korona günleri - süperyayıcı

Dün Hollandaca kursunda -tabii ki- yine koronavirüs hakkında konuşuyorduk. 

Öğretmen, bazı insanların sadece taşıyıcı olduğunu söylediğinde, ben de ‘superspreader’ (‘süperyayıcı’ mı desek) diye tanınan bir taşıyıcı hakkında yaklaşık bir ay önce okuduklarımı anlattım. 

“Orta yaşlı, İngiliz, erkek. Singapur’dan Fransa’ya bir kayak merkezine gelmiş. Sonra da İngiltere’ye dönmüş. Gazetelerde o kayak merkezindeki birçok insana virüs bulaştığını okuyunca, kendisi hiç belirti göstermemesine rağmen, ne olur ne olmaz diyerek test edilmek üzere hastaneye koşmuş. Sonuç: Herkese virüsü bulaştıran meğer bizzat kendisiymiş.”

Yanımda oturan kurs arkadaşım, genç İngiliz kadın, beni sabırla dinledikten sonra (ki çat pat Hollandaca konuştuğumuz için gerçekten sabır gerekiyor) bombayı patlattı: 

“O adam benim arkadaşımın babası.”

Sonra da adamın ve ailesinin akıbetini anlattı. Virüs tüm aileye bulaşmış ama biraz kırıklık gösterdikten sonra iyileşmişler. 

Dünya sahiden küçük. 

korona günleri - tek dünya tek millet tek harita

 Hollanda gazetesi Volkskrant bence en iyisini yapıyor. Şurada şu kadar kişi öldü, burada bu kadar kişi virüs kaptı demeden, bütün dünyaya dair tek bir sayı veriyor. Ülke yok, sınır yok. Sonuçta herkesi vurdu korona; herkes tedbirini alıyor, herkes korkuyor. 

İtalya’daki ölümlerden kendini ayırabilir mi Türkiye? ABD’de tek bir huzurevinde 18 kişinin hayatını kaybetmesi, tüm dünyadaki huzurevleri için önlem gerektirmiyor mu? Virüs, millet ayırıyor mu, sınır tanıyor mu?

Hep söylendi. Bazısı inandı, bazısı inkâr etti. Ama dünya en azından bu virüs açısından hakikaten küresel bir köy haline geldi. 
Bu defa aynı gemideyiz. 

korona günleri - herkes evinde

Koronavirüs, Doğu ile Batı arasındaki muazzam toplumsal farkın halen geçerliliğini koruduğunu da bize göstermiş oldu. Kontrast biraz azaldı sanıyorduk, azalmamış. 
İşte İtalya… Bugünkü La Repubblica, 'Tutti in casa' (Herkes evinde) manşetiyle çıktı. Bugün itibariyle ülkeyi kapatan İtalyan hükümeti, düne kadar topluma, çok büyük sınırlamalar içermeyen tavsiyelerde bulunuyordu. Gitmeyin, çıkmayın, etmeyin, yapmayın falan… 

Dinleyen dinliyordu; çoğu insan da bildiğini okuyordu.

Dün gazetede gördüğümde hiç şaşırmadım. Lombardiya bölgesinden, en başta Milano’dan çıkması kısıtlanan (ya da çıkmamaması tavsiye edilen) İtalyan vatandaşları yine de işleri güçleri için yollara düşmüştü. 

Gazetecilerin ‘neden böyle yapıyorsunuz’ sorusuna, burunlarını maskeyle örtmüş iki genç şu yanıtı veriyordu mesela: “İyi de biz öğrenciyiz, Milanolu değiliz, bu yasak bizi kapsamıyor.”

Roma’daki kafe-restoran işletmecileri de 'müşterilerin arasında en az bir metre olacak' kuralına (tavsiyesine) uymuyor; pratikte bunun uygulanamayacağını -haklı olarak- söylüyorlardı. “Grup halinde gelenleri ne yapacağız peki” diye soruyorlardı örneğin. 

Bu iş zaten, Romalı mekâncıların, Milanolu öğrencilerin ya da etrafta hâlâ avare avare gezmeye çalışan turistlerin meselesi değil. Bu bir hükümet meselesi. Bir salgın esnasında neyi tercih etmeli?

İtalya’daki yasak genelgesi, düne kadar, kelime seçimi konusunda biraz utangaçtı (artık değil). Yasak mı dayatalım, inisiyatifi vatandaşa mı bırakalım? Genelgenin söz seçimlerinde boşluklar vardı. O utangaçlık yüzünden, cevval İtalyanlar da buldukları boşlukları dolduruyordu.

Açıkça gördük, Batı’da böyle bir salgında bile ‘birey’, toplumun, toplum yararının önünde geliyor. Devlet otoriter olmaktan korkuyor. İnisiyatifi bireye bırakıyor. Her şey bireyin, birey derken de esasen vergisini veren vatandaşın etrafında dönüyor. Onu evine kapatmak öyle kolay değil. Kamudan önce onun çıkarını gözetiyor sistem. Aksi akla pek gelmiyor. Sisteme göre, o çıkar gözetilecek ki vatandaş da sistemin çarkını çevirecek. İşine gidecek, dükkânını açacak. Hasta olmamaya çalışacak.

