sessizliğin üç derecesi

" (...) Molinos (şüphesiz bu sınıflandırmayı kullanan ilk kişi o değildir), sessizliğin üç derecesini ayırt eder: Ağzın sessizliği, zihnin sessizliği ve iradenin sessizliği. Boş konuşmaktan uzak durmak zordur; belleğin ve hayalgücünün konuşmasını susturmak çok daha zordur; hepsinin en zoru, iradenin içindeki arzu ve hoşnutsuzluk seslerini bastırmaktır." 

Aldous Huxley - Kadim Felsefe (Çeviren: Mutlu Yetkin) 


Resim, Edward Hopper'ın

bildiğim bir canavar


Bir kutu daha getirip, dikkatlice diğerlerinin yanına koydu. Oflaya puflaya şezlonguna oturdu, hepsinin de üstünde kocaman harflerle XL yazan kutulardan birini önüne çekti, belli bir şey arıyormuş gibi içini karıştırmaya başladı.


Artık kutuda ne varsa şıngır şıngır sesleri kulağıma kadar geldi. Hazine sandığı mı? Gümüş zincirler, şamdanlar, elmaslar, çil çil altın paralar… Korsan filmlerinde gördüğümüz, belalı yerlere gömülü o sandıkların içindeki türlü ıvır zıvır… Neticede Karayiplerden bu kadın, neden olmasın?


Tık diye kaldırdı kafasını. Onu düşündüğümü anladı sanırım. Var böyle bir becerisi. Her defasında yakalıyor beni. 


Neyse, güldü geçti bu defa, el salladı: “Var mı biran?”


“Yok” dedim. “Kahve içiyorum.” Termosumu hafifçe kaldırdım, görsün diye. 


Yüzünü ekşitti. “Eh, o da olur, getir.” 


Bu defa ben güldüm. Olur tabii. Mis gibi kahve. Banktan hevesle kalktım. Nelerle uğraştığını merak ediyordum. Bugün eline ne geçmişti kimbilir. Kestane Meydanı’nın ortasına, kutuları ve şezlonguyla kurduğu derme çatma sergisine yirmi adımda ulaştım.  


Şezlongun yanındaki kupasına uzandı, içine hiç bakmadan dibinde kalanları göğümüzü kaplayan dev kestanenin toprağına savurdu. Şaraptı galiba. 


“Dök” diye neşeyle emretti. Havası hep böyle zaten, buyurgan ve keyifli. Garip bir karışım. Termosumdan onun kupasına kalan kahveyi döktüm. 


Kutunun kapağını kapatmıştı arada. Beni merakta bırakmak istiyor gibiydi. Kutuya baktığımı görünce, kıs kıs güldü. Gibisi fazla, düpedüz biliyordu. Gülerken yaşlı yüzü daha da kırıştı, sanki birdenbire bin yaşına ulaştı. Belki zaten bin yaşındaydı.


Soracak oldum, şşşt deyip susturdu. “Sorma, tahmin et”.


İlk aklıma geleni söyledim. “Hazine sandığı.” 

“Bendeki her şey hazine sandığı zaten. Başka bir şey söyle.”


Haklıydı bir bakıma. Nerelerden bulup getirdiğine akıl sır erdiremediğim öteberinin tümü aslında birileri için hazine değerindeydi. En azından bir süreliğine öyle olmuştu. 


Düşündüm… “Vazo, bardak, cam şeyler.” Kristal bardak demek istiyordum ama o da söylemek için fazla komik gelmişti.

“Peehhh” diye elini salladı. Güldü yine. “Renkli bunlar” dedi. “Yaramaz bunlar.”


Yaramazlar, renkliler, şıngır şıngır sesliler… 


“Bilirsen sana da vereceğim, bir hakkın var ama” deyip hafifçe tekmeledi kutuyu.


Sesi bu defa apaçık duydum. Birbirine çarpan, küçük küçük… Sanki çok uzaklardan, çok geçmişten, eski bahçelerden, avlulardan, sokaklardan kopup gelen tanıdık bir uğultu. Belki oralarda halen esen bir rüzgâr… Bildiğim bir canavar. 


“Bir dakika” dedim. “Bu büyükler için değil, di mi?”


