gazetecilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gazetecilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

gazetecilikte ilerlemenin beş adımı

10 yıl önceki notlarımı karıştırırken buldum. Beş madde diye not almışım ama dört madde yazmışım. Yanlışlık mı yaptım acaba yoksa beşinciyi bulamadım mı? Belki de beşinciyi o an için boş bırakayım demişimdir.


Tam olarak şunları sıralamışım:


Çetin Altan’la konuşun. 


Taşrada bir devlet görevlisini ismini kullanmaya ikna edin. 


Büyük bir gazetenin genel yayın yönetmeninden haberiniz için görüş alın.


Haberinizi silip yarı uzunlukta yazın.


***


Bunları kendim yaptığım için rahat rahat, biraz da şımararak yazmışım tabii. Gerçi ikinciden emin değilim. Bir ağır ceza reisini ikna ettim diye hayal meyal hatırlıyorum. 


Çetin Altan’la konuşmak çok hoş bir tecrübeydi ama görüş almak zordu; çünkü sizi savururdu. 


Gazete gyy’leri kıdemsiz muhabirleri tabii ki sallardı. 


Sonuncusu sahiden zordur. Kısa yazmak kendi başına bir kademedir. 


***

Beşinci madde için yeni bir post yazacağım. Bakalım…

seneca neden gazeteciliğe hasretti?

 


Son dönemlerde Seneca’nın ‘Mutlu Yaşam Üzerine’sini birkaç defa okudum. Kısacık bir kitap zaten, 40 sayfalık. Belki daha uzundu. Kırkıncı sayfadan sonrası kaybolmuş. Kimbilir belki bu kırk sayfa sadece girişiydi. Zaten bu dert tüm ‘antik’ yazarların başında (sanki onlar bununla tasalanıyorlarmış gibi yapayım hadi); çoğunun eserleri kayıp. En feci durumdaki de Epicurus yani bizim Epikür. Aşağı yukarı 300’den fazla kitap yazdığı söylenir ama geriye hepi topu birkaç yazı, birkaç da hatıra kalmış. Geride kalanlar koca bir felsefi düşünceyi oradan toparlamışlar. Bu aktarma sırasında neler eksildi acaba o düşünceden? Ya da neler eklendi! Bir gün dünyanın unuttuğu bir kütüphanenin gizli mi gizli arşivinden üç yüz cilt kitap çıkmazsa hiç bilemeyeceğiz. 


Antik Yunan’dan Roma dünyasına bir uzanalım şimdi; yani dönelim Seneca’ya. Başka klasik yazarlarda da benzer bir hal var ama bilhassa onun yazdıklarını okurken hep aynı hisle doluyorum. His şu: Seneca, fena halde gazetecilik özlemi çekiyor. Şöyle düşünüp durduğunu hayal ediyorum: Gazetecilik diye bir müessese olsa da bir gazeteci gelse de benimle uzun bir sohbet yapsa da bunu bir söyleşi olarak yayımlasa da… Bana hakkımda atıp tutanları sorsa, çelişkilerimi sorsa, hedeflerimi sorsa… Belli ki kafasında bunları çevirmiş Cordobalı düşünür. 


Ama bir gazeteci bulamayınca, hepsini kendi uydurmak zorunda kalmış. Hayali birisi ona hayali sorular soruyor, eleştirileri aktarıyor, kendi hatalarını gösteriyor. Seneca da arada kızıp köpürerek, bazen de sakin sakin cevap veriyor… Bazen isimler veriyor, tarihler düşüyor. Bundan da kitaplar çıkarıyor. Hiç fena değil. 


İlginç olan iyi bir röportajcının ortaya çıkması için aradan on sekiz asrın daha geçmesi… Gazetecilik işte böyle yavaş işleyen bir süreç; ihtiyaç olduğunda bulması bazen biraz zor! 


bir sosyal medya gazetesi kurulur mu?

Herkesin kafası farklı çalışır. Yazarken de okurken de. Şunu artık anladım; internet sitelerinden ya da sosyal medyadan haber okumak bana çok yaramıyor. Zihnimi alıştığım gibi çalıştırmıyor. Bana gazete lazım. Maalesef alıp okuyacak çok fazla örnek de kalmadı artık.

