me dicen el clandestino

1. 
Oosterpark Sokağı’nda bir pencerede, büyük harflerle şöyle yazıyordu: “Kanunsuz insan yoktur, insansız kanun vardır.”

2. 
Hollandacam şunu bir çırpıda anlayacak kadar gelişmiş, az buçuk gurur duydum. 

3. 
Bu şehirde insanların kendilerini pencerelerinde ifade etmesi hoşuma gidiyor. Bir kâğıda bazen şiir bazen özlü sözler yazıp asıyorlar. Fotoğraflar, resimler, süsler… Kendilerine değil, gelip geçen için. Bir ifade sanatı ve vitrin olarak pencereler… 

4. 
‘Kanunsuz insan’ çeviri kokuyor tabii. İllegal deyince daha doğru. Eh, o zaman da Manu Chao’nun Clandestino’sunu hatırlamamak mümkün mü? Yalnız Manu da ne kadar gençmiş... 

21662 ev

Evin iki cephesi de açık; ışıklı. Ufak, sevimli bir terası var. Çatı katındaki oda bir şeye benzemiyor ama alttakiler hoş. Banyo, mutfak, yer döşemesi; her şey yenilenmiş, elden geçirilmiş. Zevkli bir elden hem de… Ama evin esas numarası lokasyon. Şehrin iki yanına kurulduğu nehre yakın, latif bir semtte.

Emlakçı kollarını kavuşturmuş sorularımı bekliyor. Çok da umrunda değil, belli. İki-üç gün içinde evi satacağından emin. Sorsam da olur, sormasam da… Otomatik bir hareketle kartını veriyor. “Başka bir sorunuz olursa…”

Dik merdivenleri inip, dışarı çıkıyorum. Nefis bir gün. Yürüyorum, her şey güzel; her şey yerli yerinde. Olması gerektiği gibi. Evi falan unutuyorum, bir kafeye oturuyorum. Yazmaya girişiyorum. 

Akşam çöküyor. 

Yine aynı sokaklardan dönüyorum. Ayaklarım beni öğle üzeri baktığım evin önüne getiriyor. Apartman kapısının üzerinde gündüz fark etmediğim bir plaka görüyorum. Epey de büyük. Yazılanı anlamaya çalışıyorum. Nasıl yani?

Emin olmak için telefondaki çevirmene başvuruyorum. 

Evet, doğru tahmin etmişim. Tam olarak şöyle yazıyor: 

2. Dünya Savaşı’nda öldürülen Yahudilerin yaşadığı 21662 evden 1’i.




düğün fotoğrafları

Mahallede dolaşırken, elektrik idaresinin kutusunun üstüne bırakılmış bir kâğıt tomarı gözüme çarptı. Karşı taraftan, Müslümanca bir sakalı olan ihtiyar bir adam geliyordu. O da fark etti kâğıtları. Benden daha yakındı; uzanıp aldı. İhtiyar elindekileri incelerken ben de yanına varmıştım. Göz ucuyla baktım; stüdyoda çektirilmiş evlilik fotoğraflarıydı. Makyajlı, simli, fotoşoplu… Neden oraya bırakılmışlardı? Birisi onları, belki başka bir şeyle uğraşırken idareten koyduğu kutunun üzerinde mi unutmuştu? Yoksa, özellikle belli birisi görsün diye mi oradalardı? Bir meydan okuma ya da göz boyama için? Bu ihtiyar neden fotoğraflarla bu kadar ilgilenmişti? Adamın yanından geçip gittiğim iki-üç saniyede zihnime bu sorular üşüştü. Biraz yürüdüm; derken dayanamadım, arkama döndüm. İhtiyar aynı yerde duruyordu. Fotoğraflara baktı baktı, sonra onları ceketinin cebine sokup yürüdü gitti. 

47 euro


Bisiklet tamircilerini seviyorum. Ama iptidai olanlarını… 
Sağa sola fren pabucu, balata, ziller saçılmış; lastikler üst üste düzensiz yığılmış olmalı. Eli yüzü yaptığı işten kararmış, zamanı unutmuş bir tamirci, tüm bu başıbozukluğun içinde çalışmalı. 

İçeriye giren müşteriye şöyle bir kafasını kaldırıp bakmalı, o kadar. 

İçten içe böyle bir yerde çalışmak istiyorum; elimden gelmez ama denesem ne olur ki. Gitsem bir tamirciye; “etim de kemiğim de senin; bana sanat öğret” desem… Ellerim lastik kaydırmaktan nasır tutsa. Sonra ben de yavaş yavaş dünyanın en teklifsiz, en zamansız adamı haline gelsem. 

