çarkları çevirenler

Evdeyiz.

Evde kalabiliyoruz. Evde kalabildiğimiz için evdeyiz. Ya da zaten gidecek bir işimiz, ofisimiz, fabrikamız yok. 

Herkes için değil belki, uzun süreliğine de değil belki ama evde kalabilmek ayrıcalıkmış, onu öğrenmiş olduk. Sınıfsal bir ayrıcalık çoğu zaman.

Bir yandan da ruhlarımızın derinlerine, çok gizli bir yere, şu dünyanın işleyişinde yaşamsal bir öneme sahip olmadığımız bilgisini sakladık. Ustalıkla gizlemişizdir muhtemelen. Bir gün geri dönüp bulamayalım diye.

Çok önemli olabiliriz tek tek. Başkaları için de çok önemli olabiliriz. Yaptığımız iş dünyalar değiştiriyor, ufuklar açıyor, milyonlarca insana değiyor bile olabilir. 

Ama şu an evimizi laboratuvara çevirmiş aşı bulmaya çalışmıyorsak, maske dikmiyorsak, yaşamsal öneme de sahip değiliz, kabul edelim. 

Çarkları çeviren biz değiliz. Dünyayı kuranlar biz değiliz. Evde kalarak kurulmuyor dünya. İşine gitmek zorunda olanlar kuruyor. Can kurtaranlar, alanlar satanlar, dışarıda yaşananları anlatanlar… Evde kalma seçenekleri olsaydı kalırlardı ama gitmek zorundalar, gidiyorlar. 

Başrolde olan onlar.

Onlar sistemi, toplumu ayakta tutuyor. Dünyayı kuruyorlar. Eyliyorlar. 

Toplumu ayakta tuttukları için, eyledikleri için, üretimden gelen bir güce sahip oldukları için, canları pahasına her gün işe gitmek zorunda kaldıkları için, hepsi ve daha fazlası için bunların, devrimcilik potansiyelleri de var. Hep vardı. 

Fotoğraf: Helsinki’deki Üç Demirci Anıtı (Kimmo Brandt)

insan neden salgının ortasında salgın filmi seyreder?

Bugünler geçtikten sonra, insanlar bugünlere dair hikâyeleri dinlemek isteyecek mi acaba?

Sokağa çıkmak zorunda kalan işçiler, insanın önüne açık açık sermayeyi kopanm kapitalist hükümetler, yetersiz korumayla hastanelerde virüsle çarpışan sağlıkçılar, sessiz kimsesiz cenaze törenleri, sessiz kimsesiz ölümler…

Bir yandan umut, dayanışma hikâyeleri… Ellerindeki avuçlarını paylaşanlar, birbirlerini mutlu kılmaya çabalayanlar…

Daha ne çok sular akacak bu köprünün altından. Acı, umut, gözyaşı, beklenti…

Her şey bitince, köprünün öte yanına varabilen insanların, bunları hatırlamaya takati kalacak mı?

Nasıl varolduğunu hiç anlayamadığım o tuhaf tüketim enerjisi yaşayacak mı?

Daha bugünden Camus’nun ‘Veba’sı satış rekorları kırıyor. Boccaccio’nun ‘Decameron’una nur yağıyor. Ya da isminde salgın, pandemi geçen filmler rağbet görüyor. 

Dedim ya, anlayamıyorum bunu. İnsan bir salgının göbeğindeyken niye salgın filmi seyreder?

Muhtemelen kendine dokunmayacağını düşündüğünden… Ne olursa olsun, kendini korunaklı bir yerde gördüğünden. Yanılıyor da olabilirim, çok iddialı değilim. 

Yine de erken bir yöneliş olduğunu hissediyorum. Salgının hızla geçip gideceğini, hatta belki hiç gelmeyeceğini varsayıyordu birçok insan. Ama hazır gündemi bu kadar işgal etmişken, Veba’yı okumaya, Pandemi’yi izlemeye koyuldular. 

Ya şimdi? Ya sonra?

Elbette yıllar sonra çok konuşulacak, çok yazılıp çizilecektir. Hep. 

Ama bana sanki önce insanlık bir durmak isteyecek gibi geliyor.
Nefes almak gerekecek. 

Üstteki fotoğraf Samuel Sanchez'in. Madrid'den. Alttaki fotoğraf Peter Foley'nin. New York'tan

operating theater

İngilizce’de ameliyathaneye ‘operating theater’ da deniyor. 