Sistem bunu böyle ister. 

*

Ya Doğu’da?

Her şeyin başladığı Wuhan’da, ardından da dışarıya kapatılan tüm şehirlerde, Çin devletinin şiddetli tedbirleri insan hakları ihlalleri açısından eleştiriliyordu. Batılıların çoğu olaya bu yönden de bakıyordu. 

Evlerine zorla kapatılan insanlar; haber alınamayan gazeteciler, doktorlar…  Doğu’nun o kudretli, otoriter ve korkutucu yüzü. Peki Batı’da “Aman eve kapatsınlar hepsini, virüs dünyaya yayılmasın” diye de düşünülmüyor muydu acaba? 

Bir başka yönü daha var işin. Demokrasiyle yönetilen Japonya ve Güney Kore’de  insanlar devletin taleplerini ‘emir’ telakki ettiler. Öyle boşluk dolduracak yorumlara falan girmediler. Hayatlarını sınırlamayı, isteyerek veya istemeyerek kabul ettiler. (Bir ihtiyat payı bırakarak söylüyorum; o dillerde bir haber okuyamadım çünkü).

Soru da ortada duruyor: Bu sert tedbirler işe yaradı mı acaba? İtalya’da bu zorlayıcılık olsa, insanlar vızır vızır etrafta dolaşmasa, kafalarına göre Milano'ya girip çıkmasa daha çok can kurtulur muydu? 

Cevaptan emin değilim. 

Şu kadarını biliyoruz ama: Bugün itibariyle tüm İtalya, hükümet kararıyla, tecrit altında.

korona günleri - tuvalet kâğıdı kavgası

Korona günleri… Sosyal medyada, gelişmiş ülke süpermarketlerdeki boşalan rafların haberleri geliyor. Tuvalet kâğıtları reyonunda kavgalar çıkıyormuş. 

Bu haberler üstüne konuşurken, annem “Kavga çıkar tabii, sizin kuşak yokluğu bilmiyor, hani hep böyle anlatılır da, sizin kuşak hakikaten bilmiyor” dedi.  

Haklı sanırım. Bir ürünü piyasada bulamama ihtimalini unutan insanlarız. Paramız varsa tabii. Para böyle şeyleri unutma hakkını da satın alıyor. 

Para varsa her şey var. Markete gitmeyi, pazara çıkmayı bile hemen hemen unuttuk. Amazon, Yemeksepeti, Hepsiburada, Getir, Netflix, Youtube… Eski yeni, az çok, hızlı yavaş, her şey zaten her an yanı başımızda. 

Bu insanlardan oluşan bir topluluğa bir paket makarna bulamama ihtimali nasıl anlatılır ki?

PS: Bütün bunları fazladan bir paket tuvalet kağıdı aldıktan sonra yazdım. 

*
Üstteki fotoğraf Matteo Corner / Milano
Alttaki Fotoğraf Kevin Frayer  / Beijing

sınırda

Avrupa’nın en seçkin gazetelerinden biri NRC Handelsblad. Hollandalı entelektüellerin severek okuduğu bir gazete. 
Bu da Yunanistan-Türkiye sınırında, yani Avrupa’nın kapısında bekleyen sığınmacılar hakkında yaptığı haberden bir fotoğraf. 
Hani çoluk çocuk gaza boğulan, üzerine kurşun sıkılan, öldürülen sığınmacılar…
Seçtikleri fotoğraf bu. Sınırın Türkiye tarafını gösteriyor. İsmiyle, bayrağıyla, çoktan kabul ettiği sığınmacılarıyla. Dikenli tellerin ardındaki Türkiye. 
Kameranın durduğu taraftaysa gaz bombalı, silahlı askerler var. Göçmenlerin Avrupa’ya çıkan yolunu şiddetle kesen askerler.
Onlar kadrajın dışında. Görünmüyorlar. 
Gösterilmiyorlar.

lüksemburg'un ücretsiz trenleri

Dün Yunanistan sınırında göçmenlere karşı insanlık suçları işlenirken, Türkiye’de kalbi göçmenlere karşı nefretle dolmuş binlerce, belki yüz binlerce insan “defolsunlar, dönüşleri olmasın”; Yunanistan’dakilerse “gelmesinler, fena olur” diye isterik çığlıklar atarken; bizdeki iktidar “şu kadar göçmen sınırı geçti” diye sürekli el yükseltir, çaresiz insanları rakama ve politik bir hamleye indirgerken; Avrupa ülkeleri, Türkiye’nin hakikaten zorluklarla kabul ettiği milyonlarca insanın belki binde birini bile topraklarına katiyen istemezken ve bu eski kıtanın çok göç vermiş halklarını bir panik dalgası kaplamışken; bu arada, hükümetler arasında bir oyunda piyona dönüştürülmüş çoluk çocuk göçmenler sınırlarda perişan olurken, yaralanırken, alabora olurken, ölürken; gündem Avrupa’ya sığınmak isteyen göçmenlerin göz yaşları ve onları ne burada ne orada istemeyen insanların nefretiyle dolmuşken… 

Bir küçük Avrupa haberi de araya sıkışmıştı. 