Her neyse, bir süredir Gazete Pencere okuyorum. İyi de geldi doğrusu. Düzgün bir alternatif. Tavsiye ederim.

Bir dileğim var. Hayata geçebilecek bir dilek mi bilemem ama yine de var. Sosyal medyadan yıldım ama iş icabı, ‘nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsa’, memleketi, hayatı takip etmem lazım. Sadece iş değil, merak da var. Sevdiğim, saydığım insanların düşündüklerini, paylaştıklarını görmek istiyorum ama Twitter’da, Instagram’da, keçiboynuzu misali, azıcık lezzet için bin türlü hoyratlığa, densizliğe, gereksizliğe de katlanmak artık zor geliyor. 

Talebime dönersek… Merak ettiğim hesaplardan günün düzgün, komik, ilginç vs paylaşımlarını ‘bir gazete formatında’ (evet, önemli kısmı burası; gazete formatında) okumak isterdim. İyi, kafama göre bir kürasyon yani. Tamam, yüzde yüz kafama göre olmasa da olur; keşiflere de açık kalsın… 

Kısacası, sosyal medyaya girmeden, sosyal medyanın ilgilendiğim taraflarını bir gazete formatında görmek istiyorum. Evet.

Sanırım zamanın ruhuna epey aykırı, biraz naftalin kokan bir şey yazdım. Dilekçeyle ya da telgrafla da başvursam olurmuş. 

Ne yapayım, böyle. 

gazeteciye vurmak

Yaklaşık 20 yıldır gazetecilik mesleğinin içindeyim. Bir-iki mütevazı yayın hariç, hep anaakım medyada çalıştım. Büyük yayın gruplarının hemen hepsinde bulundum. İki sene öncesine dek de Hürriyet’teydim. Sevenin de nefret edenin de kullandığı tabirle ‘Amiral Gemisi’nde. 

Mesele şu ki, bu 20 yirmi yıla yaklaşan süre zarfında, çalıştığım yayının kapanacağı ya da tenkisata gidileceği dedikodusunu duymadığım neredeyse hiçbir gün olmadı. Neredeyse diyorum, çünkü Newsweek Türkiye dergisinin ilk iki-üç ayında, dergi yepyeni olduğu için bu dedikoduyu duymamıştık (Ama hazırlık süreci uzadığı için dergi çıkmayacak mı acaba diye kuşkulandığımız oldu; yani yine bir şekilde dedikodu kazanı kaynadı). 

Bilmem belirtmek gerekir mi: Bu 20 yıl boyunca, çalıştığım yayınların hepsi ya kapandı ya da İnsan Kaynakları’nın tenkisat operasyonuna maruz kaldı. İnsanlar bazen tek tek atıldı işten; bazen üçer-beşer. Bazen de Hürriyet Gazetesi’nde birçoğu can dostum olan eski çalışma arkadaşlarımın yaşadığı gibi kırk-elli kişi birden…   

Bu tenkisatlar, kovulmalar, kapanmalar benim çalıştığım yerde olmadıysa, arkadaşlarımın gazetelerinde, dergilerinde yaşandı. Birdenbire işsiz, ekmeksiz, plansız, yörüngesiz kaldılar. Defalarca. 

İşte böyle. Türkiye’de gazeteci milletinin çoğu her gün böyle yaşıyor. Gelecek yıl bile değil, “gelecek ay işime gidebilecek miyim, bir işim olacak mı” diyerek. İşine gidebilse bile, bu stresle boğuşarak.   

Ev kirası, mortgage, çocuğun okul masrafı… Uğraşılan bir hastalık varsa, hastane masrafları. O bu şu… Herkesin başındaki gündelik gaile. Bildiğiniz şeyler…

Şu son Hürriyet olayında bu kadar kişi işinden olmuşken, sosyal medyada atıp tutanların pervasızlığı çok dokundu bana. Her zaman yazılıyor gerçi ama bu defa, belki çok fazla arkadaşım aynı anda işsiz kaldığı için biraz daha canımı sıktı. Sinirlendirdi. 

