hayat bilgisi



Okudukça daha iyi okumayı öğreniyoruz. Yazdıkça daha iyi yazmayı öğreniyoruz. Dinledikçe daha iyi dinlemeyi, anlattıkça daha iyi anlatmayı, yaptıkça iyi yapmayı…


Ama hangisinde daha iyi öğreniyoruz? Eylemin kendisini değil, parça parça hayatı, bize sunulanı, bizim peşine düştüklerimizi… Şeylerin bilgisine en iyi nasıl ulaşıyoruz? 


Kendi adıma en çok yazarak öğrendiğimi bir süredir biliyorum. Başka türlü olsa mıydı acaba? Çünkü en zahmetlisi bu. Ama bir yandan da hoşuma gidiyor bu bilgi, neticede hayatımı da böyle kazanıyorum. İşim bu. Başka bir sahada çalışsaydım, hayatta fazladan zorlanırdım sanırım. Buraya kadar nasıl geldim? Kısmen kader ağlarını ördü kısmen de şartlar arkadan itti. İyi ki…


Ben işimin zorluklarıyla başa çıkmaya çalıştım. Kendini bir de işine uydurmaya çalışanlar var. Çalışmanın kendisinden daha zor bu.


Bunu öğrenmenin bir kısa yolu olmalı. 


PS: St. Jerome çalışma odasında (Jan van Eyck'in atölyesinden)

aşk zamanı 2.0


Bu fotoğraf aslında benim anladığım şeyi anlatmıyor. Neyi anlatıyor: Japonya’da korona önlemleri restoranlarda tam gaz devam ediyormuş, yemek yerken bile maske takmak gerekiyormuş ama biraz paranız varsa (kişi başı 170 euro kadar) şık bir ortamda, şeffaf kafeslerin içinde rahat rahat yiyip içebiliyormuşsunuz. 


Benim anladığım şey: Biz artık hayatın her damlasını zaten böyle yaşıyoruz. Koronasız da... Wong Kar-Wai, 'Aşk Zamanı'nı bir daha çekse, sanki artık bu fotoğraftaki gibi çekecek.  

sen de mi çocuksun?

NRC Gazetesi’nde çok sevdiğim günlük bir köşe var. Okurlar, kendi başlarından geçen tuhaf, komik, dokunaklı olayları kısaca yazıp yolluyorlar. Benim arada bir buraya yazdığım küçük karşılaşmalar gibi… Günlerin köpüğü. 

Geçenlerde okuduğum birini çok sevdim. 


48 yaşındaki okur (N. Van der meer) anlatıyor: Annemle bir cafede buluşmak için sözleştik. Ben erken vardığımdan oturup beklemeye başladım. Orada tek başıma oturup durduğumu gören küçük bir oğlan merakla yanıma gelip sordu: “Ne yapıyorsun burada?”


“Annemi bekliyorum” dedim. 


Bir süre sessiz kaldı.  


“Sen de mi çocuksun?” 


*

PS: Resim Edward Hopper'ın

insan kendini özler mi?

  

Gri, soğuk kış günü… Dino Bey bisikletle okul yolundayken, durup dururken şunu sordu:


“Baba, insan kendini özler mi?”


“Özler herhalde” dedim. “Sen kendini mi özlüyorsun?”


Evet, öyleymiş. Tatilleri, güneşleri, kuzenleri, seyahatleri özlüyormuş ama esas o anlardaki, o insanlarlaykenki kendini özlüyormuş. 


Düşündüm. Haklı. Hele soğuk ve griyken…


Biraz daha düşündüm. Nostalji de bu değil mi aslında? En basit ve yalın haliyle…


Resim Amerikan ressam Edward Henry Potthast'ın. Summer Day, Brighton Beach. 

eski macunlar

Geçen gün bir köşe yazısında okudum. Yazar Paulien Cornelisse, diş macunu Paradontax’ın eski tadını özlediğini, ‘yumuşatılmış’ yeni tadın kendisini tatmin etmediğini söylüyor. 

Yumuşatılmış mı?! 


Ben artık alıştığımı düşünüyordum. İlk denediğimde müthiş acı ve keskin gelen o tat artık yüzümü ekşitmiyor diyordum. Yumuşatılmış meğer! 


Yazar, bir markette “eski” Paradontax satıldığını görmüş. Son kullanma tarihi 2023 olan macunlar. Epey süre önce üretilmişler. Son kutular belli ki… Market sahibi, yazarın ilgilendiğini görünce, tam 200 bin kutu aldığını anlatmış. Son kullanma tarihinin yakınlığından endişelenmiyormuş bile. Bir süre sonra fahiş fiyata satacağından emin.


Paradontax’ın kutusunda bir zamanlar şöyle yazıyormuş: “Önce tada alışmaya çalışacaksınız, sonra da vazgeçemeyeceksiniz.”


İnsan bu. 


İnsan en minnoş konularda muhafazakâr, en sert konularda liberal olabilen bir hayvan.


Bu konuların biri de bir kutu diş macunu. 

başka bir işe yaramadığında


Bu hafta 75 yaşına girmiş. Babamdan bir yaş büyük. Edebiyat dünyasında bir baba arasam da Paul Auster’i seçerdim. Öyle seviyorum.


“Öteden beri tek arzum yazı yazmaktı. Daha on altı-on yedi yaşlarımdayken bu hevese kapılmıştım, ama hiçbir zaman ekmeğimi bundan çıkarırım diye de kendimi aldatmamıştım. Yazar olmak doktor ya da polis olmak gibi bir meslek seçimi değildir. Yazarlıkta seçmekten çok seçilmiş olursun ve başka bir işe yaramayacağın gerçeğini de bir kez kabullenince, ömrünün sonuna kadar, uzun, çetin bir yolda yürümeye hazırlıklı olman gerekir.”


Vallahi ben senden razıyım Paul Auster. Yeni yaşın kutlu olsun.



PS: Cebidelik (Çeviri: Seçkin Selvi).

memlekette tuhaf zamanlar

Epey uzun süre çalıştım, nihayet çıktı. Memlekette Tuhaf Zamanlar’ şimdi okurun önünde, umarım sevilir. 

Benim öteki blogun, Tuhaf Zamanlar’ın mahsulü gibi duruyor ama aslına bakarsanız, o blog kitabı yazarken ihtiyaçtan doğmuştu. Bir yandan, buradaki ‘iş’ içeriğini (ne demekse artık) oraya kaydırdım. Hatlar birbirinden ayrılsın istedim. İyi mi yaptım, kötü mü yaptım bilmiyorum, nihayetinde yaptım. 


Bu blog için de çalışmıyor değilim. Bu evin de bir mahsulü olsun istiyorum. Belki birden de fazla…


Bakalım.


PS: Bu güzel kapak Cüneyt Çomoğlu'nun işi.

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...