Güldü. Yine bin yaşında. Ama kısık gözlerinde hâlâ çok eski, çok yaramaz, çok çocuk bir ışıltı dolaşıyor. 


“Aferin, fena değilsin, hak ettin.”  


İşin dramasını arttıracak ya, kahvesinden ağır ağır bir yudum aldı. Sonra kutuyu bana doğru çevirdi, kapağı hızla kaldırdı. 


O eski, o tanıdık uğultu birden tüm meydanı doldurdu, kestane ağaçlarının üstüne yükseldi, uzaklaştı. Niyeyse gözlerimi kapadım. Birazcık da korkuyla rüzgârı dinledim. Neden korktuğumu bilemiyordum ama iyi bir histi bu. Çocukların heyecanlı korkusu.


Gözlerimi açtım. Gördüm. Renk... Renk, sesten sonra geldi ama hiçbir yere gitmedi. 


Bir hazine sandığı ancak bunca hazineyle dolardı. O rüzgârın içinden çıkıp gelmiş, bildiğim tüm eski çocuklarla beraber sandığa baktık da baktık.


Gözlerimiz kamaştı.  



*

PS: Resim, Jules René Hervé (1960).

ufak tefek tansiyonlar

Gündelik karşılaşmalara sızan ufak tefek huzursuzluklardan bahsetmiştim. Pandemiyle beraber yayılan hoşnutsuzluk dalgasından… 

Gelip geçicidir diye umalım. 


Geçmeyecek olan, benim bazı konulardaki inadım, belki de sersemliğim. Günlerin köpüğünün yani sürprizlere açık karşılaşmaların dışına çıkıp hayatın az çok sabit insanlarıyla, sürprizsiz yaşananlardan söz açacağım.


Hayatta tuhaf, hiçbir şeye benzemez bir kategori var. Az tanıdığınız insanlar kategorisi… Amorf, tanıma pek sığmayan, ancak kendi içeriğiyle izah edeceğiniz bir kategori bu. Bir defalığına karşılaştığınız birilerini değil de, pek tanımadığınız komşunuzu, çocuğunuzun okulundaki bir veliyi, işinizde asansörde kahve makinesinde sigara molasında selamlaştığınız yan departmandan meslektaşı, arada bir gittiğiniz bir kafedeki az çok bildiğiniz garsonu ya da göz aşinalığıyla tanıdığınız müdavimi, daha böyle beş benzemez birçok insanı içeriyor… 


Hepimizin hayatında var bu kategoriden insanlar. Onlarla havadan sudan konuşursunuz. Nazikçe, kırıp dökmeden… Futboldan hatta siyasetten bahsettiğiniz de olur. Ama karşınızdakinin eğilimini, kimliğini, kültürel kodlarını bilip ona göre konuştuğunuz için bir tartışma yaşamazsınız. Zaten gerek de yoktur tartışmaya. 


Mesele aslında şudur: Konuştuğunuz bu insanları tanırsınız. Üç aşağı beş yukarı da olsa tanırsınız. Kültürel kodlar bunun için var. Nasıl bıyık bırakmış, başını nasıl bağlamış, ne giyiyor, ne okuyor, birinden bahsederken hangi sözcüğü ve ses tonunu kullanıyor. Bunları bilmek pot kırmayı önler; “amaan şimdi ne gerek var”ı getirir, neticede kavgayı gürültüyü, olası tatsızlıkları, tuhaf suskunlukları önler. 


Yıllar geçti ama ben burada, Hollanda’da bu kodların çoğunu bilmiyorum. Hep Türkiye’yle daha ilgili olduğumdan çok iyi öğreneceğe de benzemiyorum. Bir de Amsterdam’da birçok sohbeti İngilizce döndürebildiğim için kodların çoğu ‘lost in translation’ kurbanı… 


Bir kodu iyi öğrendim ama: Doğrudanlık. Ne var ne yoksa doğrudan sormak ve söylemek. Lafı dolandırmadan… Tipik bir Hollandalı özelliği. Çok sevdiğimi söyleyemem, ne de olsa lafı bin dereden getirmeye alışkın bir memleketten geliyorum ama ne yalan söylemeli artık ‘doğrudanlığı’ sık kullanıyorum. 