Çocukluğumda öyle alıştım belki; ağzında yarım sigarası, “Şuraya koy, yarın gel al” diyen, kendi neşesine göre çalışan tamircileri benimsiyorum. Acaba derdimi anlatabildim mi; hiç dinlememiş gibiydi; papuçları da duydu mu, sadece seleye mi bakacak falan derken, bisikleti ertesi gün tam da tarif ettiğim gibi, hatta daha fazlasıyla (gidonu da sıkıştırdım, gevşemiş!) bulmayı biliyorum ben. 

O yüzden düzenli bir dükkâna girerken geriliyorum. 

İşte mahalledeki bisikletçiye, elimde arka lastiği nedense paramparça olmuş bisikletimle girerken üç aşağı beş yukarı bunları düşünüyordum. 

Bu arada, her şeyi anlattım da şu artık belli ki sona yaklaşan emektar ötesi bisikletimin hikâyesini anlatmadım. Bir ara yazmalıyım; hiçbir şey değilse, onore etmem gerekiyor onu.  

Neyse girdim dükkâna, “Teker patladı” dedim; “lime lime olmuş” dedim; “Şuna bir el atın” dedim… 

Tamirci, mekanik bir hareketle aldı bisikleti kenara koydu. “Yarın bu saatte alırsınız.” 

Üzerine bir etiket yapıştırıyordu ki, “47 Euro” dedi. 

Durdum. Yok, yanlış anlamıştım herhalde. 

“47 Euro mu” diye sordum, gülerek. 

“Evet, 47” dedi kadın. 

“Nasıl olur yahu, ben bu bisikleti 50 euro’ya aldım zaten.”

“Evet işte eski bisikletlerin derdi de bu.”

Öyle dert mi olur! Sonuçta sadece tekeri patlamış. Aldım bisikleti çıktım. 

İnternetten baktım; iç lastik, dış lastik, 6-8 euro. YouTube’da da lastik değiştirme videoları gani. Elimden gelir mi bilmiyorum ama deneyeceğim.
Böyle böyle bisiklet tamircisi de olacağım.  

Sonra gider, bir başıbozuk dükkânda çalışırım.


PS: Fotoğraf, yukarıda geçen dükkân değil; iyi fotoğraf veren bir dükkân.  

değirmen

Sabahattin Ali, enfes öyküsü Değirmen’e şöyle başlar: “Hiç sen bir değirmenin içini dolaştın mı adaşım?” 

Belki daha önce buralarda yazmışımdır; bu ilk cümleye, neden bilmiyorum, bayılırım ben. Gerçi geçenlerde Twitter’da “kimse bir kitaba Ruslar gibi giremez” minvalinde bir şeyler yazdım ama bu cümlenin yeri bende ayrıdır. 

Bense konuya ne Ruslar ne de Türkler gibi girebiliyorum. Bir başka değirmenden bahsetmek için, Sabahattin Ali’den açtım, nerelere geldim.

Benimkisi bir kahve değirmeni… Pirinçten, emekçi, canayakın… Bir dostum, yıllar evvel Eminönü’nden alıp gelmişti. Üstelik dişlisini de french press için ayarlatmıştı. İhmal ettim, uzun süre kullanmadım. Bir gün bayat kahve içmekten gına geldi; yeni hediye almış gibi (sağolasın Serdar) şevkle kahve çekmeye başladım. 

İki aydır neredeyse her gün elimde. Kahvemi kıtır kıtır öğütüyorum. Biraz hipster işi duruyor ama olsun. Ev mis gibi kahve kokuyor; omuzlarımda da bir iş görmenin saadeti… İçini açıp aksamına bakıyor, dünyanın en basit prensibiyle çalışan bu aletin emeğiyle tatmin oluyorum. 

Eh sen gene söyle de, soruya esasen lüzum kalmadı adaşım. Bu değirmenin içini ben her gün dolaşıyorum.  

neden bu şiir değişmemiş, bana günah değil mi?

Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan Roberto Bolaño’nun Vahşi Hafiyeler’ine bir paralel çekerek, blogda 2019’a gecikmeyle de olsa başlayalım… Israrla takip edenlere selam olsun.
*
Sizin Aksaray’da bir kitapçı dükkânınız vardı. Oradaki konuşmalar aklıma geliyor. Aksaray’da eskiden meyhaneler de vardı. 
Evet, çok güzel meyhaneler vardı. Kitapçı dükkânımın gece siperiydi onlar. Aksaray’ı severdim. Defterlere şiirler yazardım. O günleri severim. 

Karşı Duvar dergisi vardı eskiden. Fakültedeyken Aksaray’da otururdum. Tramvay durağının yanında sebze meyve satılan çarşı vardı. İçinde halkın, esnafın gittiği yerler vardı. Oraya giderdik. Halkla çok yakındık. Bir de eski Halkevi vardı. 
Halk edebiyattan uzak derler. Hayır. Orada benim duvara astığım, 15 günde bir değişen şiirleri belki en aşağı 100 kişi okur, defterlerine yazardı. Abartmıyorum. Bir gün bir adam geldi, o gün şiir değişmemişti, çünkü yazan çocuk hastaydı. “Ben Kadıköy’den geliyorum. Neden bu şiir değişmemiş? Bana günah değil mi!’ dedi. Adamı oturttum, çay kahve ısmarladım. Bayağı kellifelli bir adamdı. Yani halk yakın takipteydi. Ben meyhaneye giderdim, dönerken dükkâna bakardım uzaktan, önünde en az 10 kişi olurdu gece 12’ye kadar. Şiir halka sunulsa halk alıyor, severek kabul ediyor sunulanı. 