Ne onur bıraktılar ne şeref… Zaten orada çalışılır mıymış, kalemler satılır mıymış falan… 

İki şey var. Birincisi, bunları yazanlar, gazetecilerin tümünü belli ki köşe yazarı zannediyor. İşini on numara araştırıp getiren, Adliye’de, sokakta sabahlayan, kelle koltukta savaş bölgelerine girip çıkan muhabirin, o yazıyı işleyen editörün, sayfa sekreterinin, grafikerin gazetenin yayın politikasında birebir etkili olduğunu düşünüyor.

Bir de omurgalı duruş adına istifa etmenin tek çıkar yol olduğunu söyleyenler… Onlara sormak isterim. Peki ne olacak, mesela 10, 20, 30 yıl boyunca çalışmış, her gün yarın olmayabilir diye korka korka işe giden gazeteci, hayatının tek güvencesi olan tazminatını yaksın mı? Sigortasını bıraksın mı? Hadi yaptı diyelim, sonra ne yapsın; nereye gitsin, nerede çalışsın? Çocuklarına nasıl baksın? Kirasını nasıl ödesin? Mesela Hürriyet’ten istifa eden biri bugün nerede çalışabilir? Ya da Cumhuriyet’ten? Bu kutuplaşmış medyada kaç kapı var? Hem bu kadar işsiz gazeteci varken. Hem gazetecilikten başka iş bilmezken? Yani bu insanların çalışacak başka bir yer olmadığını bile bile kendilerini işsizliğe mahkum etmelerini gerçekten talep ediyor musunuz? Siz tazminatı, sigortayı bir lüks mü zannediyorsunuz? Herkesin değil elbette ama birçok gazetecinin "Keşke beni kovsalar da tazminatım yanmadan şuradan ayrılabilsem" dediğinden haberdar mısınız? Türkiye’deki basın ortamında kovulanların çoğunun bile hak ettiği tazminatı alabilmek için yıllarca mahkeme mahkeme dolaştığını biliyor musunuz? 

Peki o sövdüğünüz insanların yaptığı haberleri okudunuz mu gerçekten? “Yıllardır okumuyorum o gazeteleri” diye böbürleniyorsunuz da… Okumadan eleştirmek sığıyor mu hukuka?

Gazetecilik eleştirilebilir; hiçbir şey eleştiriden muaf değildir. Emek hariç. Bir insanın döktüğü alın terini kıymetsizleştirmeye çalışan insanın da benim gözümde pek değeri yoktur. Bir gazetecinin emeğinin karşılığını almaya çalışmasını, emeğin zayi olmasına göz yummamasını ayıplayanlar da aynı şekilde. Sosyal medyada gek gek konuşmak bir hayatı düzgün yaşamak anlamına gelmiyor. 

Ama gazeteciler emek konusunda bir şeyle suçlanabilir. Suçlanmalıdırlar da. Basının sendikasızlaştırılmasına ses çıkarmadıkları için suçlanmalılar evvela. Bunların bazıları, bazı meslek büyüklerimiz diyelim, bu meseleye önayak oldukları için… Çaylak gazetecinin de duayenin de korka korka işe gitmelerini önlemedikleri için.

Başımıza ne geliyorsa, örgütsüzlükten geliyor çünkü. 

PS: Son tenkisatta gidenlerin çoğunun (belki hepsinin, emin değilim) sendikalı olduğunu biliyor musunuz peki? 

kesin öyledir çünkü biz öyle diyoruz


İki gazeteci bir araya gelir (belki üç ya da daha fazla da olabilir). Birisi, diğerlerine “Şu adamı gözüm bir yerden ısırıyor” der. Ötekiler onaylar; hakikaten birilerine benziyor gibidir ama kime?

Nihayet bulurlar… Gezi sırasında polislere kitap okuyan çocuk değil mi o? Hani bir de röportajı çıkmıştı. Şimdi Ankara’da terör eyleminde yakınını kaybeden bu adam da mı o yoksa? Böyle feryat ettiğine, hükümeti böyle suçladığına göre kesin provokatör olmalı!!! Tabii canım, başka türlü olabilir mi? Kesin öyledir!