Bu kadar lafı şunun için sarf ettim. Az önce anlattığım ‘az tanıdığımız insanlar’ kategorisinden kişilerle konuşurken laf dönüyor dolaşıyor Türkiye’ye geliyor. Erdoğan, siyaset, şu bu… Bin tane klişe görüş üstüme boca ediliyor. Erdoğan siyasetinin, AKP iktidarının bin türlü hatasının ülkeye bir görünmez ya da az görünüp şimdilik ele alınmayan zararı bu. Bizi pek tanımayan insanlar, mesela bizim çoğunluk İran’ı gördüğümüz gibi, memleketimizi birkaç boyuttan ibaret görüyor. Baskı, hapis, özgürlük gaspı… Ezberci konuşmakla birlikte, temelde hatalı düşünmüyorlar. Ne yazık ki öyle. Baskın öğeler bunlar. 


Ama tepemin tasını attıran bir konu var. Bu kişiler, kendilerine hiç bakmıyor. Ülkede ırkçılık, faşizm, ayrımcılık dümdüz yükseliyor. Eskiden sadece Geert Wilders vardı; şimdi bir başka lider Thierry Baudet de var, Baudet’nin partisinden ayrılıp yeni hayat yaşayanlar var, merkez sağın ırkçılığa meyilli ama az ses çıkaran kanadı var. Saymakla bitmiyor. Bu sene Hollanda’nın gündemi seçimdi. Tartışmalar sırasında, gazetelerde, TV’lerde o kadar çok ayrımcı söyleme rastladım ki… Özellikle de Türkiye üzerinden. Üstelik Wilders gibileri bunları ‘siyasi özgürlük’, ‘düşünce özgürlüğü’ vs sosuyla sunuyor. İç bulandırıcı bir hal. AKP rejiminin bir ettiği de işte bu: Irkçıdan özgürlük dersi dinletiyor bize. 


Gelelim o az tanınan insanlar kategorisine… Seçim gündeminde, aramızdaki konuşmalarda siyasete çok girildi. Hollanda siyasetine… Ben de hiç sakınmadım kendimi. Wilders, Baudet, diğerleri… Karşımdaki ne düşünüyor, neyi savunuyor bilmeden, söz açılınca bu siyasetçilerin ne aptallıklarını bıraktım, ne çağdışılıklarını. Ne düşünüyorsam doğrudan söyledim. Halen de böyle konuşuyorum. Karşılıklı konuştuğum insanların siyasi aidiyetlerini, kültürel kodlarını falan bilmiyorum. Bazen destek cümleleri geliyor, az da olsa suskunluk oluyor. Neticede ülkede yüzde otuzlara ulaşan bir ‘düz ırkçı’ desteği var. Her üç kişiden biri… Bazılarının arada bir yutkunmasına, belki ya sabır çekmelerine sebep oluyorumdur sanırım. En başta dedim ya, belki bu benimkisi sersemce bir tavır. Ne gerek var yani. Ama bir ülkede yüzde otuz ırkçı parti desteği olup da karşılıklı sohbetlerde sadece çokbilmiş Türkiye görüşlerini dinlemek de adaletsiz. Herkes kendi meselesiyle bir yüzleşsin. 


Uzattım galiba. Ama mevzu bu.


Resim, buraların büyük ismi Piet Mondriaan'ın, 1921.

kaşlar çatılınca, dudaklar büzülünce


Yaz geldi, aşılanma arttı, kafeler açıldı, ayaküstü sohbetler çoğaldı. Bu kısa sohbetler benim hayatta hep aradığım, özlediğim anlardır. Bir dükkânda, kafede, parkta, tanımadık birisiyle herhangi bir şekilde bir araya gelindiğinde açılan kısa ömürlü, kelebek ruhlu sohbetler… Uzun zamandır yapamadım tabii, şimdi yavaş yavaş yeniden havaya giriyorum.


Girdikçe de eski bir zorlukla yüzleşiyorum. Hollanda’ya, en çok da Amsterdam’a özgü bir zorluk bu. 


Burası kafa açısından serbest, etnik açıdan epey karışık bir şehir. Rastlayıp konuştuğum insanlar da genellikle hem dışadönük hem de makul kişiler. Bir standart var. Laf güzel çevriliyor. İki dakikada da siyasete geliyor. Türkiye, Hollanda, şu bu deyip yollarımıza yürüyüp gidiyoruz. 


