yazmak II - en eski ormanlarda

 

Yazı, yabanıl kılıyor insanı. Yaşam öncesi bir yabanıllığa ulaşıyorsunuz. Ve bu size her seferinde aşina geliyor; ormanların yabanıllığı bu, zaman kadar eski. Her şeyden korkmanın yabanıllığı, farklı ve yaşamın özünden koparılmaz bir yabanıllık. Bütün varlığınızla sarılıyorsunuz. Beden gücü olmadan yazılamaz. Yazının başına oturabilmek için, kendinizden daha güçlü olmanız gerekir, yazdığınız şeyden daha güçlü olmanız gerekir. Tuhaf mı tuhaf bir şey bu, evet. Yalnızca yazma edimi değil, yazılan şey de gece ortaya çıkan hayvanların çığlıklarıdır; hepimizin, sizin ve benim, köpeklerin. Toplumun kitlesel, umut kırıcı sıradanlığı. Çekilen acıdır, İsa’dır ve de Musa ve firavunlar ve bütün Yahudiler ve aynı zamanda mutluluğun en şiddetli sancısıdır. Böyle olduğuna hep inandım. 


Marguerite Duras’nın harikulade kitabı ‘Yazmak’tan (Can Yayınları, Çeviren Aykut Derman).

yazmak I - çölde tek başına

‘Mukaddime’yi yazmak için İbn-i Haldun, hayata dört yıllık bir ara vermiş. Bedevilerin arasında sadece yazarak yaşamış. Dört yıl. Hiçliğin ortasında, yıldızlara bakarak, dört yıl.

O kitap da dönüp dolaşıp modern sosyolojiyi kurmuş. 


Bize pek yansımamış ama çöl sessizliği yılları haricinde, binbir defa filme çekilesi, maceralı bir hayat İbn-i Haldun’inki. Kuzey Afrika ve Endülüs’ü neredeyse adım adım dolaşıyor. Küçük beyliklerde birtakım prens adaylarına danışmanlık vererek, siyasi komplolar kurdurarak diyelim, onları tahta hazırlıyor. Başarısız oluyor. Hapse düşüyor. 


Çıkıyor. Yine danışmanlıklar. Yine maceralar. Yine saray oyunları, entrikalar. Olmuyor, olduramıyor ama yırtıyor da. Bir yandan etrafına bakıyor. Görüyor, yorumluyor, kaydediyor. Mısır’da Memluk sarayına yerleşiyor. Anlatıyor. Herkesii etkiliyor. Ortadoğu’yu işgale gelen Timurlenk’e elçi gidiyor. Anlatıyor. Bu konularda pek de boş olmayan hükümdarı bilgisiyle büyülüyor.


Hızlı, çok hızlı bir yaşam. Ortaçağda, 14 ve 15’nci yüzyılların kesiştiği dönemde bir hayat ne kadar hızlı olabilirse o kadar hızlı…


Yavaşlamaya o da ihtiyaç duymuş. Çöle çekilmiş. 


Yazmış. 


PS: Robert Irwin’in biyografisini henüz okumadım ama Ibni Haldun’u anlattığı güzel ve kapsamlı söyleşiyi dinledim. Tavsiye ederim. 

temas yok tesadüf yok


Akıl alır gibi değil, koronayla neredeyse yarım yıldır beraberiz. 

Bu süre içinde çok yakınlarımız hariç kimseyle sarılmadık, tokalaşmadık, kucaklaşmadık, öpüşmedik. Kimsenin elini sıkmadık. Elbette aradan kaçanlar, istisnalar olmuştur ama eğilim bu yönde.


Son altı aydır birisiyle yeni tanıştığımızda hafifçe kafamızı sallıyoruz, elimizi kalbimize götürüyoruz ya da kendimize özgü ve aslında eskiye göre epey tuhaf görünen birtakım hareketler yapıyoruz. 


Şunu merak ediyorum: Bu günler içinde kimseye dokunamamak yeni kurulacak arkadaşlıkları engelledi mi? İlerleyecek dostlukların önünü tıkadı mı? 


Bir de sosyal mesafe yüzünden sofralar yok, partiler yok. Tesadüfler, sürprizler yok. Hem insanın hem toplumun hayatını farklı yönlerde esneten tanışmalar yok. Bugüne dek bunları esas kabul ediyorduk ama artık yoklar. Mevcut hayatlarla ilerliyoruz. 


Şu an farkında değiliz, zarar ziyan hesabında sıra dahi gelmiyor ama bu zorunlu sosyal mesafe, gelecekte toplumun tıkanmasına, tökezlemesine yol açacak mı acaba? 


Resim: Renoir, Bal du moulin de la Galette

konuşma odası

Korona dalgasının ilk günleri… Hollanda’da huzurevlerine ziyaretçi yasağı getirilmişti. Buna göre, sakinlerin de dışarıya çıkması engelleniyordu. Yaşlı insanlar artık tamamen içeri alınmıştı. Belirsiz bir süre için. 


Bir an var ki unutamıyorum. Bir televizyon kanalı yasaktan önceki son gün akşam saatlerinde huzurevleri önünde hava almaya çıkmış sakinlerle -olabildiğince uzaktan- konuşuyordu. Muhabir, seksenlerini aştığını tahmin ettiğim pamuk saçlı bir kadına konuyu açtı. Yasaktan haberi yoktu kadının. Bizdeki “Aa”ya denk bir “Oh” çıktı ağzından. Küçücük. Gözleri daldı. Kapıdan içeriye girdi. Bir daha ne zaman çıkacağını bilemeden. 


Dün bizim mahallede aylarca dışarıya kapanan huzurevinin önünden geçerken fark ettim. Yan taraftaki kapıdan iki kişi içeri giriyordu. O tarafa baktım. Açılan kapının ardında, karşıki duvara dayalı bir ufak masa. Önünde pleksiglastan bir bariyer. Neredeyse bir kulübe… Masanın her iki tarafında birer sandalye. Pleksigasa bantla sıkıca tutturulmuş bir kağıtta ‘konuşma odası’ yazıyor. Bir nevi görüş alanı.


Huzurevinde kalanların en zor zamanları, zor zamanlara denk geldi. Kimsenin ne yapacağını bilemediği zamanlara. Şimdi bana yürek burkucu gelen o konuşma odasına bile ulaşamayan ne çok kişi var. 


PS: Resim Van Gogh'un


zorba balkonda



Yürürken kafamı kaldırdım. Koca Amsterdam’ın en Akdeniz apartmanı. “Al, zaten bunu sen hak ediyorsun” diye güneş üstüne yağmış binanın. En ışıklı balkondan bir el sarkıyor. Esmer bir el. Cemal Süreya’nın zurnanın ucunda yeni bir Çingene bulması gibi takip ettim elin bitiştiği yeri. Zorba… Bildiğin Zorba. Kemiklerini ısıta ısıta, güle oynaya, gerçek vatanını bulmuş gibi uyukluyor. 

defter


Çok hızlı bitti bu defter. Kalem de. Uzun yürüyüşlerle birlikte. İçine yazdıklarımdan memnunum. 

keşke iki küçük köpek olsaydım


Amsterdam'da işlek bir cadde. Şehrin güzel sineması Kriterion'un hemen üstünde bir apartman dairesi. Kafamı kaldırınca, koca bez pankartı gördüm. Zaten görmemek mümkün değildi. 

"Pencerenin önünde öyle çok sıkılıyorum ki... Keşke birbiriyle oynayabilen iki küçük köpek olsaydım." 

Eve hayat sığdırmak çok zor ama bu pankarta ne çok hikâye sığar. 

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...