otomatikçiler hasta ruhlardır
Denk geldiğim en enteresan adamlardan birini, "How to Sharpen Pencils - Kalemleri Nasıl Sivriltmeli" kitabının yazarı David Rees'i GQ Türkiye'nin Haziran sayısı için yazmıştım. Derginin yeni sayısı yeni hikâyelerle bayide; kalem sivriltme ustası Rees'in hikâyesi aşağıda:
SON KALEM USTASI
Gözlükler tamam, karbeyaz önlük tamam, kurşunkalemler ve
çakı tamam… David Rees masasının başında. Saatlerce uğraşıp, kalemleri
yontacak; uçlarını sivriltecek. Haybeci, dandik kalemtıraşlarımızla, bizim asla
ulaşamadığımız bir zarafete ve keskinliğe ulaşacak. Sonra da bu kalemleri
satacak. Hayrına çalışmıyor elbette. Rees, geçimini kalem yontarak (veya
açarak) kazanıyor ve ben şaka yapmıyorum.
Karşımızdaki adamın tuhaflığını anlamak için bileşenlerine
ayıralım:
-
Fazla okumuş her insanın içindeki kırtasiye (bu
örnekte kalem, kalemtıraş) aşkı onda marazi boyutlarda.
-
Kalem sivriltmenin hem bir zanaat hem de felsefi
bir duruş olduğuna inanıyor.
-
Bunun saçmalığın farkında olduğundan kendisiyle
de dalga geçiyor.
-
Felsefe ve dalga geçmeyi doğru oranlarda
karıştıran herkesin yapabileceği şeyi yapıyor, boşluğu görüyor ve o boşluk hakkında
kitap yazıyor: How to Sharpen Pencils (Kalemleri Nasıl Sivriltmeli.)
-
Bir yandan da kalem ucu sivrilterek para
kazanmaya devam ediyor.
Rees’in
CV’sindeki güncel madde, denilebilirse, kalemtıraşlık. 2001-2009 arasındaki
notlardaysa, kalemle başka bir tür ilişki kurduğu, karikatüristlik yaptığı
bilgisi var. Bush dönemine saran çizgi dizisi “Get Your War On” epey rağbet
görmüş. Ne var ki, Bush zihniyeti Obama’ya yenilince, Rees kendini de yenik
sayıp karikatüristlikten emekliye ayrılmış. Bir sonraki durağı, ABD Nüfus
İdaresi’nde geçici ve sıkıcı bir iş. Rees, görevi sırasında kendisine bir sürü
kalem ve kalemtıraş verildiğini anlatıyor. O da sıkıntıdan kendini yontma ve
sivriltme işine adıyor. Giderek de ustalaşıyor. Sonrasını tahmin edersiniz.
Kalemini mutlak karanlıkta sivrilt
Ama ben yine de anlatayım çünkü çok kısa bir hikâye: Rees,
evinde bir kurşunkalem sivriltme atölyesi kurar ve olaylar gelişir. Bugün
itibariyle siz ona kaleminizi gönderiyorsunuz, o da sivriltip, özel bir tüp içinde
ve bir sertifika eşliğinde (ve 15 dolarlık bir faturayla) size geri yolluyor.
Ya da önceden yonttuğu kalemleri gönderiyor. “Müşterilerimin kalemleri
kullanmasını isterim. Kullansınlar ki geri göndersinler; ben de yeniden para
kazanayım. Ne yazık ki saklamayı tercih ediyorlar. Kalemlerimi bir sanat eseri
olarak görmeleri beni onore ediyor ama bu yüzden gelirim azalıyor.”
Herkesin kafası farklı çalışıyor. Rees hiç yoktan bir iş
kolu tanımlayıp, onu ilkin zanaata sonra da ticarete döktü. Kazancının fena olmadığını
söylüyor. Neil Gaiman ve Spike Jonze gibi (eksantrik her işe bulaşmayı görev
bilen) hatırlı müşterileri var. Çocuğuna uğur kalemi arayan ebeveynler (evet,
böyle de bir pazar mevcut) ona geliyor. ABD’yi baştan başa dolaşıp kalem
sivriltme gösterileri yapıyor. İşini icra etmesi için onun şerefine özel
partiler düzenleniyor. “Kim seyreder böyle bir şeyi” diye sorma hakkınız tabii
ki saklı ama bunu bana değil Karayipler’de her limanda ayrı parti yapan bir
yatın ehlikeyif müşterilerine sorsanız, daha iyi. Çünkü yanlarına Rees’i de
katıp kalem sivriltmenin inceliklerini öğrenenler onlar.
Piyasaya henüz çıkan kitabını okursanız, siz de
öğrenebilirsiniz. Ama öncelikle şu karşılaştırmayla başlayın: “2B kalem
kullananlarla otomatik kalem tercih edenler arasında tek bir fark var.
Otomatikçiler hasta ruhlardır.” Şimdi diğer yararlı bilgiler:
-Tek bıçaklı kalemtıraş aleminin kralı Alvin Brass Bullet;
en zarif markaysa Almanya’dan çıkma Bethge.
- En iyi kurşunkalemler ABD ve Japonya’da üretiliyor.
-ABD ile Avrupa’nın arasındaki kültür farkı çocukluktan
başlıyor. Amerikan çocukları sınıflarda duvara monte edilmiş çevirmeli
modelleri kullanırken, Avrupalı her çocuğun cebinde kendi kalemtıraşı var.
- Şarapta kurşunkalem tadı arayacak kadar kırtasiye
manyağıysanız gönül rahatlığıyla Château Saint Julian 2006 Bordeaux Superior’u
deneyebilirsiniz.
-Her kurşunkalem üstadının bildiği sır: Kalemi en güzel çakı
sivriltir.
Sözü geçen kitap, kitabevinde hangi rafa konacağı bir türlü
kestirilemeyenlerden. Sanat mı, mizah mı, sosyoloji mi, hobi mi, self help mi?