Kesin öyledir. Çünkü biz öyle diyoruz. Çünkü benzerlik var. Daha ne olsun? O da hükümete karşı, bu da. Demek ki…

Elbette böyle bir durum yaşanabilir de… Bir adam her yerde ortaya çıkıyordur… Tuhaftır… Gazetecilik bu, şüphelenmeden olmaz. Ama azıcık soruşturmak gerekir (çok çok azıcık soru bile yetiyor bu örnekte yanlışlamak için, gerçi niyet önemli burada!).

***

Bu ülkenin koca koca gazetelerinin internet siteleri bu haberi yaptı. GazeteciMehmet Atakan Foça, internet sitesinde konuyu detaylarıyla anlatıyor (16’ıncımaddeye bakınız). Foça, haberin neden yanlış olduğunu, o kişilerin neden aynı olmadığını çok basit bir şekilde gösteriyor.

***

“Yanlış” dedim ama yanlış bile değil uydurma bir haber bu.

Bana esas sıkıntı veren, bu haberin uydurulma şekli. Hiç bu kadar pespaye, bu kadar kafadan atma, bu kadar artık insanı aptal yerine koyan bir habercilik tarzı görmemiştim. “Benziyor; o halde odur!” Bu mudur gerçekten? “Yahu bu haberi insan okuyacak” demiyor mu kimse?

Demiyor… Tuhaftır, rağbet de görüyor haber. İnsanlar böyle bir sakız buldu mu, cek cek çiğnemekten kendilerini alamıyor. Ayıp mı günah mı yazık mı kimsenin umurunda değil.


Peki bu acıları yaşayan insanları incitmekten hiç mi korkmuyor bu insanlar? Haberi yazanlar, yayanlar, hak verenler…

Habere konu olan feryat figan sözler neden gücüne gidiyor kendine gazeteci diyen bu kişilerin? Bunu artık sormuyoruz bile…

Ama ayıptır artık. Bu kadar düşürmeyin çıtayı! Ya da bari çıta kalsın ortada. İleride lazım olacak.

Not: Gazeteci Foça’nın sitesi, özellikle sosyal medyada darmadağın olan ‘doğru’ya ulaşma yolundaki nadir çabalardan biri. Ankara’daki terör eyleminden sonraki bilgi kirliliği için ayrıca okunmalı.  

elimizde iyi bir hikâye varsa...


İstiyordum ama ne yalan söyleyeyim ‘The Revenant’ varken çok da ihtimal vermiyordum. ‘Spotlight’ın Oscar’ı gerçekten sürpriz oldu. Güzel oldu. 

Bu filml hatırladığımda, Boston Globe’daki ilk gününde Pulitzerlik haberi yakalayan Martin Baron’dan röportaj talebim üzerine aldığım e-maili unutmayacağım. Şu an Washington Post’un yayın yönetmenliğini sürdüren Baron, zarif bir notla yolladığı e-mailinde filmin düşünce özgürlüğünün sıkıntıda olduğu Türkiye’de de ses getirmesinden mutluluk duyduğunu söylüyordu. Sanırım sorularımı yanıtlamayı da bu yüzden kabul etti. 
Bu röportajlar için çalışırken en çok Baron’dan etkilendim zaten. Esquire Dergisi’nin, hakkında “Gelmiş geçmiş en iyi yayın yönetmeni o mu” başlığıyla bir makale yayımladığı bir adam bu. Söz konusu makaleyi okuyup da etkilememek mümkün değil (Buradan ulaşabilirsiniz).

Örneğin kariyerinin erken döneminde Los Angeles Times’da ona bağlı çalışan bir muhabir, “Onun beni ciddi bir gazeteci olarak görmesini isterdim, tıpkı kendisi gibi. Beni bu işte daha iyi yaptı. O, sizin daha iyi olmak istemenizi sağlıyor” demiş.

Zor beğenen, çok çalışan ve çok talepkâr bir yönetmenmiş Baron. O da kendisini “İnsanların beni sevmesi gerekmez, saygı duyması yeter” diye klişe bir cümleyle tanımlıyor.

Makalede daha çok ayrıntı var da, klişe mlişe, şu ‘saygı’ meselesinin üzerinde az duralım… Önemli çünkü. 