Ama bazen… 


Bazen yürüyüp giderken aklıma takılıyor. Üstelik artık daha çok takılıyor. Bir dakika, o konuştuğum kişinin sözlerinde biraz fazla mı milliyetçilik vardı? Fazla derken aşırı yani, aşırı derken… Düpedüz ırkçı olmasın bu yahu? 


Ben Wilders falan hakkında atıp tutarken boş gözlerle mi bakmaya başladı? Dudakları mı büzüldü yoksa biraz? Lafı kısa mı kesti? Bir dakika, siyahlar derken kaş mı çattı? Araplar, Türkler derken falan… Türk olduğumu öğrenince o ilk neşesini kaybetti mi yoksa?


İki dakikada anlamak zor. İnsanların başkalarına karşı önyargılı (hadi hemen de ırkçı demeyeyim) olup olmadığına dair önyargıyla hareket etmek de her zaman makul değil. Ama makul insanlar da azalıyor mu acaba? 


Evet, havada bir şeyler var… Pandemiyle beraber daha da çok var sanırım. Bir tortu… Yeni öğrendiğimiz o meşum kelimeyle söylersek, bir müsilaj var… Marmara Denizi’ni saran o deniz salyası gibi yüzeye çıkmadı daha. Aşağılarda bekliyor. Uygun iklim bulursa kendini gösterecek. 


Yine de yaz geldi, kafeler açık, karşılaşmalar arttı. İyi bir şey bu. Belki havayı da dağıtır. 


PS: Bu konuya sonra devam edeceğim sanırım. Aklımı kurcalayan bir iki not daha var. Evvela şu: Acaba hava her yerde mi değişiyor?


Resim: Georges Seurat 

dağlarda çanlar çalıyor


‘Bells of Old Tokyo - Travels in Japanese Time’ isimli bir kitap okuyorum. Kitabın yazarı Anna Sherman harika bir fikir bulmuş; Tokyo’yu, yitip giden ya da pes etmeyip kalan, hâkim veya cılız ama illa hayatlara değen seslerin izini sürerek, onları takip ederek dolaşıyor. 


Kitabın açılışında anlattığı ses… Var olduğunu hiç bilmediğim, artık öğrenmiş olsam da halen bir tür rüya, bir masal gibi gelen bir ses… Akşam üzeri saat tam beşte, sadece Tokyo’da değil, Japonya’nın dört bir tarafındaki şehirlerde, hoparlörlerden çıkıp, yaya geçitlerinin, trafik ışıklarının, hatta uzaktaki tarlaların üzerinden geçerek, evlerin, okulların, iş yerlerinin arasına dalga dalga yayılan ve nihayet şehrin tüm sakinleriyle birlikte okuldan çıkmış çocukların da kulağına ulaşan o ses… 


Bir çocuk şarkısı. Yuyake Koyake. 


Birkaç kaynaktan baktım; hepsi İngilizce’ye farklı farklı çevirmiş. İngilizce ara durağından da geçerek, tüm yorumları üç aşağı beş yukarı içine alan bir fazla serbest çeviri de benden…


Akşam oldu, gün batıyor

Dağlarda çanlar çalıyor

El ele tutuşup eve gitmenin vakti, 

Bak kargalar yol gösteriyor


Bütün çocuklar dönünce eve 

Kocaman, pırıl pırıl bir ay tırmanır göğe

Altından yıldızlar bize göz kırparken 

Kuşlar rüya görmeye başlamış bile


Eski bir Japon halk şarkısı bu. Her akşam çalıyorlarmış. Şarkının melodisi de sözleri de çok güzel. Dedim ya, masalsı. Eve dönmek gibi değil de kocaman, hatta karanlık bir ormana girmek gibi… 


İyi de bu çağda çocuklara eve gitmelerini söylemeye gerek var mı? Tokyo’da hangi çocuk, çantasını sürükleye sürükleye o muazzam kalabalıkların içinden geçer de evine gider? Mahalle aralarından, bahçelerden, kırlardan geçtiğimiz bir çağda değiliz ki. Şarkı evet o çağlardan ama biz orada değiliz. (Gerçi bu şarkıyla başlayan ve Tokyo gecesinin metrolarında, neon ışıklı caddelerinde, kavşaklarında geçen bir film de harika olurdu.)