Cevap ‘hepbiri’ ama ben onu yine de mizah bölümünde buldum. Yanlış bir tercih
sayılmaz; Rees işini kendisi ve sanatıyla dalga geçerek icra ediyor ama siz bir
de şu yakarışına kulak verin: “Kalem sivriltmeyi seviyorum; beni
bilgisayarın/internetin başından çekip alıyor. Son on yılım böyle geçmişti.
Şimdi bu işi yapmak güzel çünkü kalem dediğin şey internetin tam da zıddı.”
Bunlar bir sonraki hedefi “mutlak karanlıkta çalışmak” olan
bir adamın sözleri.
Hangi kalem
sivriltilmeye değer?
David Rees anlatıyor:
İyi kalem iyi ağaçtan yapılır (kırmızı ardıç benim favorim.)
Gövde düz durur, eğilmez. Grafit gövdenin tam ortasına yerleştirilmiştir.
Kalemin tıraşlanmamış ucu boyasız ve lekesizdir. Her kalem sivriltilmeye
değmez. Zira bir yıldızlı restorandan dört yıldızlı yemek beklenemez. Ben ne
kadar güzel sivriltirsem sivrilteyim, vasat bir kalemden zevk alamazsınız. Altın
kuralım da şudur: Elini sabit, bıçağını temiz, zihnini hazır tut.
GQ Türkiye - Haziran
anlıyorsun değil mi?
Cafe Pels'te huzurlu bir öğleden sonra... Tezgahta oturmuş kahve içiyorum. Önümde bir gazete, İngilizce.
İçeride benden başka tek bir müşteri var. Üç sandalye sağımda oturuyor. Birasına eğilmiş kıkır kıkır gülen yaşlı bir adam... Hem garson hem barmen genç kadın, tezgâhın arkasında bardakları yıkayıp kuruluyor.
Adam kadına bir şeyler anlatmaya başlıyor. Önce sakin sakin, sonra yüksek sesle... Kadın cevap vermiyor, sürekli başını sallıyor. İlkin onaylar derken ayıplar bir tonda.
Adamın küfür ettiğini, azıcık Hollandacamla bölük pörçük çıkartıyorum; hayır, kadına değil, ortaya. Belediyeye, hükümete, hayata... Dikkatle bakınca biraz deli olduğunu da anlıyorum. Kadın yan gözle bana bakıyor, "ne yaparsın" der gibi omuz silkiyor.
Ona baktığımı anlıyor adam; bana dönüyor. Şikâyetlerini sıralamaya başlıyor hızlı hızlı. Çok azını seçebiliyorum. Sigara... "Artık sigara içemiyoruz" diyor. "Hep bu ibnelerin yüzünden." Sonra söylediklerine çok da hakim olmadığımı fark edip yavaşlıyor. Birasını gösteriyor. "Bira", diyor. "Var. Ama sigara yok. Yasak."
Sonra yine kendinden geçiyor. Sayıp dökmeye başlıyor süratle.
Kadın araya giriyor nihayet, beni kastederek "boşuna anlatma" diyor adama, "seni anlamıyor ki, yabancı."
Gülüyor adam. "Boşversene, öyle bir anlıyor ki" diyor.
Sonra ayaklanıyor, paltosunun cebinden sigarasını, tezgâhtan birasını alıyor. Dışarı çıkarken kulağıma eğiliyor.
"Anlıyorsun, değil mi?"
"Anlıyorum," diyorum. İngilizce. Sonra kadına bakıyorum, "ne yaparsın" der gibi omuz silkiyorum. Türkçe.
İçeride benden başka tek bir müşteri var. Üç sandalye sağımda oturuyor. Birasına eğilmiş kıkır kıkır gülen yaşlı bir adam... Hem garson hem barmen genç kadın, tezgâhın arkasında bardakları yıkayıp kuruluyor.
Adam kadına bir şeyler anlatmaya başlıyor. Önce sakin sakin, sonra yüksek sesle... Kadın cevap vermiyor, sürekli başını sallıyor. İlkin onaylar derken ayıplar bir tonda.
Adamın küfür ettiğini, azıcık Hollandacamla bölük pörçük çıkartıyorum; hayır, kadına değil, ortaya. Belediyeye, hükümete, hayata... Dikkatle bakınca biraz deli olduğunu da anlıyorum. Kadın yan gözle bana bakıyor, "ne yaparsın" der gibi omuz silkiyor.
Ona baktığımı anlıyor adam; bana dönüyor. Şikâyetlerini sıralamaya başlıyor hızlı hızlı. Çok azını seçebiliyorum. Sigara... "Artık sigara içemiyoruz" diyor. "Hep bu ibnelerin yüzünden." Sonra söylediklerine çok da hakim olmadığımı fark edip yavaşlıyor. Birasını gösteriyor. "Bira", diyor. "Var. Ama sigara yok. Yasak."
Sonra yine kendinden geçiyor. Sayıp dökmeye başlıyor süratle.
Kadın araya giriyor nihayet, beni kastederek "boşuna anlatma" diyor adama, "seni anlamıyor ki, yabancı."
Gülüyor adam. "Boşversene, öyle bir anlıyor ki" diyor.
Sonra ayaklanıyor, paltosunun cebinden sigarasını, tezgâhtan birasını alıyor. Dışarı çıkarken kulağıma eğiliyor.
"Anlıyorsun, değil mi?"
"Anlıyorum," diyorum. İngilizce. Sonra kadına bakıyorum, "ne yaparsın" der gibi omuz silkiyorum. Türkçe.
başyapıt nedir, ne değildir?
Bu kapak dergiyi aldırır. Aldırdı da. Bana, en azından...