Ve çünkü bizdeki temel mesele esasen bu. Devletin başındaki zevatın da sıradan okurun da meselesi… Gazetecinin yaptığı işe saygı duymuyorlar. Daha açığı, dilim varmıyor ama, gazetecilik faaliyetinin kendisine saygı duymuyorlar. 

Spotlight röportajlarını Hürriyet’in internet sitesinde okuyan bir okur şöyle bir yorum bırakmış mesela: “Sorun şu WP [Washington Post] зalışanlarına , acaba , ABD devletinin devlet sırlarını, uluslarası prestijini sarsacak haberler yapabiliyorlar mıymış? Yoksa hadlerini ve sınırlarını bilip ve o ince çizgiyi koruyorlar mıymış?” (İmla okurun elbette). 

Sormaya gerek yok, söyleyeyim ben. Yapıyorlar. Kamunun çıkarı olduğuna inandıklarında yapıyorlar. Amerikan basın tarihinde en üst düzey devlet sırrı ifşa eden gazete Washington Post. Hatırlayın, ülkenin istihbarat teşkilâtı NSA’in dosyalarını Edward Snowden vasıtasıyla faş etmişti gazete. Tahmin edersiniz, gazetenin o dönemki yayın yönetmeni de Martin Baron’du… Washington’da işe henüz başlamıştı ki, dosya önüne geldi. Tereddüt etmedi. (Not: İngiltere'de The Guardian'la beraber yayımladılar). 

Snowden’dan aldığı NSA dosyalarını yayımlatmak için kapı kapı dolaşan gazeteci Barton Gellman, konuyu nihayet Washington Post’un taze yayın yönetmenine götürdüğü günü şöyle hatırlıyor: “Ben biraz casus gibiydim. Çok gizli bilgilere erişimi olan hassas bir kaynağım olduğunu ve onunla bir haber patlabileceğimizi söyledim. Post’un bugüne dek uğraştığı işlerdeki gizlilik seviyesini kat kat aşacaktı bu mevzu. Bu yüzden hukuki koruma istedim, güvenliğimin sağlanmasını da. Sonra bir an ne dediğimin farkına vardım; sesim delirmişim gibi geldi kulağıma. Ama Martin de bana bakıp tek bir şey söyledi: “Uyar!”

Uydu hakikaten de. Bir Pulitzer de bu haberden geldi, not edelim.

Türkiye'de böyle bir şey yapılsa çıkacak gümbürtüyü bir düşünün. Vatan hainliği, casus vs. suçlamalarının nasıl sakız gibi çiğneneceğini...  

Bu da Baron’un konu hakkında ne düşündüğü: “Yaptığımız işe gerçekten inanıyorum. Elimizde iyi bir hikâye varsa, engelleri, baskıyı şunu bunu düşünmeden sonuna kadar gitme yükümlülüğümüz var.”


Durum bundan ibaret. Saygı duyulsa da duyulmasa da. 

En üstteki fotoğraftaki Martin Baron, hemen üsttekiyse Spotlight'ın gazete ve film ekibinin kaynaşmış hali. 

bizi gazetecilik kurtarır


İyi insanlardan iyi gazeteci oluyor… Demek isterdim ama alakası yok! 

Ama istisnası var… Örneğin dünyanın öbür ucunda yaşayan, bir zamanlar The Boston Globe’un araştırmacı gazeteciliğin yüz aklarından Spotlight ekibini oluşturan gazeteciler gibi. 2001’de yaptıkları araştırma, koca şehrin örtbas ettiği taciz vakalarını su yüzüne çıkartmış, mağdurların acısını biraz olsun dindirmişti. Bu vakalar üstelik Kilise’de yaşanmıştı. Tacizciler de rahiplerdi. Zor iş böylesi bir vakayla uğraşmak. 

Bu cesur araştırma ‘Spotlight’ filminin de konusu oldu (Daha önce şurada yazmıştım). Bu satırlar yazıldıktan birkaç saat sonra dağıtılacak Oscar ödüllerinin güçlü bir adayı Spotlight. Umarım “En İyi Film Oscar’ı onun olur da daha fazla seyirciye ulaşabilir. 