Şöyle diyordu BBC Türkçe’deki haberin başlığı: Lüksemburg, bugünden itibaren ücretsiz toplu taşıma hizmeti veren ilk ülke oldu. 

Artık bu minik ülkenin 600 binlik nüfusuna, her sene ülkeyi ziyaret eden 1.2 milyonluk turiste ve komşu Fransa, Belçika, Almanya gibi ülkelerden her gün giriş yapan yaklaşık 200 bin kişiye toplu taşıma bedava.  

Ne güzel. İnsanlığın en güzel düşlerinden biri hayata geçmiş. Medeniyet bu seviyeye gelmiş işte, ne mutlu. Avrupa’nın tam da göbeğinde, Avrupa Birliği’nin kurumlarına ev sahipliği yapan bu masal ülkesinde tam da Avrupa idealine yakışır bir an… 

Ama…

Haberin -belki söylemek zorunda olmadığı için- söylemediklerine gelelim. Lüksemburg Büyük Dükalığı, dünyanın en zengin halkının yaşadığı ülke. Ayrıma dikkat! Dünyanın en zengin ülkesi değil; dünyanın en zengin insanlarının yaşadığı ülke de değil. Dünyanın en zengin halkının yaşadığı ülke. 

Lüksemburg toplumunun kişi başına milli geliri 113 bin doların üstünde. Bu kategoride açık ara önde. Düşünün, ikinci sıradaki İsviçrelilerinki 83 bin küsur dolar. Az buz değil; Lüksemburglular’da muazzam para var. 

Bu minicik ülkenin bir özelliği de trafiği. Eh, normal değil mi? Bu kadar para kazanınca, herkes kendi arabasına biniyor. Kimse işe toplu taşımayla gitmiyor. Ne o öyle, işçi sınıfı falan gibi. Hem de Lüksemburg’da. 

İşler iyice sarpa sarınca, trafik de içinden çıkılmaz hale gelince, buna bağlı sorunlar artınca, verim düşünce; düşünmüş taşınmış Avrupa’nın bu zengin devletinin yetkilileri; toplu taşımayı ücretsiz yapmışlar. Zengin vatandaşlarını özendirmek için. 

Yani dünyanın ilk tüm ülkede ücretsiz toplu taşıma hizmetinin sebebi aşırı zenginlik. Fakirlik değil. Devletin topladığı vergiyi hizmete çevirmesi değil. Dümdüz zenginlik.

Avrupa’nın kapısına yığılan göçmenler işte bu zenginliği tehdit ediyor. Lüksemburg ve İsviçre’nin başı çektiği, dünyanın en zengin halklarının yaşadığı ülkeler sıralamasına devam edelim. Norveç üçüncü, İrlanda dördüncü, İzlanda altıncı, Danimarka dokuzuncu, Hollanda on birinci, İsveç on ikinci, Avusturya on üçüncü, Finlandiya on dördüncü, Almanya on altıncı, Belçika on sekizinci, Fransa yirminci… Bu arada, Libya’dan gelen göçmen dalgasıyla hızla ırkçılığa savrulan İtalya yirmi altıncı; sınırına yığılan göçmenlere ateş eden Yunanistan kırkıncı; biz ise yetmişinciyiz (Kaynak şurada). 

Her bir göçmen bu nefis ortalamanın düşmesi demek. Bu masal ülkelerinde yaşanan bu güzel düşlerin ertelenmesi demek. 

“Lüksemburg, ücretsiz toplu taşımaya geçen ilk ülke oldu” haberinin yapılamaması demek. 

İşte o yüzden sınırını kurşunla, hırsla savunuyor Avrupa. En çok da, İtalya ve Yunanistan gibi tampon ülkelerin arkasına saklanmış Merkez Avrupa. Tanımını, idealini Lüksemburg’un ücretsiz trenlerinde, tramvaylarında bulan Avrupa. 

Avrupa, bu yeni göçmenleri o trenlerde ücretsiz taşımak istemiyor. Bu trenlerde alın teriyle çalışmalarını bile istemiyor. Çünkü şimdi vatandaş olmuş halihazırdaki göçmenlerinin teriyle, o göçmenlerin ülkelerinden çok zaman önce yağmaladıkları hammaddelerin ateşiyle, bu arada elbette kendi emekleriyle de, o tramvay sistemini üretmişler. Yeterli görüyorlar. 

Trenlerini yeni göçmen adaylarına karşı, insanlık suçu derdine bile düşmeden savunuyorlar. 

PS: Unutmadan bir not: Ücretsiz toplu taşımaya, birinci mevki dahil değil. O kadar da değil!






eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...