Uzun zamandır sinemada, "ben bu filmi arada bir canım çektikçe izlerim" dediğim bir filme rastlamadım. O tür filmlerin bendeki karşılığı Woody Allen. Zaten aynı hissi en son "Midnight in Paris"te yaşamıştım. Şimdi "To Rome with Love" geliyor. Bekliyorum. Beklerken, biraz da bu kapak ve kapak haberinin verdiği gazla, eski Woody Allen'ları yeniden izliyorum.
Ben bunları düşünürken; kendisi başka fikirde. İçerideki röportajında şöyle diyor:
"Sanırım yaklaşık 45 film yaptım. Bazıları güzeldi ama başyapıt değiller. Kendimi kandırmama gerek yok; yalandan tevazu da göstermiyorum. Rashomon'a, Bisiklet Hırsızları'na, The Grand Illusion'a bakarsanız anlarsınız. Başyapıt işte onlar. Benim onlarla aynı festivalde gösterebileceğim filmim yok."
Öyle diyorsa öyledir. Ama yine de bazı filmleri benim için başyapıt. En azından başucu yapıt. Rashomon'un yanına da rahatlıkla koyarım.
Bu arada hazır Allen'dan bahsetmişken, Open Culture'da bulduğum şu videoya da göz atın derim. Üstat Japonya'da, reklam yıldızı. Böyle absürt reklam az bulunur. (Open Culture'ı takip ediyorsunuz, değil mi?)
Uzun zamandır sinemada, "ben bu filmi arada bir canım çektikçe izlerim" dediğim bir filme rastlamadım. O tür filmlerin bendeki karşılığı Woody Allen. Zaten aynı hissi en son "Midnight in Paris"te yaşamıştım. Şimdi "To Rome with Love" geliyor. Bekliyorum. Beklerken, biraz da bu kapak ve kapak haberinin verdiği gazla, eski Woody Allen'ları yeniden izliyorum.
Ben bunları düşünürken; kendisi başka fikirde. İçerideki röportajında şöyle diyor:
"Sanırım yaklaşık 45 film yaptım. Bazıları güzeldi ama başyapıt değiller. Kendimi kandırmama gerek yok; yalandan tevazu da göstermiyorum. Rashomon'a, Bisiklet Hırsızları'na, The Grand Illusion'a bakarsanız anlarsınız. Başyapıt işte onlar. Benim onlarla aynı festivalde gösterebileceğim filmim yok."
Öyle diyorsa öyledir. Ama yine de bazı filmleri benim için başyapıt. En azından başucu yapıt. Rashomon'un yanına da rahatlıkla koyarım.
Bu arada hazır Allen'dan bahsetmişken, Open Culture'da bulduğum şu videoya da göz atın derim. Üstat Japonya'da, reklam yıldızı. Böyle absürt reklam az bulunur. (Open Culture'ı takip ediyorsunuz, değil mi?)
gazeteci filmleri -1- the year of living dangerously
HBO'nun yeni (ve çok beklenen) dizisi The Newsroom nihayet yayında. Bir Amerikan haber kanalında yaşananları işliyor; sert ve kararlı ekran yüzlerinin gerisindeki mutfağı gösteriyor. Tempolu başladı sayılır. Senarist Aaron Sorkin, "ABD artık büyük mü değil mi" sorusuna nostaljik bir cevap üretmeye çalışmazsa iyi de gider. Dizi biraz hızını alsın, hakkında konuşuruz. Ama önce başka bir mesele... Gazetecilik üzerine filmleri (ya da gazeteci filmlerini) uzun zamandır yazmak istiyordum; The Newsroom vesile olsun, ufak ufak başlayayım. Biraz mesleki merak biraz da görev duygusuyla bugüne kadar bu türde yığınla film seyrettim (bunların çoğunu siz de görmüşsünüzdür.) İyi ve önemli olduğunu düşündüklerimi, fırsat buldukça ama arayı da çok açmamaya gayret ederek yazacağım. Yavaş yavaş bir listeye dönüşsün, ne çıkacak görelim. Söylemeye gerek yok, katkılarınızı beklerim.
The Year of Living Dangerously, Peter Weir, 1982.
Çok kişi bu filmi bilmez, ama ismini bilir. Çünkü bu isim Batılı gazetecilerin çok sevdiği bir haber başlığı (bazen de manşet) haline dönüştü. Hangi ülkede kargaşa varsa, bu başlığın kullanıldığı en az bir ilgili haber vardır. Bu sene Arap Baharı'yla ilgili haberlerde, bir de British GQ'nun Daniel Craig kapağında gördüm. Çok da güzel başlıktır gerçekten; havalıdır; her şeyi bir çırpıda özetler. Ben de kullanmak isterdim, ama Türkçe'de fiyakalı bir karşılığı yok.
Weir'in filmi 1965 Eylül'ünde Endonezya lideri Sukarno'ya yönelik başarısız darbe girişiminin hemen öncesinde geçiyor. O çok benimsenen isim (ve manşet) de Sukarno'dan ödünç zaten. Wikipedia'dan taze taze öğrendiğim üzere, diktatör, İtalyanca'daki "vivere pericolosamante" yani "living dangerously" deyişini 1964'teki meşhur bir konuşmasında kullanmış (biraz oynayarak Türkçe'ye 'tehlikeyle yaşamak' diye çevirebiliriz.)
Filmin tehlikeyle yaşayan kişisi gencecik, Mehmet Ali Alibora görünümlü bir Mel Gibson. Jakarta, 1965... Sıcak... Çok sıcak, üstelik daha da sıcak olacak. Avustralyalı toy gazeteci Guy Hamilton (Gibson) Endonezya'ya yeni gelmiş; havasız odalardan haber geçmeye çalışıyor. Kimseyi tanımıyor; işi zor. Filmde çoğu cibiliyetsiz resmedilmiş ama kendilerinden başka kimseyi beğenmeyen Batılı gazetecilerin, akşamları efkâr dağıtıp dedikodu yaptığı barda kendine bir dert ortağı arıyor. Bahtı açık ki, Jakarta'yı mesken tutmuş yarı Çinli yarı Avustralyalı idealist fotoğrafçı Billy Kwan (Linda Hunt, erkek ve cüce fotoğrafçıyı oynadığı bu rolle 'yardımcı kadın oyuncu Oscarı'nı kazandı) ona ısınıyor ve etkili isimlerle, bu arada Amerikan elçiliğinde çalışan güzeller güzeli Sigourney Weaver'la tanıştırıyor.