Şiir devam ediyor sizde. Şiirin devam etmesi aklı ve bilinci de sürdürüyor. Belki saçta, başta, gözde veya kaşta değişiklik var; ama bilincinize diyecek yok. 
Bilinç, bıçak gibi veya keman gibi, ne kadar kullanırsanız o kadar bilinçtir. Şu an yazı yazamıyorum, çünkü gözlerim görmüyor yazıyı. Küçük harfleri hiç göremiyorum. Birine yazdırıyorum. 50 dizelik, 40 dizelik şiirleri hiç zahmet çekmeden, silmeden yazdırabiliyorum. Değiştirmeden, bir söyleyişte, bazen iki şiir birden yazdırıyorum. 

*


Yukarıdaki alıntı, Dağlarca’nın evinde son söyleşiden (Cumhuriyet, neredeyse tam kadro yapmış bu söyleşiyi; İlhan Selçuk, Orhan Bursalı, Emre Kongar, Şükran Soner, Alev Coşkun, Güray Öz ve Egemen Berköz katılmış). 24 Nisan 2006’da yayımlanan söyleşiden alıntıyı, Emre Kongar’ın ‘Yazarlar Eleştiriler Anılar’ isimli kitabından aldım (Remzi Kitabevi, 2016). 

kime desem derdimi ben bulutlar

Amsterdam Üniversitesi’nin tam karşısında, Kriterion isimli sinemanın kafesindeyim. Çay, kahve, bira, sandviç ucuz. Genellikle öğrenciler uğruyor buraya. Tam ortadaki büyük masada oturmuş çalışıyorum. 

Çalan bir şarkıya eşlik ediyorum yavaştan. Neyi dinlediğimin farkında bile değilim. Birden uyanıyorum. Özdemir Erdoğan söylüyor. “Kime desem derdimi ben bulutlar…” Hem de burada. Nasıl yani?

Beklenmedik Özdemir Erdoğan’ı doya doya dinlerken algılarım açılıyor, çevremle de daha çok ilgilenmeye başlıyorum. Yarım saat önce karşıma oturan delikanlıyla genç kız sohbeti koyulaştırmış. En fazla 20 yaşındalar. Konuştukları İngilizce parça parça kulağıma çalınıyordu. Şimdi yeni bir dikkatle dinliyorum. 

Hocalarından (sanırım) bahsediyorlardı biraz önce. Şimdi sinemaya geçtiler. Müzik, arkadaşlar, Berlin, Almanlar, Hollandalılar, müzeler, yeniden filmler, soğuk hava, yağmur, Amsterdam’ın ufak tefek sürprizleri… 

Biraz daha yakın oturuyorlar şimdi. Santim santim yaklaşıyorlar birbirlerine. Flört ediyorlar. Öyle güzeller ve öyle düzgünler ki. Aydınlık, tatlı çocuklar… 

Arkadaşları içeri girip çıkıyor arada bir; masaya damlıyorlar. Hızlı espriler, küçük şakalar. Gülüşüyorlar. Sonra bizimkiler hemen yüz yüze dönüyor. Yeni bir konunun, mesela popoları ıslanmasın diye bisiklet selelerine nasıl torba geçirmek gerektiği meselesinin tadını çıkarıyorlar. Kendi taktiklerini anlatıyorlar sırayla. Nasıl acemiler birbirlerine. Bundan nasıl da keyif alıyorlar.  

Keşfediyorlar. Birbirlerini keşfederken, kendilerini de... Aşkın her yanı saran alevlerle değil, arada bir çakan sürpriz kıvılcımlarla aydınlattığı o tatlı yokuşu çıkıyorlar.

Yeni yıl tatilinde ne yapacaklarını konuşuyorlar. Önceden yapılmış planlar… Bu masaya gelmeden önce. Bir sonraki tatilde birbirlerinin planına sızarlar mı?

Kız önce kahve içiyordu. Şarapla devam ediyor artık. Oğlan hep biracı. Bir iki santim daha…

Ben bunları yazarken hep karşımdalar, şu an bile. Bir ilişkinin, onların hiç bilmeyecekleri vakanüvisliğini üstlenmişim, ciddi sorumluluk bu. Bir bira da ben söylüyorum.

Ses tonları yumuşuyor. Daha çok gülüyorlar birbirlerinin şakalarına.

Akşam oluyor… 

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...