Dilin bir azizliği değil, ilk zamanlar gerçekten bir tiyatro sahnesi gibi düzenlenirmiş ameliyathaneler. Ne yapıldığını öğrencilere gösterebilmek için. Ameliyatları halktan kimselerin seyrettiği de olurmuş. Ameliyat sonrası doktorların alkışlandığı da. 

Sahne şeklindeki ilk ameliyathanelerin bazıları bugüne dek korunmuş. Londra'da, Philadelphia'da... 

Bugüne ulaşmış en eski tıbbi sahne Kuzey İtalya'nın Padova'sında. Yapım yılı 1595. Ama o bir ameliyathane değil. O bir 'anatomical theater', yani anatomi tiyatrosu. Türünün ilk örneği. Öğrencilere insan vücudunun içini dışını gösterebilmek için inşa edilmiş. Avrupa'nın en eski tıp merkezlerinden birinde, Padova Üniversitesi'nde 1222 yılında kurulmuş. 

Hâlâ ayakta. 

*
Bugün Dünya Tiyatrolar Günü'ydü.

Virüs salgınının, perdeleri kapamaya mecbur ettiği bir tiyatrolar günü. 

İtalya'daki ilk koronavirüs ölümü Padova'nın Vo kasabasındaydı. Anatomi tiyatrosunun şehrinde. 21 Şubat'ta. Kuzey İtalya bir ayda, salgının tüm dünyada en sert vurduğu yer haline geldi.

Doktorlar, hemşireler, tüm sağlıkçılar kelle koltukta savaşıyor şimdi. Alkışlanıyorlar da. Ama bu defa sadece can kurtardıkları için değil. Kendilerini feda ettikleri için de.

Sahnede onlar var.

Veba salgınını da yaşamış Shakespeare, “Tüm dünya bir sahnedir” diye yazarken böyle günleri de aklına getirmiş miydi?

Üstteki resim, Amerikan sanatçı Thomas Eakins'in 'The Agnew Clinic'i. 
Alttaki boş sahne, Padova Üniversitesi'ndeki anatomi tiyatrosu

köye akşam çöktüğünde

Dersim’in bir köyünde büyümüş bir arkadaşım var. İlk tanıştığımızda, memleketinden geleli bir-iki sene olmuştu. Sessiz sakin, derin bir çocuktu. Sormadıkça konuşmazdı. Uzun zamandır görmüyorum ama hâlâ da öyledir, eminim. 

Yıllar evvel bir gün, bana seksenlerde geçen çocukluğunu anlatmıştı. Çocukluğunun gecelerini.

Tahmin etmesi zor değil, o zamanlar köylerinde elektrik, su yokmuş. Doğru dürüst yol da yokmuş. Yazın sohbet muhabbet bolmuş da kış geldiğinde, her evin penceresi önünde diz boyu kar biriktiğinde, tüm köy içine kapanırmış. 

Hele akşam çöktüğünde.  

“Ne yapardınız” diye sormuştum. 

“Otururduk”, demişti. “Hiçbir şey yapmazdık. Yapacak hiçbir şey yoktu.”

“Ee ne bileyim, hiç konuşmuyor muydunuz?” İdrak edememiştim daha. 

“Konuşacak şey kalmazdı ki. Ne konuşacaksın? Yemeğimizi yerdik. Otururduk sessiz. Dışarıyı dinlerdik. Rüzgâr, tipi…”

Susarlarmış. Böyle anlattı. Hepsi önüne bakarmış. Düşünürlermiş. Hava yavaş yavaş kararır, gece simsiyah çökermiş. Arada en fazla bir iki cümle. Dışarıda fırtına…

Yatar uyurlarmış. 

“Ben kimseye o sessizliği anlatamam” demişti.

Bugünlerde herkes evde kapalı kalmaktan şikâyetçiyken, arkadaşım aklıma düştü. Evindeyse yine sessiz, şikâyetsiz oturuyordur. Düşünüyordur.

Rüzgârı dinliyordur. 

en önde savaşanlar için

*Dr. Güle Çınar, yanındayız.

Televizyonda hemşirelerin, doktorların yorgun yüzleri… Kimse gülmüyor. Öylesine, adet yerini bulsun diye bile gülümsemiyorlar. Hayatları çok zorlaşmaya başladı. Gelecek haftayla beraber çok daha zor olacak. Biliyorlar. 

Tüm hastaneler sanki düşman tarafından kuşatılmış bir kale gibi. Tarihi filmlerdeki kahramanlar hem cesaret hem endişeyle burçlardan dışarı bakarlar. Beklerler. Öyle bekliyorlar. 

Hepimiz bekliyoruz. 