Sonrası biraz tarih, biraz da beklenildiği üzere bol maceralı bir gazetecilik hikâyesi... Sukarno'nun gölgesinin bütün Jakarta'yı örttüğü ve gazeteciler dahil herkesi korkuttuğu siyasi bir atmosfer... Toy gazeteci Hamilton, kendini Çin destekli Komünistler'in hazırladığı darbe planlarının içinde buluyor ve yaşamı pahasına haber atlatmaya, sonuna kadar gitmeye çalışıyor.
Peter Weir ne çekse seyrederim de bu filmin güzelliği eski usul gazeteciliği abartmadan anlatmasında. Uzak bir ülke, yalnızsınız, elinizde iyi haber yoksa merkezdeki kimsenin sizi ciddiye alacağı yok ve acilen bir şey yapmanız gerekiyor.
Önemli sahne: Sukarno rejimi, sokaklardaki isyanı bastırırken Guy Hamilton sokaklardaki kalabalığın içindeki tek gazeteci. Bir yandan işini yapmaya bir yandan da omzuna aldığı cüce fotoğrafçı arkadaşını korumaya çalışıyor. Bu arada sağlam da sopa yiyor.
The Year of Living Dangerously, Peter Weir, 1982.
Çok kişi bu filmi bilmez, ama ismini bilir. Çünkü bu isim Batılı gazetecilerin çok sevdiği bir haber başlığı (bazen de manşet) haline dönüştü. Hangi ülkede kargaşa varsa, bu başlığın kullanıldığı en az bir ilgili haber vardır. Bu sene Arap Baharı'yla ilgili haberlerde, bir de British GQ'nun Daniel Craig kapağında gördüm. Çok da güzel başlıktır gerçekten; havalıdır; her şeyi bir çırpıda özetler. Ben de kullanmak isterdim, ama Türkçe'de fiyakalı bir karşılığı yok.
Weir'in filmi 1965 Eylül'ünde Endonezya lideri Sukarno'ya yönelik başarısız darbe girişiminin hemen öncesinde geçiyor. O çok benimsenen isim (ve manşet) de Sukarno'dan ödünç zaten. Wikipedia'dan taze taze öğrendiğim üzere, diktatör, İtalyanca'daki "vivere pericolosamante" yani "living dangerously" deyişini 1964'teki meşhur bir konuşmasında kullanmış (biraz oynayarak Türkçe'ye 'tehlikeyle yaşamak' diye çevirebiliriz.)
Filmin tehlikeyle yaşayan kişisi gencecik, Mehmet Ali Alibora görünümlü bir Mel Gibson. Jakarta, 1965... Sıcak... Çok sıcak, üstelik daha da sıcak olacak. Avustralyalı toy gazeteci Guy Hamilton (Gibson) Endonezya'ya yeni gelmiş; havasız odalardan haber geçmeye çalışıyor. Kimseyi tanımıyor; işi zor. Filmde çoğu cibiliyetsiz resmedilmiş ama kendilerinden başka kimseyi beğenmeyen Batılı gazetecilerin, akşamları efkâr dağıtıp dedikodu yaptığı barda kendine bir dert ortağı arıyor. Bahtı açık ki, Jakarta'yı mesken tutmuş yarı Çinli yarı Avustralyalı idealist fotoğrafçı Billy Kwan (Linda Hunt, erkek ve cüce fotoğrafçıyı oynadığı bu rolle 'yardımcı kadın oyuncu Oscarı'nı kazandı) ona ısınıyor ve etkili isimlerle, bu arada Amerikan elçiliğinde çalışan güzeller güzeli Sigourney Weaver'la tanıştırıyor.
Sonrası biraz tarih, biraz da beklenildiği üzere bol maceralı bir gazetecilik hikâyesi... Sukarno'nun gölgesinin bütün Jakarta'yı örttüğü ve gazeteciler dahil herkesi korkuttuğu siyasi bir atmosfer... Toy gazeteci Hamilton, kendini Çin destekli Komünistler'in hazırladığı darbe planlarının içinde buluyor ve yaşamı pahasına haber atlatmaya, sonuna kadar gitmeye çalışıyor.
Peter Weir ne çekse seyrederim de bu filmin güzelliği eski usul gazeteciliği abartmadan anlatmasında. Uzak bir ülke, yalnızsınız, elinizde iyi haber yoksa merkezdeki kimsenin sizi ciddiye alacağı yok ve acilen bir şey yapmanız gerekiyor.
Önemli sahne: Sukarno rejimi, sokaklardaki isyanı bastırırken Guy Hamilton sokaklardaki kalabalığın içindeki tek gazeteci. Bir yandan işini yapmaya bir yandan da omzuna aldığı cüce fotoğrafçı arkadaşını korumaya çalışıyor. Bu arada sağlam da sopa yiyor.
murakami'ye neden kızgınım?
Murakami'nin 1Q84'ünü okurken ne kadar bunaldığımı (400. sayfadaydım) yazmıştım. Haksızlık ettiysem, bitirdiğimde hakkını teslim edeceğimi de yazmıştım.
