sofradan o tabağı da kaldırırsan


Türkiye’de ekonomi yönetimin berbat olduğunu hep biliyoruz; halkın refahı pahasına ve halka rağmen birilerini semirtmek için ekonomik teori adı altında element uydurduklarını da biliyoruz ama hem de Ekonomi Bakanı’nın bunu bile isteye böyle yaptıklarını söylemesi yine de şaşırtıyor. Çarkları çevirmek içinmiş… 


Hesap sorulmayan, hesap verilmeyen rejimlerde bu demeçler gelebilir. 


Ama şöyle bir sorun var: İnsanlar aç. 


Rita Pavone’nin, 1960'ların İtalya'sından gelen bu fıkır fıkır şarkısı bakınız ne diyor: Tarih bize şunu çoktan öğretti / Aç insanlar devrim yapar.


Pappa al pomodoro, menemen kıvamlı bir domates yemeği. Zamanında alt tabakalar yiyormuş. Rita Pavone diyor ki, o bile sofradan kalkarsa…


Sen çarkları çevir daha…


balta herkese lazım

Orhan Pamuk’un Veba Geceleri’ni bitirdim. En sevdiğim Pamuk kitapları arasına girdiğimi söyleyemem. Ama Pamuk’un bu kitabı yazarken yaşadığı hazzı anlayabiliyorum. Sıfırdan bir ada kurmak, onu özene bezene haritalandırmak, o adaya bir tarih yazmak, insanını biçimlendirmek… Edebiyat uğraşının kendisinin duble tezahürü… 


Anlamadığım, daha açığı, anlamak istemediğimse şu: Orhan Pamuk bu kitabı neden bu kadar uzun tutmuş? Bir cevap, meseleyi yabancılara daha derli toplu anlatmak. Bu hep verilen cevap. Kısmen doğru. Genel okurun tarihle artan mesafesi düşünüldüğünde, kısmen de yanlış.


Ben konu hakkında çok okuduğunu, okudukça her şeyi yazası geldiğini düşünüyorum. İnsan bir noktadan sonra -bence ne kadar iyi yazar olursa olsun- mesafe koyamıyor. Bu yüzden baltalı editörlere hep ihtiyaç var. Editörü ben olsaydım, kitabın ilk yarısının büyük kısmından vazgeçmesini söylerdim. İkinci yarısı ne de güzel akan ama ilk yarısı ayrıntıdan geçilmeyen ve kurgudan da uzaklaşan bir kitap olmuş çünkü Veba Geceleri. 


Bunları kendime söyleyemiyorum tabii. Ben de yazdığım her şeyde aynı dertten muzdaribim. 


***

PS: Goodreads’de Sine isimli kullanıcının kitaba ilişkin yorumundaki şu bölüm çok hoşuma gitti: 


minik bir orhan pamuk kitap kulübü kurup "orhan pamuk drinking game" geceleri organize edesim var. her köpek çetesi belirdiğinde, her "bazan" dendiğinde, her yeni evli çift sevişmesinde birer küçük shot; orhan pamuk bir karakter olarak belirdiğinde üçer shot!

so what


Çok hızlı konuşuyor, yetişemiyorum. Derdini anlatıyor, bir kaşı havada. Haritaları okuyamamış. Günlerdir hiç dışarı çıkmamış bu yüzden. Kuşlardan anlamıyormuş. Koyunlardan ve sincaplardan da. Kendine defalarca söz vermesine rağmen koşmuyormuş. Parkları tanımıyormuş. Tanıması için haritaları okuyabilmesi lazımmış. Çok sözü var. Bu dilde bu dağınık tempoyu beceremiyorum. Kafam almıyor. 


Bir partide tanıştık. Bir romanın ortasından başlar gibi tanıştık. Miles Davis çalıyordu: So What. So what hakikaten… 


“Yazıyor musun hâlâ” diye sordu. Oysa dedim ya, yeni tanışmıştık.  


“Bıraktım” dedim. Yalandı. Nereden anlayacaktı ki? Hem neden bunu sormuştu? Bir soru daha geldi. 


“Neden bıraktın?”


“Bazı şeyleri iyi, bazı şeyleri kötü yazıyorum; sadece iyi yazdıklarımın üzerinde çalışmaya başladığımı fark ettim.”


“Eh, kendi derdini biliyorsun en azından.” 


Biliyordum bilmesine de... 


Yetmiyordu. Işıklı geceleri, tramvay duraklarını, bir görünüp bir kaybolan saksağanları anlatmaya yetmiyordu. Bir şeyler karalayıp duruyordum. Açık günler, kapalı günler, sürprizler... 


