuşu çıkıyorlar.

Yeni yıl tatilinde ne yapacaklarını konuşuyorlar. Önceden yapılmış planlar… Bu masaya gelmeden önce. Bir sonraki tatilde birbirlerinin planına sızarlar mı?

Kız önce kahve içiyordu. Şarapla devam ediyor artık. Oğlan hep biracı. Bir iki santim daha…

Ben bunları yazarken hep karşımdalar, şu an bile. Bir ilişkinin, onların hiç bilmeyecekleri vakanüvisliğini üstlenmişim, ciddi sorumluluk bu. Bir bira da ben söylüyorum.

Ses tonları yumuşuyor. Daha çok gülüyorlar birbirlerinin şakalarına.

Akşam oluyor… 

benim olmadığım yerlerde

Sedire oturup radyoyu açtım. Piyano dinlemek istiyordum ama yoktu. Sanki bütün dünya konuşuyor, dans ediyor, operaya gidiyordu. 

Şu kutunun içinde bana piyano çalacak birini bulamıyordum. Yalnızdım. Kapadım kalktım. Duvarda ‘İkindi Kahvaltısı’ asılıydı: Yapma ışıkta bozluğu daha bir boz, kahredici. Masanın üstünde sigara küllüğü vardı. Biçimsiz. Kim koymuş onu kitapların önüne? Kaptığım gibi pencereden sokağa fırlattım. Kapalıymış, cam kırıldı. Karşı apartmanın yüzünde bir perde kalktı; bir kadın kımıldamadan sokağa baktı. Yoksa o mu? Perde indi. Yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu?

Aylak Adam / Yusuf Atılgan 

şikâyet

Voltaire şöyle demiş: “İnsanları daha akıllı kılmayı beceremediğimden, onlardan uzakta kalarak mutlu oldum”. 

İsabet.

Biz ise hem insanlardan şikâyet ediyoruz hem de onların binlercesiyle sosyal medyada bir arada olmaktan geri kalmıyoruz. 

Belki de Voltaire’in uzağında kalarak mutlu olduğu insanlar biziz.

eski dostum kurşunkalem

Ne güzel isim koymuş romanına Şebnem İşigüzel: Eski Dostum Kertenkele… 
Niyetlensem de henüz okumadığım kitaplardan biri. Eminim iyidir.

Bir süredir kurşun kalemlerle yazıyorum. Eski dostum kurşunkalem… Azalıyor kalemler. Eriyor kurşun. Elimde kalemtıraş, çöpün başına gidiyorum. Üşeniyorum bazen. Kalem yontuları masanın üzerinde minik kelebekler gibi birikiyor. 

Kalemler tükeniyor; ben ilerlediğimi görüyorum. 

Fotoğraf: Angelina Litvin (Unsplash sitesinden)

şşşşt... usta çalışıyor



Tropenmuseum’da ‘Cool Japan’ isimli sergiyi nihayet dolaştık. Havalı bir iş ama ağza bir parmak bal çalmaktan öteye gitmiyor. Beginner düzeyinde.

Bana kalan sergideki şu fotoğraflar oldu. Biri ustaların ustası Hayao Miyazaki’nin, diğeri yine manganın büyüklerinden Yoshihiro Tatsumi’nin…

İki çalışma usulü. Düzenli, iptidai... İkisini de severim. 

Miyazaki usta giymiş esnaf önlüğünü, sakalını taramış, dalmış hayaller alemine… Tertipli düzenli, her şey yerli yerinde. Çalışmanın güzelliği için tüm koşullar oluşmuş. Emeğin ilhama, ilhamın emeğe dönüştüğü bir makineyi, tıkır tıkır, güvenle işletiyor. Kendini işliyor. İyi bir pastacı da olurdu Miyazaki Usta, iyi bir heykeltraş da. Saatlerimizi de mükemmelen ayarlardı. Önlük işte o önlük. Ancak ustanın giydiği, giyeni de usta kılan önlük. Bir gün giymek isteyeceğim önlük. 

Tatsumi’nin fotoğrafı çok çok eskilerden. Sanki kayıp bir geçmişten. “Bu bulanık anıyı anlatmak isterdim” diye başlar ya Kavafis; işte çok eskiden çok, ta gençlik yıllarından, neredeyse silinmiş bir anı… Yazdır, sıcaktır; çalıştıkça yaptığın işin içinde kendi unutursun… Dağınıktır masa. Kahve, sigara, viski; o anki zehrin hangisiyse, hayallerinin yanında o yürür. Yapış yapıştır gece, üstünü çıkarırsın. Tatsumi Usta çiziyor ama sen yazarsın, yazarsın, yazarsın… Şafak söker. Uyumaya gidersin, o masada uyuyup kalmamışsan. Bedenin kendini bırakır; zihnin halen masada oturmuş çalışmaktadır. Öteyi beriyi düzeltir, sağı solu silkeler, sonra o da uyur. Emeğin mutluluğuyla uyur. 

İyi çalışan insanın fotoğrafları bile çalışma şevki veriyor, ne tuhaf. Emek de bulaşıcıdır belki.   

Aşağıda Miyazaki ve Tatsumi ustaların işleri...





nesnelerin dokusuna...

Don DeLillo terzi gibi yazıyor. Elinde bir mezura var; cümleleri, karakterlerinin ruh haline göre ölçüyor. 

Başka türlü nasıl yazılır aşağıdaki cümle: 

Küçük, inatçı bir hüznün nesnelerin dokusuna nüfuz ettiği bir mevsimdi, günün de tam öyle bir saati. 

O mevsimdeyiz şimdi... 

Beyaz Gürültü, Don DeLillo, Siren Yayınları (Çeviren Handan Balkara) 

Fotoğraf doksanlardan, Dominique Nabokov imzalı

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...