Etmemişim. Kişisel bir kanaat elbette ama 1Q84, yazarın en kötü romanıydı. Bu bana tuhaf gelmedi de, fikrine çok güvendiğim insanların kitabı öve öve bitirememesine şaşırdım (not düşeyim, azınlıktaki birkaç kişi benimle aynı fikirde.) Sevene "neden sevdin" diyecek değilim; bir güzellik görmüşlerdir mutlaka. Ben göremediğim güzelliği Sabit Fikir'in Haziran sayısına yazdım. Meraklısı varsa buyursun:
BEN BURADAYIM SEVGİLİ YAZAR, SEN NEREDESİN
Haruki Murakami’yle 1Q84 üzerinden tanışacak okurlar için
üzülüyorum. Çünkü muhtemelen yazarın bir romanını daha okumak istemeyecekler.
Ben istemezdim. Üstelik bunu neredeyse tüm eserlerini
okumuş, çoğunu sevmiş, bazılarını da (Türkçe’ye henüz çevrilmeyen What I Talk
About When I Talk About Running mesela) başucu kitabı yapmış birisi olarak
söylüyorum. İşe 1Q84’le başlasaydım, geri kalanını pas geçebilirdim. Kabahat
sadece Murakami’nin...
1Q84’ün tantanası 2009’dan beri sürüyor. Başyapıt
beklentisi, Nobel’e hazırlandığı iddiaları, ilk bölümün bir “like” karşılığı
Facebook’ta yayımlanması, kitabevlerinde dağ gibi yığılan hacimli ciltler... O
kadar ki, ABD’deki devasa cildi görünce onu “telefon rehberine” benzeten bir
yazar... Kitabın şamatası bitmek bilmedi.
Ama Murakami hiç kusura bakmasın, herhangi bir telefon
rehberi bile, 1Q84’ten daha başarılıdır. Hiç değilse vadettiği her şeyi yerine
getirir. 1Q84 ise getirmiyor. Okuru, içine soktuğu bin küsur sayfalık
(Türkçe’de 1256) maratonda tek başına bırakıp gidiyor. Kitapta bildik, tanıdık
Murakami’yi değil, onun kendine güvensiz ve kararsız gölgesini buluyorsunuz.
Yavaş yavaş yükselen tansiyon, gizemli konular, güzel kulaklı kadınlar, her
şeyden haberdar kediler ve tipik bir Murakami hikâyesine yönünü veren akil
insanlar, evet, 1Q84’te de mevcut. Ama yetmiyor...
Bir okur bu kadar uzun bir romana mesai ayırdığı zaman,
belki bencilce ama, bir başyapıt, hayatının sonuna kadar kendine eşlik edecek
ölmez bir hikâye bekler. Hayatı, düşgücü, sohbeti o hikâyeyle zenginleşir.
Murakami’nin 1Q84’ü, böyle bir katkı yapmıyor. Yine de eski günlerin hatrına
okumaya devam ediyorsunuz. Sonra da bırakmadığınız için kendinize kızıyorsunuz.
Murakami kendi
yazdığına inanmıyor
Ben kendimden çok Murakami’ye kızdım. Fena olan, ona en çok
ne için kızdığımı bilememek. Seçenek bol. Hiç de inandırıcı olmayan bir aşk
öyküsünü 1256 sayfa koştur koştur anlatmaktan bıkmadığı için mi? Elif Şafak ve
veya Orhan Pamuk’un elinden çıksa feci dalga geçilecek kötü seks sahneleri
yazdığı için mi? Zaten sürekli sınıfta kaldığı kadın cinselliği konusunda bu
defa iyice çuvalladığı için mi? Japon edebiyatının muhtemelen en enteresan
kiralık katilinden dünyanın en sıkıcı karakterini çıkarmayı becerdiği için mi?
Kitabın ismi üzerinden George Orwell ve 1984’le ilgili gereksiz bir beklenti
yaratıp, onu karşılamadığı için mi? Yüksek potansiyelli yan karakterleri
okurların zihnine saldıktan sonra üzerlerini bir kalemde çizdiği için mi?
Hepsi de geçerli. Ama en çok şu: Kendi yazdıklarına
inanmadığı için.
1Q84’ün bir kahramanı “Açıklamasız anlayamazsan, açıklanınca
da anlayamazsın” diyor. Tipik bir Murakami cümlesi... Vurucu sayılmaz ama
etkili; sis düdüğü gibi, en zor dakikada işini görüp kenara çekiliyor. Üstelik
bu ifade Murakami’nin hemen tüm kitaplarını da hakkıyla tarif ediyor. Sorun şu
ki, her kitapta başarıyla işleyen tanım bu kitapta bizzat yazar tarafından rafa
kaldırılıyor. Murakami, her şeyi açıklamaya, hem de bütün detaylarıyla
açıklamaya gayret edip, ruh sağlığımıza kast ediyor. İki ana karakter, kiralık
katil/spor eğitmeni Aomame ile matematik öğretmeni/yazar Tengo içine düştükleri
tuhaf paralel dünyayı o kadar sorguluyor ki, gizemin de fantastik gelişmelerin
de tadı kaçıyor.
Fantastik bir hikâyenin kahramanının şu cümleleri kurmasına
en fazla kaç defa tahammül edebilirsiniz: “Şu anda buradayım, burası gerçek
dünya değil, ama gerçek dünyadan çok da farklı değil, o halde burası neresi
olabilir?”
Beş değil on değil, onlarca defa aynı sahne... Yazar,
bıkmadan usanmadan aynı sayfayı yeniden üretiyor. Kitabın ana karakteri Tengo
bir başkasının romanını düzelterek tekrar kaleme alan bir yazar. Bu kitap için
de aynısını yapmasını umuyorsunuz. Olmuyor tabii... Onun yerine başka şeyler
yapıyor.
Şablon şöyle:
Tengo yemek yapıyor, Tengo plaklarını dinliyor, Tengo Aomame
hakkında düşünüyor, Tengo aya bakıyor; Aomame yemek yapıyor, Aomame kitap
okuyor, Aomame Tengo hakkında düşünüyor, Aomame aya bakıyor... (Bunları en az
yirmiyle çarpın.)