En ön safta onlar duruyor. Hollanda’da bugün itibariyle koronavirüsün bulaştığı üç bine yakın kişi var. Dörtte biri sağlık çalışanı. 

Türkiye’de de öyle. Çin’de, İspanya’da, bu bela nereyi vurduysa orada… İlk en öndekiler düşüyor. Üstelik çoğu kez doğru düzgün silahları da yok. Maskeleri az. 

İtalya’da kale belki çoktan düştü. Sağlıkçılar kalenin içinde hâlâ savaşıyor. Hemşireler, doktorlar, ambulans şoförleri, temizlik görevlileri… Hastanesinde üç hafta aralıksız çalıştıktan sonra evine döndüğü ilk günde, New York Times’a bağlanıp vaziyeti anlatan bir doktoru dinledim. Dr. Fabiano di Marco. Virüsün ağır hasar verdiği Bergamo’daki Papa Giovanni XXIII Hastanesi’nde solunum hastalıkları şefi. Onun sesi yorgun, onu dinleyen muhabirinki ağlamaklıydı. 

En çok kendi arkadaşlarını tedavi ederken zorlandıklarını anlattı Dr. Di Marco. Nasıl gün gün eridiklerini, nasıl yorgunluk ve çaresizlikten ağlaya ağlaya çalıştıklarını… 

Belki bize çok daha ağır gelen ama onun artık kanıksadığı şeyler de anlattı, artık buraya yazmak istemiyorum. Ağır. 

Acaba şimdi ne yapıyor Doktor di Marco? Savaşıyordur, ne yapacak! Umarım sağlıklıdır. Umarım sağlıklı kalır. 

Umarım çalışma arkadaşlarına Türkiye’deki vaziyeti anlattığı görüntüler internete sızınca, kurumu tarafından özür diletilen Dr. Güle Çınar sağlıklı kalır.  

Umarım günlerdir savaşan ve daha ne kadar savaşacağını bile kestiremeyen tüm sağlıkçılar sağlıklı kalır.

Umarım Türkiye’de ve dünyada insanlar, virüsle savaşırken alkışlayarak onurlandırdıkları bu insanlara, barışta da desteğini verir. 

O kadar süperkahraman filmi izledik. Hiçbiri gelmiyor yardımımıza. Gerçeğin sularındayız şimdi. 

Bugün doktorlardan, hemşirelerden, hastabakıcılardan ambulans şoförlerinden daha çok güvenecek kimimiz var?

Gerçek süperkahraman onlar. 

dalga geliyor

Çok sert vuracak, çok büyük bir dalga geliyor. Çin’de Wuhan’a, İtalya’ya, İran’a çarptı. Bizlere belki çarpmaz, diyorduk ama çarpacak. Hükümetlerin, salgın uzmanlarının açıklamalarından ben bunu anlıyorum.

Hazırlıklı olmalıyız. 

Zayıfı korumalıyız. 

Bir yandan onurumuzu da korumalıyız. 

Dengemizi korumalıyız. 

Paylaşmak bir kenara, ilk tepkimiz yağma oldu. Dünyanın her yerinde. Bugünkü bizi anlatıyor biraz. Zamanın ruhu bu. Black Friday’lerde, azıcık ucuzlayan televizyonları bile kapışan bir toplumuz. Evde iki televizyon varken.

Ama ummadık fedâkarlık örneklerini de veren biziz.

Şimdi elimizden ne gelir? 

Geçen gün alt katta yalnız yaşayan yaşlı adama, senin için bir şeyler yapabilir miyiz, diye sorduk. Bunu böbürlenmek için söylemiyorum, şunun için söylüyorum: Ertesi gün mahalledeki posta kutularına Salvation Army’den “Biz ofisi kapattık ama ihtiyacı olan bizi arasın, gerekirse alışverişini bile yaparız” yazılı kâğıtlar bıraktılar. O kâğıdı okuduğumda, kendi komşumuza bile yardım etmeyi akıl etmemiş olmak ağır gelirdi, dedim kendime. Dengemi kaybederdim.

Hiçbir zaman tamam değiliz, bütün değiliz ama içimizde biraz olsun yaşayan o tamamlığın, bütünlüğün, sağlamlığın örselenmesi de an meselesi. Hele böyle zamanlarda. Denge hepimize lazım.

Daha çok şey var yapmak gereken. Şimdi onların peşine düşmeli. Yapabilecek olan yapsın. Zayıflar, yoksullar, yaşlılar, hastalar var gözümüzün önünde; hükümetlerin arkada bırakmayı apaçık göze aldıkları…

Çok sert vuracak, çok büyük bir dalga geliyor. Birbirimizi koruyalım.

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...