Yetmiyordu. Bütün gün evden çıkmadan çalıştıktan sonra burnumun önünde oynamaya başlayan harften adamları yazmaya zaman yoktu. Fikirsizliği, masamı, duvarları, pencerenin dışında sokağın alelade bir anını...


Dışarıda günlerce dolaşıp hiç bir şey bulamadan, göremeden, tanıyamadan kös kös geri döndüğüm günleri... Bunları hiç umursamadığım günleri de. Yoktu zaman. Yetmiyordu.  


Ama şanslı günlerimde denk geldiğim, sırtında çellosu, ev ev dolaşan mülteci adamı; takım elbiseli ve rastalı aile babasını; iyi niyetinin son kırıntılarını tesadüfi bir aşk yaşamak için tüketen, mavi-gri gözlü kadını anlatmaya da yetmiyordu. 


Yazmıyordum ben de. 


"Hangi parkta koşuyorum demiştin?"


Dememiştim. 


Ne deyip ne demediğim umrunda değildi. Elinde yeni bir viski kadehi, kafasını So What ritminde hafif hafif sallıyordu. 


Aklıma bir şey geldi. 


"Dur ben sana bir harita çizeyim" dedim. "Kâğıt kalemin var mı?"  


"Ne haritası?"


"Şehrin en gizli koşu rotası. Ama spor için değil keşfetmek için."


Gözü parladı sevinçten. Bir yerlerden kalem kâğıt bulup getirdi. Bir kadeh de viski. 


Masaya çöktüm. Fazla ciddi görünüyor olmalıydım ki beni rahat bıraktı. Bir başkasının zihnini bulandırmaya gitti. 


Şehrin haritasını kafamdan kabaca çizdim. Sonra herkesi içine yerleştirmeye başladım. Rastalı baba, çellolu mülteci, aşkı arayan kadın, maça üçü, aynı sekizin gece otobüsü,  yaşlıların karargâhı... Aklıma gelen her şeyi haritaya koydum. En son bu evi, bu masayı, bu So What anını...


Yazmaya vaktim yoktu, tamam. Bir haritası da mı olmayacaktı hayatın?  




uyku biraz uyku

 

 Şu ferahlık, şu uyku. Hepsi buna ulaşabilmek için değil mi? 

Dakka, Bangladeş. Fotoğraf: Jahid Apu

kendi zihninde dolaşanlar

Kütüphanede oturup çalışıyorum. 

İnsanlar geliyor gidiyor. Oturuyor kalkıyor. Gazete okuyorlar. Dergi karıştırıyorlar. Kitaplara dalıp gidiyorlar. Yazıyorlar. Çalışıyorlar. 


Bir de onlar var. 


Bir masaya oturmuş, hiçbir şey yapmadan duruyorlar. Okumuyorlar yazmıyorlar çalışmıyorlar. Birçokları gibi telefonlarını da karıştırmıyorlar. Uzaklara bakıyorlar. Bazen pencereden dışarı. Bazen karşıdaki duvara. Bazen önlerinde oturan kişinin sırtına… Kendi zihinlerinin içinde dolaşıyorlar. 


Yadırgamıyorum, yanlış da bulmuyorum bunu. Kimse sürekli bir şeyle meşgul olmak zorunda değil. Hele bu çağda böyle kesintisiz bir düşünce seline kapılmak, kapılabilmek müthiş bir lüks.


Ama şaşırıyorum doğrusu. Bunca materyalin ortasında, her yan okuyacak, bakılacak, dinlenecek şeyle doluyken, nasıl hiçbirine gönül indirmeden kalabiliyorlar? 


Bir de bunu neden kütüphanede yapıyorlar?

Çalışan düşünen insanların arasında olmak daha huzurlu mu geliyor? Sessizlik mi onları çekiyor? (Kütüphaneler çok da sessiz sayılmaz ama birçok yerden daha sessiz yine de.) Bu mekânlar onlar için rahat mı? Korunaklı mı? Hiçbir soruyla ilgilenmeyecek kadar dertliler mi? Tam aksine, kaygısızlar mı yoksa?

Kendi zihnimin içinde dolaşırken onlara da rastlamayı umuyorum. Orada belki konuşuruz, sorarım, anlatırlar. 


Ama aramaya çıktığımda  çoktan gitmiş oluyorlar. Başka bir kütüphaneye, başka bir zihne, kendi zihinlerinin derinlerine…


*

PS: Resim, İrlanda'daki Trinity College Library

trafikte bir şövalye

Bugün A. ile birlikte trafik ışıklarında beklerken yolun karşısında tuhaf bir bisikletli adamı fark ettik. Tuhaftı, çünkü yüzünün tümü camla kaplıydı. Kaskla güneş gözlüğü arası bir ‘şey’. Işığı kırıyor, yansıtıyor. Üzerinde renklerin oynaştığı bir cam. Ama ne?