Kedilerle kaybolmak
Çok da hakkını yemeyeyim; 1Q84’teki parçalardan biri,
kediler kasabası hikâyesi çok güzel. Hatta fazla güzel. İyi düşünülmüş, iyi
yazılmış gerçek bir Murakami hikâyesi. Kediler kasabası, kahramanın, gerçekten
kaybolduğunu anladığı yer. Okurun da, dört yüz sayfanın kabasını aldıktan sonra
“tamam artık başlıyoruz” diye havaya girdiği yer. Ama hepsi bu kadar işte;
sonrasında hem okur hem de yazar, geri dönüşsüz bir şekilde kayboluyor.
Murakami bu kadarıyla yetinecek bir yazar değil. 1Q84,
standartlarının çok altında. Üstelik o kendini herkesten iyi tanıyor,
sınırlarını biliyor. Harika koşu-yazı-biyografisi What I Talk About When I Talk
About Running’de, dahi bir yazar olmadığını, dolayısıyla her gün üretip üstüne
koyması gerektiğini dürüstçe anlatıyordu. 1Q84’ten sonra tekrar göz atınca,
aynı kitapta şu satırları da buldum:
“Gençliğinde güzel ve
güçlü eserler kaleme alan bazı yazarlar, yaşları ilerlediğinde artık
yorulduklarını anlarlar. Buna ‘edebi tükenme’ diyebiliriz. Sonraki işleri yine
iyi olabilir; hatta bu tükenmişliklerinden ilham bile alabilirler; ama yaratıcı
enerjilerinin düşüşe geçtiği de aşikârdır. Bunu yaşayan bir yazarın yaratıcı
olabilmesi artık zordur. Hayal gücü ile onu besleyen fiziksel güç arasındaki
denge çökmüştür. Yazarın elinde kala kala teknik ve metotları kalmıştır. Bazı
yazarlar bu noktada canına kıyar; bazıları da sadece yazmaktan vazgeçip başka
bir yol tutturur. “
Murakami canına kıymayacak kadar mutlu bir insan; ama başka
bir yol tutturmasını da şahsen istemem. 1Q84’te büyük hayalkırıklığı yaşasam
da, öncekilerin hatrına yeni kitaplarını okurum. Hatta dönüp Zemberekkuşu’nun
Güncesi’ni tekrar okurum. Sonuçta ben buradayım sevgili yazar, sen neredesin?
Sabit Fikir, Haziran 2012
beyin egodan daha az enerjik olduğunda
Yol açtığı bütün sefaletler nedeniyle Dünya Sağlık Örgütü'nün yapılacak işler listesinin başında gelmesi gereken, dar görüş adında, özellikle sevimsiz ve cesaret kıracak denli sık rastlanan bir bela vardır. Dar görüş, beyin egodan daha az enerjik olduğunda çoğalan optik bir mantar yüzünden oluşur. Siyasete maruz kalınca karmaşık bir hal alır. İyi bir düşünce, sıradan dar görüşün filtre ve kompresörlerinden geçirilince öte taraftan ölçü ve değer açısından azalmış olarak çıkmakla kalmaz, yeni dogmatik biçimlenimiyle başlangıçta niyetlenilenin tersi etkiler üretir.
İşte bu şekilde, İsa Mesih'in sevgi dolu düşünceleri, Hıristiyanlık'ın kötülük saçan klişeleri haline gelmiştir. İşte bu nedenle, tarihteki neredeyse her devrim başarısızlığa uğramıştır: Ezilenler iktidarı ele geçirir geçirmez "devrimi korumak" için totaliter taktiklere başvurarak ezenlere dönüşürler. İşte bu nedenle, önyargının ortadan kalkmasını arzulayan azınlıklar hoşgörülerini yitirir, barış arzulayan azınlıklar militanlaşır, eşitlik arzulayan azınlıklar kendilerini üstün görmeye başlar ve özgürleşmeyi arzulayan azınlıklar saldırganlaşır (kendini baskı altında tutmanın ilk belirtisi gergin bir kıç deliğidir).
Tom Robbins / Ağaçkakan (Çeviren: Fatma Taşkent)
İşte bu şekilde, İsa Mesih'in sevgi dolu düşünceleri, Hıristiyanlık'ın kötülük saçan klişeleri haline gelmiştir. İşte bu nedenle, tarihteki neredeyse her devrim başarısızlığa uğramıştır: Ezilenler iktidarı ele geçirir geçirmez "devrimi korumak" için totaliter taktiklere başvurarak ezenlere dönüşürler. İşte bu nedenle, önyargının ortadan kalkmasını arzulayan azınlıklar hoşgörülerini yitirir, barış arzulayan azınlıklar militanlaşır, eşitlik arzulayan azınlıklar kendilerini üstün görmeye başlar ve özgürleşmeyi arzulayan azınlıklar saldırganlaşır (kendini baskı altında tutmanın ilk belirtisi gergin bir kıç deliğidir).
Tom Robbins / Ağaçkakan (Çeviren: Fatma Taşkent)
ne zamandır görüşemedik
Boris, John'a "Soğuk Savaş'tan beri görüşemedik, özledim" diyor. Sınırın Suriye tarafında duruyor. Diğer tarafta Amerikalı John. Muhalif gruplara silah sevkiyatı işini hallediyor. Diğer taraf bizim taraf.
Kuraldır; sahnede görünen silah patlar. Savaştaki kural, patlayan silahın yeniden doldurulması. Silahlar bedava değil. ABD'nin, Rusya'nın ilgisi hikâye. Kimin kazanacağı zaten belli.
Karikatür: Chappatte, International Herald Tribune
bizi savaşa kim sokacak?
Savaşa karşı çıkmak basit ve temizdir. Her zaman için doğru, namuslu seçimdir.
Onaylamam ama çok canı yanınca savaşa tutuşanı da anlarım. Çok canı yananlara yardım götürmek için savaşa kalkışanı da (bu aslında hiç yaşanmaz, araya hep başka hesaplar karışır.)