Gelelim iyi insanlara… Onlar filme konu olan gerçek gazeteciler. Mesleğimizin saygın üyeleri. Bugünkü Hürriyet Pazar’da efsane ekibin üçüyle konuştum (Röportaja şuradan ulaşabilirsiniz). Bir zamanlar Spotlight’ın şefi olan (Michael Keaton’un canlandırdığı) Walter V. Robinson hâlâ gazetede ama artık serbest editör. Rachel McAdams’ın oynadığı Sacha Pfeiffer artık Spotlight’ta muhabir değil, Boston Globe’un köşe yazarları arasında. Martin Baron, Boston Globe’a Miami Herald’ı bir buçuk yıl yönettikten ve bu kısacık sürede gazeteye Pulitzer kazandırdıktan sonra gelen; Globe’daki daha ilk toplantısında da Pulitzerlik konuyu yakalayan o efsane genel yayın yönetmeni, artık Washington Post’un başında… Onlarla konuştum… Çok yoğun takvimlerinde zaman ayırdılar, seslerinin Türkiye’ye de yansıması için özen gösterdiler. 

 “İyi insanlar” diyorum, çünkü bu haberi bırakmak için çok sebepleri vardı, bırakmadılar. Onlara güvenenlerin yüzünü kara çıkarmak istemediler. Meslektaşlarının onlar için neler dediğini çok yerde okudum; basmakalıp sözlerle övülen insanlardan değiller, akla güzel bir anı eşliğinde gelen insanlardan… Bu fark da yeter zaten iyiliği anlatmaya. 

Bu gece kalbim onlarla. İlham veren ve "Bizi gazetecilik kurtarır" diyen, bu işi hakkını veremesem de neden yaptığımı hatırlatan o iyi insanlarla… 


***

Şu da kısa bir alıntı: 

(...) Pulitzer alan efsane ekibin başındaki Walter V. Robinson’a (kendisini Michael Keaton oynuyor) yaptığı işi beyazperdede görünce ne hissettiğini soruyorum; “Çok tuhaf geldi” diyor. “Gazeteciler ışığı başkasına tutar normalde, ışığın altında durmazlar! Ama hepimiz sonuçtan çok memnun kaldık. Bunun nihayetinde bir film olduğunu akıldan çıkarmamalı ama bu film o günlerde Globe’da neler yaşandığını doğrulara sadık kalarak anlatıyor. Bizi parlatmaya çalışmıyor, süreci gösteriyor. Araştırmaya nasıl başladık, nasıl ilerledik, aramızda neler geçti... Hepsi baştan sona böyle yaşandı.”

şehrin içinde pırıl pırıl bir gazete

Meslek hastalığı belki, gazetecilik üzerine bir filmi beğenmeye zaten hazırım da, Boston Globe’daki bir avuç gazetecinin hikâyesini anlatan bu Spotlight’ı beğenmemek mümkün değildi. 

Biraz kafa dağıtmak için gittik bugün filme, kafa dağıtmak ne kelime, bütün dikkatimizi iki saatliğine bir başka dünyaya ödünç verdik, geri almak da epey zor oldu. Bütün oyuncularının böylesi kusursuz oynadığı bir film, herhalde sinema tarihinde de pek azdır. 

Seyretmeyenler vardır, konusuna girmeyeyim -sonra belki daha uzun yazarım- ama şu kadarı önemli: Konu gerçek. Gazetecilik faaliyeti gerçek. Hayatlar gerçek… 
Bugünün gazetecilik ortamında (ya da ortamsızlığında diyelim) Spotlight’taki gibi bir gazeteci grubunun, bir konuyu böyle yakalayıp üzerine gitmesi, sonuç alması, üstelik gerçekten de dertlere deva olması ilham veriyor. Yaralı parmağa işemişler. 

İlham sadece bizim için değil üstelik. Üzerine ölü toprağı serpilmiş Boston Globe gazetesinin bile gerçek bir gazetecilik faaliyetiyle nasıl hayata tutunduğunu görmek güzeldi. 

