10

 

Yazayım diyorum hep unutuyorum. Hayatın hayhuyu işte. Bu blog, Eskiusul, bu sene bir ara 10 yaşına bastı. 


Kainat gibi genişleyip duran internet boşluğunda yazı yazmak ne işe yarar? 


Dev bir metropolün kıyısında bir adres bu. Uzak mahallede, ara sokakta. Gelmek için adresi bilmek lazım. Unutmamak lazım. Bu işler zor bugünlerde.


Yine de gelenler oldu. 


Bazılarını tanıyorum, bazılarını artık daha iyi tanıyorum, bazılarını tanımasam da tanıyorum. Sen, ben, biz yani. Güzel. Yazmak bu işe yarıyor. Bizi birbirimize yaklaştıran o görünmez bağları dokuyor. 


İşsiz kaldığım bir dönemde Eskisul bana iş de buldu. Teferruata girmeyeyim şimdi ama şu kadarını söyleyeyim: Bir sırtı olsa blogun, “Aferin” diye bir şaplak atardım.


Kendi içinde bir eğitim alanı da oldu Eskiusul. Elim boş kalmadı, klavye işledi. Dükkân açıldı. Şu da var yalnız: 10 yıl boyunca, buraya istediğim sıklıkta yazmadım. Ama neredeyse her gün “şunu da yazayım” diye düşündüm. Ne haberler, ne öyküler, ne şiirler, ne analizler… Yazmadıysam tembellikten. İyi kurtardın yani kendini sevgili okur!


10 yıl olmuş demek. 10 yıl önce Ortaköy sahilinde oturmuş denize bakarken, dur bir blog açayım demiştim. 


Tam olarak, bir blog daha açayım demiştim. Uzak şehirlerde iki kardeş ya da arkadaş… İlki yaşça daha da büyük. Hâlâ arada girer bakarım.


Neyse bu kadar melodram yeter. Yazdıkça duygusallaşacağım. Burada kesiyorum. “Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” demeyi unutmadan uzanıp yanağından öperim Eskiusul.


Sizleri de öpüyorum ey adresi bilenler… Mutluluk getirdiniz. 


PS: Resim Edward Hopper’ın. Onuncu yıla bu giderdi.

beyaz limuzin

Gece… Bomboş, geniş bulvarda yürürken, yanımdan beyaz bir limuzin geçti. Ağır çekimde, bir ağırlığı yokmuş gibi. Tekinsiz. O kadar sessizdi ki, sanki ayın yüzünde bir başımızaydık. Sürreal bir an. Sevdiğim bir an. Limuzinin kapkara camlarına baktım. Camların ardından bana bakan var mıydı? 

Elimi cebime götürdüm. Gayrıihtiyari. Karanlık gecede silaha davranırcasına, telefonumu aradım. Buldum. Bir fotoğraf çekecektim. Belgelersem bu an gerçek olacaktı. Benim olacaktı.


Vazgeçtim. “Ne yapıyorum ben” diye düşündüm. Neden illa kendime bir kanıt üretmeye çalışıyorum? Neden bir şeyin fotoğrafını çekmezsem gerçek sayılmazmış gibi geliyor? Ne ara kapıldım bu fikre de, ıssız bulvarda, kayıp giden bir limuzinin arkasından bile elimi cebime atıyorum. 


Hayattaki bir minik karşılaşma. Önemsiz ama kendi içinde görkemli bir an. Unutur giderdim. Yaşanmış kalırdı.


Şimdi bunu yazdım. Yine yaşanmış kalacak. Fotoğrafsız da. 



* Resim, Edward Hopper’dan bir ‘gece’si (1921). 

duvarlar arasında

Caddelerde, bulvarlarda dolaşıyorum. Geceleri sessiz, kimsesiz artık.  

Geçen aya kadar, sokaklar virüsü umursamıyor görünen genç insanlarla doluydu. Sarılıyor, kucaklaşıyor, hayatlarına devam ediyorlardı. Ayrıcalıklı bir sınıf gibilerdi. Virüsün ve diğer insanların üzerinde, sağlıklı, dokunulmaz bir sınıf. 