Melodi belli ki büyükler için. İnsan zamanın akışını görmek istiyor. İnsan günün nihayete erdiğini hissetmek istiyor. Zaman geçerken, insan da akıp giden zamanın içinden geçmek istiyor. Biz akşam ezanlarıyla büyüdüğümüz için bunu belki fark etmiyoruzdur. 


Bir mesele daha var. 


Zamanı düzenlemek, gündüzü geceden ayırmak, geceyi mühürlemek yönetici kesimde bir saplantıdır. Zordur geceye hükmetmek. Sistem, herkesi evli evinde ister. (Ne güzel anlatır bunu Gündüz Vassaf ‘Cehenneme Övgü’de). 


Yani aydede gökyüzüne tırmanınca, bir başka düzen başlıyor. Gecenin düzeni. Sadece sistem değil, masallar da çocukları geceleri evinde ister. 


Ama bazı çocuklar yine de pencereleri açık uyur.


PS: Sonuna kadar izlerseniz, bu güzel videoda fazladan bir pandemi yorumu olduğunu da göreceksiniz. 


Alttaki videoda ise Japonya taşrası...Yuyake Koyake hak ettiği karşılığı buluyor. Çok çok güzel. 


yağmurdan sonra


Zihin bazen bir köşeye kıvrılıp uyumak ister. Hiçbir şeye değmeden. İçinde hiçbir meraklı şeyin olmadığı, belki sadece buğday başaklarının rüzgârda dalgalandığı rüyalar görmek ister. Ne metafor ne ilham, hiçbir şey… Su, rüzgâr, uğultu. 


O eski, güzelim Baraka filminde, dünyanın ilk zamanlarında nasıl binlerce yıl kesintisiz yağmur yağdığı anlatılıyordu. Düşlemek zor ya, biraz öyle işte. Zihnimiz bazen sadece o ilk yağmurların sesini duymak ister. 


Yağmurdan sonra bulutlardan sızan ilk güneşle uyanmak ister. 


Resim Van Gogh'dan bir Millet yorumu.

aşık veysel uzayda


Uzay filmleri seyrediyorum; seyrettikçe içimde bir seyahat hissi büyüyor. Bu korona günlerinde insanlığın en uzak yolculuğu en çekici olanıdır belki. 

Seyrettiklerim tabii ki Amerikan filmleri. Biz zaten uzayda yokuz. Çin uzaya yeni bir istasyon yerleştirmişken, Elon Musk denen zat astronotları kendi hesabına eski istasyona taşırken, Avrupa’sı Hindistan’ı, Rusya’sı çılgın bir yarış üzre beraberce koşarken… Ne seyredecektim? Neticede mühür kimdeyse Süleyman odur. 

Ben yerli ve milli bir uzay peşinde değilim, yanlış anlamayın. Ama bu filmleri seyrederken bir şeye çok hayıflanıyorum. Bizim bir uzay filmimiz olsaydı… Mekiğimiz o sonsuz ve sessiz karanlıkta salınırken, astronotumuz efkarlı efkarlı pencereden dışarı bakarken (yok ya öyle bir pencere, olsa keşke, Miyazaki’nin ‘Gökteki Kale’sinde vardı diyip avunalım), bizi ne göğe ne yere ama birdenbire her yere ışınlayan bir kırık nağme patlasaydı…

İki kapılı bir handa gidiyorum gündüz gece… Deseydi Aşık Veysel. Şöyle bir içimizi çekseydik astronotumuzla beraber. 

Tamam, yol ne uzun ne de ince ama oralarda ne fark eder?

Peki ya Kubrick’in ‘2001: A Space Odyssey’inde maymuninsanın fırlattığı kemik havada döne döne bir uzay mekiğine dönüştüğünde: “Dünyaya geldiğim anda yürüdüm aynı zamanda…” Cuk oturmuyor mu?

Hele uzayı da zamanı da büken Interstellar’ın herhangi bir anında: “Düşünülürse derince, uzak görükür görünce, yol bir dakka miktarınca gidiyorum gündüz gece…”

Hepsi de mis gibi… Bir uzay filmi soundtrack’inde Aşık Veysel... Uzaya bunun için de gidilir. 

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...