kesin yaşanmıştır!

Sosyal medyada bana en itici gelen sözlerden biri: Kesin yaşanmıştır! 

‘Ufak at da civcivler yesin’in yeni lisandaki karşılığı… İlk başta, çok uçuk görünen olaylar için kullanılıyordu. Şimdi rutinin azıcık (gerçekten azıcık) dışındaki her anekdotun altına yapıştırılıyor: Kesin yaşanmıştır! Her şeye ama her şeye… “Bir taksici bana şunu anlattı” mı dedin? Kesin yaşanmıştır. “Minik yeğenim öyle bir laf etti ki!” Kesin yaşanmıştır. 

Dünya durdukça taksici anlatır, çocuklar laf ebeliği yapar; bunda ‘yaşanmayacak’ ne var?

Bunu söyleyip duranlar, vatman gibi tek hat üstünde gidip gelerek mi yaşıyor? Birisi bir şey anlatsa, sokakta bir şey görsen, kulağına bir şey çalınsa, o sana bir hikâye… Palavracı avcılar gibi, tek kurşunla üç ayı vurdum denmiyorsa, her şey makul.

“Kesin yaşanmıştır” diye sızlanıp duranların neyi kastettiklerini bilmiyor değilim. Beş RT on fav için mevzu uyduran insan çoktur, eminim. 

Orası öyledir de… Sosyal medyada vakit geçire geçire kafalar uyuşmuş artık. İtiraz ettikleri şey aslında normal akış… Hayat zaten böyle hikâyelerle, rutinden sapmalarla ilerliyor. 

Dünyanın bir büyüsü, hayatın sürprizleri var. Bunları da yaşayıp anlatmayacaksak, ne halt edeceğiz? Kedi videosuyla gün geçer mi? 

PS: Kesin yaşanmıştır süfliliği bir kenara, yukarıdaki fes bir kenara. Kimin aklına geldiyse, ona diyecek bir şeyim yok!

kaplumbağaların labirentinde


1. 
Harika bir film seyrettim. Burada bulunsun. Siz de seyredin. Buñuel in the Labyrinth of Turtles (Buñuel en el laberinto de las tortugas). Yönetmeni Salvador Simo Busom. Büyük yönetmen Luis Buñuel’in İspanya’nın sıfır noktasında ‘Las Hurdes - Ekmeksiz Toprak (1933)’ belgeselini nasıl çektiğinin hikâyesi. Müthiş bir yoksulluğu anlatma denemesinin hikâyesi…

2.
Metin Eloğlu, ‘Horozdan Korkan Oğlan’ şiirini Bunuel’e ithaf etse olurmuş. Horozdan bu kadar korkan bir başkası yoktur. 

3.
Dali’yle Bunuel’in kanka olduğu hep söylenirdi. Filmde, kendisinden utana sıkıla para isteyen Bunuel’i “Ah be abi” diye refüze etmesi sahnesi var ki, Dali’ye büyük eksi yazdı. 

4.
Filmin en güzel yanı bence sahici arkadaş Ramón Acín’in hikâyesi… Allah herkese böyle arkadaş versin… Ben bunu anlatmayayım. Siz seyredin, hem neyi kastettiğimi anlarsınız hem de bu güzel adamı tanıyanların sayısı artmış olur. 





as bayrakları as

Sokakta günlerdir bir Avrupa Birliği bayrağı asılı. Evin sahibini tanımıyorum, kim olduğunu da bilmiyorum ama bu yaptığı hoşuma gidiyor. 

Bayrağı asan kişi, geçen haftaki seçimlerden önce rengini belli etti. Dosta düşmana tarafını duyurdu. Bunca milliyetçilik patlaması içinde, yıllardır diş diş, tırnak tırnak kazanılanlara, tek bir Avrupa fikrine sahip çıktı. 

Yaşlıca biri olduğunu tahmin ediyorum. İkinci savaşın etkilerini çocukluğunda yaşayanlardan olmalı. On yıl öncesini bile bilmeyen, acıları tanımayan genç ve beyinsiz faşistlerden değildir. Bu beyinsizlerin içinde genç olmayanları da var elbette. Onlar dümdüz kötü, bencil ve çıkarcı insanlar. Her zaman ortadadırlar. Savaş çıkarır, nutuk atarlar.

Bayraklı komşum, en azından bu ülkedeki, Hollanda’daki sonuçlara seviniyordur. Avrupa Birliği karşıtları (çoğunlukla aşırı sağcılar ve düz faşistler) pek bir şey yapamadı. Avrupa genelinde de birlik karşıtları parlamentoya girdi ama çoğunluğu ele geçiremediler. Çünkü hayatlarında daha fazla sığlık istemeyenler de sandığa gitti. İyi veya kötü, artık her telden görüş parlamentoda. Olsun da. Gerekiyor çünkü. Ekonomi, göç ve iklim. Hangi meseleyi tek başınıza ele alabilirsiniz ki? 

Keşke bizim de bu konuda söyleyecek sözümüz olsaydı. Hepsinden en çok etkilenen biziz.

Şu bayraklı komşum cama çıksa da kim olduğunu anlasam. Muhabbetle selam verirdim. Belki arkadaş olurduk. 

algoritmayı savunmak gerekir


Geçen gün Spotify’ı açtığımda bir sürprizle karşılaştım: Uygulama zaten açıktı ve birileri bir başka internet tarayıcısında müzik dinliyordu. 