Derken barların, restoranların en geç onda kapanmasına karar verildi. İlk hafta sonu, kendilerini kapı önlerinde, ne yapacaklarını bilmeden bulanlar oldu. Öbek öbek toplandılar, karar vermeye çalıştılar. The night was young. Evlere dağıldılar. Belki birbirlerinin evlerine de. 


Şimdi her yer kapalı. İki haftadır. İlk günlerde açık pencerelerden sigara dumanlarıyla beraber neşeli, sarhoş şarkılar sızardı. Artık o da yok. 


Perdeler çekildi. Her sınıftan insanlar; genç ve yaşlı, sağlıklı ve sağlıksız, gamlı ve gamsız, herkes duvarların arasında. 


Sokaklar boş. Evler dolu. Gece uzun. 



PS: Resim, ağır zamanın ustası David Hopper'ın. 


şiir okumayı unutmak

Louise Glück’ün Nobel alması bana şiir okumayı unuttuğumu hatırlattı. 

Unuttuğunu hatırlamak ne kadar şiir dışı bir ifade. Fazlaca edimsel. Duble edimsel hem de. 


Sadece ben değil, biliyorum. Şiir okuyanımız az. Giriş gelişme sonuç dünyasına fazla kapıldık. Yok hayır kapılmayız biz, desek de kapıldık. Sonuç yok gerçi. Gelişme de seyrek. Genelde girişiyoruz. Giriş bizim işimiz. 


Halbuki şiir bütün zamanları aynı anda dolaşır. Suda açılan halkalar gibi. Zamanda yayılır ve kendi içine kapanır. Belki o yüzden gençken şiiri bunca çok sever, bunca çok yazmaya uğraşırız. Tüm zamanlara, yaşamadıklarımıza da hâkim olabilmek için. Sezeriz. 


Belki de ileri yaşlarda yeniden düşülüyordur şiire. Belki şimdi düşüyorum ben. Louise Glück bahane. 


O halde hiç ara vermeden, buyurun bir Melih Cevdet Anday şiirine:


BOŞLUĞUN GEÇMESİ EVİN ÜSTÜNDEN 


Mavi yeşim taşından kubbe, 

Tavşan ne diye bizden kaçıyor

Güneşe çıkıyor ölümler lamba ile?


Tükenmiş geleceğin fazlalığı, 

Gidiyoruz nasılsak öyle, 

Çözmeden yüreğin gizini. 


Belki hiçbir şey değişmedi, 

Düş de gerçek de.


Resim Van Gogh'un. 

ben toy bir mehtap kelimeler birer varsayım

Toyken hiç bilmediklerin:

Bazı içkiler sadece sek içilir. Bazı laflar sadece iddian varsa söylenir. Yazarsın yazmasına ama bazı defterler sadece ortadan kaldırman içindir. 


ajanda

2021 ajandaları çıkmış. Kırtasiye dükkânında, defterlerin, kalemlerin, zarfların arasında mahzun bekliyorlar. Onlara gerçekten bir ihtiyaç olacak mı? 

Ajandaların bir tarihi varsa (ki iyi kötü vardır sanırım), bu sene onlar için en bedbaht sene olmalı. Kim 2020 ajandasını, ne kadar kullanmıştır?


Belki de bir temenni olarak bu senekileri almak gerekir. Niyetimizi belli edelim de biz, koronayla olan sınava ayrıca bakarız. 


blogger'ların piri


Blogger’ların bir piri varsa herhalde Montaigne’dir. 


Şöyle yazmış: 


“İsteğimin tersine ruhum, yularından kurtulup kaçan bir at gibi, kendini daha fazla yoruyor. Kafam durup dinlenmeden, hiçbir sıra, hiçbir ilinti gözetmeden öyle garip fikirler, öyle saçmasapan hayaller kuruyor ki ileride bunların manasızlığını ve acayipliğini görüp kendinden utansın diye hepsini kaydetmeye başladım.”


Denemeler (İş Bankası Kültür Yayınları, çeviren: Sabahattin Eyüboğlu)



yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...