Bize bilet satan ve bir zamanlar yirmi otuz adamın telaş içinde yaptıklarını tek başına yapan memur hariç, istasyonda kimsecikler yoktu. Sıcak acımasızdı. Demiryolunun öte tarafında Muz Şirketi’nin yasak kentinin kalıntıları görünüyordu: kiremitleri uçmuş çatısız malikâneler, solmuş palmiyeler, fundalıkların orasında burasında hastaneden arta kalanlar, patikanın öteki ucunda, tirit gibi ihtiyar badem ağaçlarının arasında Montessori evi, istasyona bakan, o tarihi büyüklüğünden hiçbir iz kalmamış taş döşeli meydan.
Baktığım her şey ölmeye karşı koyabilmek için dayanılmaz bir yazma kaygısı uyandırıyordu yüreğimde. Böyle hissettiğim hiç olmamıştı diyemem ama o sabah bir esin krizi geçirdim diyebilirim; evet, o lanetli sözcük, esin; öylesine gerçektir ki, küllerine zamanında kavuşabilmek için önüne ne çıkarsa yıkar geçer.
İstasyonda ya da dönüş treninde annemle bir şey konuştuk mu hatırlamıyorum. Pazartesi günü teknede şafak sökerken, uyuyan bataklıktan esen meltemin serinliğinde, annem benim de uyumadığımı fark ederek sordu:
“Ne düşünüyorsun?”
“Yazıyorum,” dedim sonra daha sevecen davranabilmek için kendimi zorlayarak, “ofise varınca ne yazacağımı tasarlıyorum desem daha doğru olur” diye ekledim.
Gabriel Garcia Marquez, Anlatmak İçin Yaşamak, Can Yayınları (Çeviri: Pınar Savaş)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Sen ne dersin?