Saniyeler sonra yan yana geçerken kendimi tutamayıp adama baktım. O da bana baktı. Gün ortasında, demir maskeli adamla, atının üstünde bir şövalyeyle karşılaşmak gibi bir his. Benim yüzümde ne de olsa bir ufak şaşkınlık ifadesi vardı; adam bunu herhalde görmüştür. Ben onun ifadesini göremedim. Dedim ya, cam… Arabalara çekilen bantlar gibi, koyu bir engel. Ürpertici, tedirgin edici.


A. da daha önce böyle bir maske görmemiş. Ya da böyle bir gözlük… Ya da her ikisi birden. Düşündük: Pandemiye özel mi acaba? Bir tür kask olabilir mi? Ben biraz uçtum: Robocop’unki gibi bir donanım bu, camın gerisinde bir ekran vardır kesin. Adam biraz önce belki beni bir hedefe oturtmuştu. Sonra da ateş etmeye üşenmişti belki. Neyse ki… 


Bu soruları sormak için bir sene gecikmişim. 


İnternette “tüm yüz gözlük” “ayna” vs. gibi anahtar sözcüklerle arayınca buldum. Bu bir güneş gözlüğü. Fonksiyonu, eh işte, güneşten korumak. Sadece gözleri değil bütün yüzü koruyor. Bulduğum ürünler bir sene önce piyasaya çıkmıştı. Belki evveli de vardır. 


Kafamda kurduğum gibi çıkmadı ama. Hayal kırıklığı…


Bir şövalyeyle karşılaşmak gibi değil. Gizemli değil. Beleşten tedirgin ediyor. 


İnsanları saklıyor.


üç bilmece

Bahar günüymüş. Bir hacıyı, bir eşkiya durdurmuş dar boğazda. Üç bilmecem var, bilirsen geçersin, bilemezsen paranı alırım, paran yoksa canını alırım, diye tepeden buyurmuş.

Sor, demiş hacı, dik dik. Parası yokmuş ya hiç de öyle süklüm püklüm değilmiş. “Başka çarem yoksa, sor.”


“İlki şu. Alsan da versen de, getirsen de götürsen de ağırlık yapmayan nedir?” 


Gülüvermiş Hacı. “Kolay bu. Selamdır” diye yanıtlamış. Kolaymış sahiden de, daha az önce eşkiyayı iç ferahlığıyla selamlamış.


Bildin, demiş eşkiya. “Bir su ki zehirsizdir ama yine de can yakar. Nedir bu?


Alnını kırıştırmış, hacı. Derken bir sevinç kaplamış yüzünü. Gözyaşı ya, demiş, ne olacak ki başka? Pek yufka yürekliymiş zaten. Hep gözleri dolarmış, bazen gizliden ağlarmış da.  


Eşkiyanın suratı asılmış. Bu nasıl uyanık hacı. Yanından yürüyüp gidecek. 


Tamam, demiş. “Sözüm söz. İşte sana son soru. Bilmeden bulduğumuz, sonra ya kaybedersek diye üzülüp durduğumuz nedir” 


Hacı düşünmüş düşünmüş düşünmüş… Bunalmış. Alnında boncuk boncuk ter birikmiş. Bulamadıkça düşünemez olmuş. Bomboşmuş aklı.


Bilemedim, demiş çaresiz. Boynunu bükmüş. 


Sırıtmış eşkıya. Kılıcını sıyırmış kınından. Uçlan paraları, diye bağırmış.  


Param yok, diye başlamış hacı… Yokmuş da gerçekten. “Bir soru daha sor.” 


Eşkiya şakasızmış. Kaldırmış kolunu. Tam boynuna çalacakken kılıcı, 


Dur, diye bağırmış Hacı…

"Bari cevabı söyle.”


Ama gecikmiş. Yetişemememiş eşkiyanın bileğinin hızına. Son anında feryat bile edememiş. Aklında bir soru işareti, düşmüş yere… 


Eşkiya, kıydığı adamın yere yuvarlanan, toza bulanan kellesine dalgın dalgın bakmış. Hacının gözleri hiç duyamadığı cevabı halen bekler gibi apaçıkmış. Kılıcını yanıbaşındaki koca kayaya silerken, sıkkın sıkkın mırıldanmış eşkiya:


“Aha, bu verdiğindir”. 


Photo by Simon Wilkes on Unsplash




eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...