ben de sizdenim ağalar

Geçenlerde bir akşam üzeri, Türkiye’den bir arkadaşımla konuşa konuşa eve doğru yürüyorduk. Önümüze beş-altı yaşlarında bir çocuk çıktı. Kaldırımda elleri cebinde, miskin miskin duruyor, yapacak bir yaramazlık arıyordu. Sadece kara kaşından kara gözünden değil, konuşmamımızı duyunca kulaklarını dikmesinden de Türk olduğunu anlamıştım.   

O da bizzat anlattı zaten. Tam yanından geçerken, bilmiş bilmiş “Selamünaleyküm” dedi. 

Biz de “Ve aleykümselam” dedik gülerek; yolumuza gittik. 

O gün üzerinde durmamıştım. Hatta unutup gitmiştim. Bugün nedense aklıma düştü. Şaşırtıcı aslında. Bacak kadar boyuyla kocaman bir selam vermesi değil… Hiç tanımadığı iki yetişkinin sohbetine “Ben de sizdenim ağalar” diye sızmak istemesi… 

vintage

Bunu karım anlattı.

Geçen hafta bozulan bilgisayarını Apple Store’a tamire götürmüştü. 2013 model bir Macbook… Altmış yaşlarında bir görevli hem aleti kontrol ediyor hem de yanındaki stajyere bu tür arızalarla karşılaşınca ne yapması gerektiğini anlatıyormuş.

İlk cümlesi şu olmuş: 

“Görüyorsun, bu vintage bir model.”

Yeniyetmeler böyle derse anlarım da o yaşta birinden böyle cümle çıkması… Başka bir faza geçmişiz hakikaten.


umut gülünç ama bizimdir

Bu bizim bir yanımız yoktan umut 
Gülünçlüğüne gülünç ama bizimdir
İşimiz dünyayı biraz kendimizde
Biraz sürdürmek dışımızda sadece 
Yoksa sonu başından bellidir 

Gülten Akın 

(Fotoğraf: Fransa’da Brittany açıklarındaki, 144 yaşında hâlâ çalışan Tevennec deniz feneri)

ben toy bir mehtap kelimeler birer varsayım

Ben en çok yazmayı seviyorum
En çok buraya yazmayı seviyorum. 
En çok buradaki okurları seviyorum. Sağolun, var olun.

Bugün içimden geldi, bunları yazdım. Bu blogun neredeyse on yılı dolacak. Çıldırmış sosyal medya yükünün yanında blog… Neyse, uzun mesele, girmeyelim. 

Burası bir ev artık. Eski usul bir ev. Bir şeyler planlıyorum. Belki yeni bir eve taşınırım. Belki eski evime yeniden taşınırım (ki çok seviyordum orayı, hâlâ da arada bir uğrarım). Belki burada kalırım. Belki başka bir şey… Oturmadı daha. Ama ne fark eder ki, işimiz yalnızca metni korumak. Orada veya burada. Metni koruyoruz. Birbirimizi buluyoruz. 

Okuduğunuz için teşekkürler. Çok güzelsiniz.

me dicen el clandestino

1. 
Oosterpark Sokağı’nda bir pencerede, büyük harflerle şöyle yazıyordu: “Kanunsuz insan yoktur, insansız kanun vardır.”

2. 
Hollandacam şunu bir çırpıda anlayacak kadar gelişmiş, az buçuk gurur duydum. 

3. 
Bu şehirde insanların kendilerini pencerelerinde ifade etmesi hoşuma gidiyor. Bir kâğıda bazen şiir bazen özlü sözler yazıp asıyorlar. Fotoğraflar, resimler, süsler… Kendilerine değil, gelip geçen için. Bir ifade sanatı ve vitrin olarak pencereler… 

4. 
‘Kanunsuz insan’ çeviri kokuyor tabii. İllegal deyince daha doğru. Eh, o zaman da Manu Chao’nun Clandestino’sunu hatırlamamak mümkün mü? Yalnız Manu da ne kadar gençmiş... 

21662 ev

Evin iki cephesi de açık; ışıklı. Ufak, sevimli bir terası var. Çatı katındaki oda bir şeye benzemiyor ama alttakiler hoş. Banyo, mutfak, yer döşemesi; her şey yenilenmiş, elden geçirilmiş. Zevkli bir elden hem de… Ama evin esas numarası lokasyon. Şehrin iki yanına kurulduğu nehre yakın, latif bir semtte.

Emlakçı kollarını kavuşturmuş sorularımı bekliyor. Çok da umrunda değil, belli. İki-üç gün içinde evi satacağından emin. Sorsam da olur, sormasam da… Otomatik bir hareketle kartını veriyor. “Başka bir sorunuz olursa…”

Dik merdivenleri inip, dışarı çıkıyorum. Nefis bir gün. Yürüyorum, her şey güzel; her şey yerli yerinde. Olması gerektiği gibi. Evi falan unutuyorum, bir kafeye oturuyorum. Yazmaya girişiyorum. 

Akşam çöküyor. 

Yine aynı sokaklardan dönüyorum. Ayaklarım beni öğle üzeri baktığım evin önüne getiriyor. Apartman kapısının üzerinde gündüz fark etmediğim bir plaka görüyorum. Epey de büyük. Yazılanı anlamaya çalışıyorum. Nasıl yani?

Emin olmak için telefondaki çevirmene başvuruyorum. 

Evet, doğru tahmin etmişim. Tam olarak şöyle yazıyor: 

2. Dünya Savaşı’nda öldürülen Yahudilerin yaşadığı 21662 evden 1’i.




düğün fotoğrafları

Mahallede dolaşırken, elektrik idaresinin kutusunun üstüne bırakılmış bir kâğıt tomarı gözüme çarptı. Karşı taraftan, Müslümanca bir sakalı olan ihtiyar bir adam geliyordu. O da fark etti kâğıtları. Benden daha yakındı; uzanıp aldı. İhtiyar elindekileri incelerken ben de yanına varmıştım. Göz ucuyla baktım; stüdyoda çektirilmiş evlilik fotoğraflarıydı. Makyajlı, simli, fotoşoplu… Neden oraya bırakılmışlardı? Birisi onları, belki başka bir şeyle uğraşırken idareten koyduğu kutunun üzerinde mi unutmuştu? Yoksa, özellikle belli birisi görsün diye mi oradalardı? Bir meydan okuma ya da göz boyama için? Bu ihtiyar neden fotoğraflarla bu kadar ilgilenmişti? Adamın yanından geçip gittiğim iki-üç saniyede zihnime bu sorular üşüştü. Biraz yürüdüm; derken dayanamadım, arkama döndüm. İhtiyar aynı yerde duruyordu. Fotoğraflara baktı baktı, sonra onları ceketinin cebine sokup yürüdü gitti. 

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...