İşte o başka hesapları yapan bir üçüncü tür var. Adına neocon diyoruz. Yeni muhafazakârlar. Yeni dediğime bakmayın binlerce yıldır sahnedeler. "Çıkarımız varsa savaşalım yoksa işimize gücümüze bakalım" diyenler bunlar. Geçenlerde bahsetmiştim; Niall Ferguson'u akla getirebilirsiniz.
ABD'nin Fransa'nın İngiltere'nin politikasını her durumda bu kişiler yapar da Türkiye de neoconluk sökmezdi. Küçük ve etkisiz bir gruptu. İşler değişti. Kendilerini bir ara "muhafazakâr demokrat" diye adlandıranlar yavaştan demokratı atıp kısa yoldan yeni muhafazakârlığa geçiyor. Hükümetle siyasetle doğrudan ilgisi yok. Genel bir tavır bu. Neoconluk gelişiyor. "Bir koyalım beş alalım"cıların sayısı arttı.
Televizyonları açın bakın, çıkar hesaplarını yapanlar kim, fetih tüccarları kim, enerji hatlarından, unutulmuş topraklardan dem vuranlar kim?
Şimdiden bilin de, girersek eğer savaşa, dökülecek kanda bunların vebali var.
Onaylamam ama çok canı yanınca savaşa tutuşanı da anlarım. Çok canı yananlara yardım götürmek için savaşa kalkışanı da (bu aslında hiç yaşanmaz, araya hep başka hesaplar karışır.)
İşte o başka hesapları yapan bir üçüncü tür var. Adına neocon diyoruz. Yeni muhafazakârlar. Yeni dediğime bakmayın binlerce yıldır sahnedeler. "Çıkarımız varsa savaşalım yoksa işimize gücümüze bakalım" diyenler bunlar. Geçenlerde bahsetmiştim; Niall Ferguson'u akla getirebilirsiniz.
ABD'nin Fransa'nın İngiltere'nin politikasını her durumda bu kişiler yapar da Türkiye de neoconluk sökmezdi. Küçük ve etkisiz bir gruptu. İşler değişti. Kendilerini bir ara "muhafazakâr demokrat" diye adlandıranlar yavaştan demokratı atıp kısa yoldan yeni muhafazakârlığa geçiyor. Hükümetle siyasetle doğrudan ilgisi yok. Genel bir tavır bu. Neoconluk gelişiyor. "Bir koyalım beş alalım"cıların sayısı arttı.
Televizyonları açın bakın, çıkar hesaplarını yapanlar kim, fetih tüccarları kim, enerji hatlarından, unutulmuş topraklardan dem vuranlar kim?
Şimdiden bilin de, girersek eğer savaşa, dökülecek kanda bunların vebali var.
kıyıya vuranlar. kalamar teknesi, golf sopası, harley-davidson
Bürokratlarımız, başbakan ve başbakanın uçağındaki gazeteler Rio'da. İşin devlet kısmı, Rio+20 Zirvesi'nde gezegenin sorunlarını tartışacak, çözüm üretecek, enerji politikalarını en azından gelecek nesiller yararına düzenleyecek. Gazeteciler de zirveyle ilgili tartışma haberlerini geçecek. Kâğıt üzerinde tabii... Bildiğin tatil yapacaklar.
Biz başka bir hikâyeye bakalım. Geçen Mart, önce Fukuşima depremi / tsunami sonra nükleer santralde patlama ve sızıntının ardından Mayıs sonunda radyasyona bulanmış ton balıkları California sahillerine vurdu. Aşağıdakiler bir sene boyu o sahillerde bulunan diğer 'şeylerin' hüzünlü listesidir:
Nisan 2011: Bournemouth Incident filminde kullanılan bir malzeme. Bir deniz hayvanının kabuğuna benziyor.
Eylül 2011: 6 metrelik balıkçı teknesi.
Aralık 2011: Çocuk çorabı, diş fırçası.
Mart 2012: 45 metrelik kalamar teknesi.
Nisan 2012: Golf sopaları.
Nisan 2012: Futbol ve voleybol topu (futbol topunun sahibi bulunup iade edildi.)
Nisan 2012: Harley-Davidson marka motosiklet.
Kaynak: Time
Biz başka bir hikâyeye bakalım. Geçen Mart, önce Fukuşima depremi / tsunami sonra nükleer santralde patlama ve sızıntının ardından Mayıs sonunda radyasyona bulanmış ton balıkları California sahillerine vurdu. Aşağıdakiler bir sene boyu o sahillerde bulunan diğer 'şeylerin' hüzünlü listesidir:
Nisan 2011: Bournemouth Incident filminde kullanılan bir malzeme. Bir deniz hayvanının kabuğuna benziyor.
Eylül 2011: 6 metrelik balıkçı teknesi.
Aralık 2011: Çocuk çorabı, diş fırçası.
Mart 2012: 45 metrelik kalamar teknesi.
Nisan 2012: Golf sopaları.
Nisan 2012: Futbol ve voleybol topu (futbol topunun sahibi bulunup iade edildi.)
Nisan 2012: Harley-Davidson marka motosiklet.
Kaynak: Time
kokuşmak
Newsweek iki sene önce can çekişirken, dünyanın en fırsatçı yazarlarından biri olan Fareed Zakaria batıyor sandığı gemiden atladı ve kapağı ezeli rakip Time'a attı.
Gemi batmadı; New York entelijansiyasında dergi sihirbazı olarak tanınan Tina Brown'a emanet edildi. Brown, dergiyi yeniden yapılandırdı; bu arada Zakaria'nın rolünü de Niall Ferguson'a verdi. Derginin entelektüel yükünü artık o çekecekti. Harvard'da tarih profesörü olan Ferguson'u bizde YKY'nin yayımladığı üç kitaptan, Uygarlık, İmparatorluk ve Paranın Yükselişi'nden de tanırsınız.