Baktım. DJ’Li, trance’lı, ilk defa duyduğum, benimle hiç alakası olmayan müzikler. 

Acele şifremi değiştirdim. 

Yetmemiş. Ertesi gün baktım, yine benzer şarkılar dinlenmiş. Birisi hesabımı fena halde sömürüyordu. Ama nasıl?

Nette biraz araştırdım; varmış böyle bir problem. Hayır sahibi insanlar birkaç çare yazmış. Birini denedim. Şimdilik kurtulmuşum gibi görünüyor. 

Karıma anlattığımda “Aman ne olacak” diye omuz silkti. “Nasıl olsa ekstra bir maliyeti yok. Bırak dinlesinler. Belki öğrencilerdir.” Böyle de yüce gönüllüdür…

Derdim o değildi ki. “İyi de” dedim; “Algoritmamı değiştirecekler.” Yıllardır emek vererek, sevdiğim, keşfe değer bulduğum parçaları dinleyerek kurduğum bir algoritmam var. O değişirse, Spotify karşıma hep alakasız (ve çekilmez) şeyler çıkaracak. Bunu istemiyorum. 

Yalnız ne tuhaf değil mi? Artık korumamız, savunmamız gereken bir de algoritmamız var. 

Sanal ortamlarda karakterimizin dibini ekmekle sıyırdık; adına da algoritma dedik. Tuhaf günler… 

yeniden çevrilemeyecek bir film


Dün kült film Breakfast Club'ı izledim. John Hughes filmi. 1985’ten. Stranger Things dizisi ile yeniden arz-ı endam eden, uzun koridorlu, metal dolaplı seksenler Amerikası lise estetiğinin kurulduğu filmlerden biri. (Bu filmde fazladan epey güzel bir kütüphane de var.)

Sahi, o metal dolaplardan bizde hiç olmadı. Belki İstanbul’daki kolejlerde vardı ama biz taşradakiler, dolaplarımıza bir şey saklayamadık! Metal dolabı ancak askerde gördüm ben. Pek de matah bir şey değilmiş.  

Neyse. Film, hepsi bir şekilde Cumartesi günü okulda kalma cezası almış (‘detention’ın bizde karşılığı yok, uzun uzun yazmak zorundasın) beş ergenin o günkü muhabbeti üzerine… Önce birbirlerini itiyorlar, sonra çekiyor, sonra yine itiyorlar. Ama bir şekilde konuşuyorlar; birbirlerini tanıyor, anlıyor, bu arada kendi kimlikleri üzerine de düşünüyorlar. Hakikaten eli yüzü düzgün, derdini -kızların oğlanlara vardığı finali hariç- çok iyi anlatan film.  

Bir de şu: Yeniden çevrimi yapılamayacak bir film. 

Bugün olsa, ergenler gömülür cep telefonlarına; ne birbirleriyle konuşurlar ne de kendi iç seslerini dinlerler. O Cumartesi cezası da başladığı gibi biter. Hiçbir şey yaşanmadan… 

Tabii sade ergenlikle ilgili mesele değil bu. Sosyal medyayla bunca haşır neşir olan hepimizin her günü böyle. Başlıyor, bitiyor. Arada ömür geçiyor. 

kızıl havaları seyret ki akşam olmakta

Kütüphanenin kafesinde iki adam baş başa vermiş konuşuyor. Altmış yaşlarındalar. Biri beyaz saçlı ve bıyıklı. Diğeri gözlüklü ve dikkatli. Bıyıklı olan eski moda bir takım elbise giymiş. Gözlüklü, bir bardak kolayı çok yavaş hareketlerle yudumluyor. Bir konuyu karara bağlıyor olmalılar. Arada bir önlerindeki kâğıtlara birtakım notlar alıyorlar. Yumuşak yüzlü, iyi niyetli adamlar. Bugünün dışındalar. Sanki o masada baş başa vermişken, hiç fark etmeden yaşlanmış gibiler. Öğle üzeri oturdukları masaya ve ömürlerine usul usul akşam çökmüş gibi…

ben de sizdenim ağalar

Geçenlerde bir akşam üzeri, Türkiye’den bir arkadaşımla konuşa konuşa eve doğru yürüyorduk. Önümüze beş-altı yaşlarında bir çocuk çıktı. Kaldırımda elleri cebinde, miskin miskin duruyor, yapacak bir yaramazlık arıyordu. Sadece kara kaşından kara gözünden değil, konuşmamımızı duyunca kulaklarını dikmesinden de Türk olduğunu anlamıştım.   

O da bizzat anlattı zaten. Tam yanından geçerken, bilmiş bilmiş “Selamünaleyküm” dedi. 

Biz de “Ve aleykümselam” dedik gülerek; yolumuza gittik. 

O gün üzerinde durmamıştım. Hatta unutup gitmiştim. Bugün nedense aklıma düştü. Şaşırtıcı aslında. Bacak kadar boyuyla kocaman bir selam vermesi değil… Hiç tanımadığı iki yetişkinin sohbetine “Ben de sizdenim ağalar” diye sızmak istemesi… 

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...