Esas derdime geleyim:
Ferguson o günden bu yana gündemin en sıcak meselelerini yorumluyor. Bu hafta sıra ABD'nin Suriye'ye olası müdahalesindeydi. Uzmanlar, malum, Türkiye'de olduğu gibi Batı'da da ikiye bölünmüş durumda. Kimisi "kalk gidelim" diyor, kimisi de "bok yeme, otur."
Ferguson ikinci cephede. Makalesinde nedenlerini sıralıyor. Hem de korkunç bir açıklıkla. Bir entelektüelden herhalde daha kuvvetle nefret edemezdim. Buyurun, gerekçelerini siz de okuyun (makalenin orijinali için de buraya):
1) İnsani müdahale gereksiz (ABD açısından.) Çünkü ABD'nin artık Ortadoğu'nun petrolüne ihtiyacı yok. Ülkede bulduğu yeni doğalgaz yatakları gelecekte iş görür.
2) İnsani müdahale gereksiz. Çünkü savunma bütçesinde para yok.
3) İnsani müdahale gereksiz. Çünkü müdahale etse de ABD yeterince takdir görmüyor.
Bir de ekliyor: Çok gerekiyorsa gitsin Çin müdahale etsin, hiç değilse kendine biçtiği yeni role uygun davranmış olur.
Bu kadar açık bir yazıya az rastlanır. Bu kadar vicdansızına da. İnsanın ruhu kokuşunca böyle şeyler yazıyor işte.
Ferguson fotoğrafta Saraybosna'da bir mezarlıkta. Bir belgesel için.
kraliçenin hizmetinde (ya da değil)
James Bond II. Elizabeth'e altmış yıldır sadık. Ian Fleming kendisini 1952'de yarattığına göre, garibim başka bir devletliye de hizmet veremedi. İngiltere basınının kafakağıdı biraz daha eski olduğundan, meseleyi daha iyi hatırlıyor. Dahası kim kimdir şöyle bir görme imkânı sunuyor. İyi de bize ne demezseniz, II. Elizabeth'in 60. yılı törenine dair manşetlere buyurun:
* Kendinden başka kimseyi umursamayan Rupert Murdoch'un elinde olmasına rağmen, The Times'ı hâlâ kemik muhafazakâr orta sınıf okuyor. "Bir zamanlar buralar hep imparatorluktu" diyenlerin gazetesi. Bugünkü ön sayfasından da belli. Kraliçe önde, tebası arkada, (Londra'da hava izin verdiğince) güneşli güzel günler ufukta...
* Kiminin imparatorluk gördüğü yerde, solcu Independent (çizgisinin bizde karşılığı yoktur) kaos görmüş. Kraliçe ortada değil, tekneler gelişigüzel seyrediyor, Thames Irmağı dalgalı.
* Sol liberal Guardian her zamanki gibi kararsız... Kraliyeti hem sevmez, hem sevmediğini bağıramaz. Bir yanda cici tekneler, bir yanda heyula savaş gemisi, bir yanda hava raporu...
* Sabah Sabah Seda Sayan televizyon için neydiyse, Daily Mail de gazetecilik için o. Okur kitlesi de aynıdır. Geçiniz.
* Bizim basın bile gördü ama özgürlükçü Irish Times'ın umurunda değil kraliçe. Ön sayfaya küçücük haber yapsalar, gazeteleri o gün Belfast sokaklarına yığıp yakarlar.
* Kendinden başka kimseyi umursamayan Rupert Murdoch'un elinde olmasına rağmen, The Times'ı hâlâ kemik muhafazakâr orta sınıf okuyor. "Bir zamanlar buralar hep imparatorluktu" diyenlerin gazetesi. Bugünkü ön sayfasından da belli. Kraliçe önde, tebası arkada, (Londra'da hava izin verdiğince) güneşli güzel günler ufukta...
* Kiminin imparatorluk gördüğü yerde, solcu Independent (çizgisinin bizde karşılığı yoktur) kaos görmüş. Kraliçe ortada değil, tekneler gelişigüzel seyrediyor, Thames Irmağı dalgalı.
* Sol liberal Guardian her zamanki gibi kararsız... Kraliyeti hem sevmez, hem sevmediğini bağıramaz. Bir yanda cici tekneler, bir yanda heyula savaş gemisi, bir yanda hava raporu...
* Sabah Sabah Seda Sayan televizyon için neydiyse, Daily Mail de gazetecilik için o. Okur kitlesi de aynıdır. Geçiniz.
* Bizim basın bile gördü ama özgürlükçü Irish Times'ın umurunda değil kraliçe. Ön sayfaya küçücük haber yapsalar, gazeteleri o gün Belfast sokaklarına yığıp yakarlar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
-
Bin dereden su getirmek, deriz… Bu sözle bir işi yapmamak için oyalanmayı, olmayacak bahaneler üretmeyi anlatırız. Neden böyle söylemişiz? Z...
-
Bazı filmler kendinden başka hiçbir şeyle anlatılmıyor. O kadar yoğun oluyorlar ki ne bir kitap ne bir film ne de bir geçmiş an geliyor ...
-
Yeni yıl kararları... İki yıl evvel, Gazete Duvar için yazmıştım (O kadar olmuş mu yahu?). Burada da dursun... 1 Ocak’ta birçoklarımız yeni...
-
İ plere tutunanlar, ateş yutanlar, bıçak atanlar… Bükülenler, katlananlar, uzayanlar… Elastikler, devler, oransızlar… Tuhaflıklar bitiyor di...
-
Sadece çocuklar gözlüklerini dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi düzeltir. Minik burnun üzerinde kaşıntı. Kulaklarda beklenmedik bir ağ...
-
13-14 yıl evvel ‘İki Kral’ isimli kısa bir öykü yazdım. Sonra da onu kaybettim. Tüm arşivlerime, hard disklerime, oraya buraya baktım ama bu...