Filmde çok zekice bulduğum bir unsur, Boston Globe binasını gösteren dış çekimlerdi. Gazetecilerin araştırması ilerledikçe, bina, şehir içindeki silik, önemsiz bir yer olmaktan çıktı; nihayet şehre hâkim, gecenin içinde pırıl pırıl parlayan bir yapıya dönüştü. Bir tür fenere… 


Sonrası Pulitzer zaten… 

En üstteki illüstrasyon R. Kikuo Johnson.

bir gazete hikâyesi: bu çocuklar bu oyuncakla nasıl oynayacak?


MIT Technology Review'un genel yayın müdürü Jason Pontin, Washington Post'un Amazon'un sahibi Jeff Bezos'a satılmasının ardından, Romalı ünlü general/politikacı Crassus'un bir sözünü hatırlattı: Bir orduya sahip olmayan hiç kimse kendini zengin saymasın.

Bugünün ordusu gazete (genişletip medya da diyebiliriz.) Yirminci yüzyılın başından beri durum aynı. Tek fark, bir orduya sahip olan insanların değişmesi. Bu yüzyıl kendi zenginlerini yarattı ve şimdi onlar kendine birer ordu arıyor.

Eski dönemin gazeteleri, çok değil bir on yıl evvel, yeni medyanın potansiyeline uyansalardı, her şey çok farklı da gelişebilirdi. Ama New York ve Washington merkezli medya, kıtanın diğer tarafındaki Silikon Vadisi'nin çok uzağına düştü. Fikri mesafeleri daha da uzak. Kuşaklar boyu kültürel kodları belirleyen, bir ülkenin, dünyanın entelektüel derinliğine katkı sunan, hatta [yine dünyada] hükümetler kurup düşüren koca koca gazeteler, dünkü çocukların oyuncağı konumunda.

Bu çocuklar bu oyuncakla nasıl oynayacak? Kimsenin bir fikri yok.

Öyle ki, Bezos bile renk vermiyor. Sözgelimi, Post çalışanlarına yazdığı mektupta, mealen "çok güzel çalışıyorsunuz, zaten ben de pek karışmam, aynen devam" diyor.

Tahminler muhtelif: Gazeteyi sağa ya da sola çekebilir, belki fazla liberal bir çizgiye getirebilir. Amazon'un dünya hakimiyetini pekiştirmekte kullanabilir. Her şey mümkün.

İşte bu belirsizlik de günün gerçeği. Global ölçekte, modern zenginin ideolojik bir bagajı yok. Üstelik devlet politikalarına -kendi iş planlarına değmiyorsa- ilgi de duymuyor. Belki şaka maka modernizme dönüyoruz, hatta Bezos gibiler, şimdi servetlerinin yüzde biriyle satın aldıkları bu anlı şanlı gazeteleri ilk kuran zenginlere de benziyor denebilir. Dünyada kendilerinin de rol aldığı yeni bir sistem kuruluyor, paraları çok ve geleceğe bir isim bırakmak istiyorlar. Bir ismi sürekli tekrarlamak için her gün çıkan bir gazeteden iyisi var mı?

Bir soru daha. Sahibi bir yana, bugün bir gazete klasik anlamda iyi bir gazete olabilir mi? Halen ve her şeye rağmen? Bezos mektubunda, Washington Post'un eski sahibi Graham ailesinden ilhamla şöyle diyor: "Yola onların sergilediği iki tür cesarete sahip çıkarak devam etmek isterim. İlki bekleyebilme cesareti. Yavaşlayıp, başka bir kaynağa ulaşabilme... Sonuçta gerçek insanların itibarı, geçimi ve aileleri söz konusu. İkincisi ise hikâyeyi takip edebilme cesareti. Maliyeti ne olursa olsun."

Şu maddeler işleyebiliyorsa zaten sorun yok. Gazetenin sahibi ister yeni dünya düzeninden gelsin, ister uzaydan.

O sırada Türkiye'de... Gazetelerin başına, yeni işleri hakkında en ufak bir fikirleri olmadığı gibi, o fikri üretmeye gayret de etmeyen yeni tüccar/müteahhit sınıfı geçiyor. Burada iktidara yakın olmak yeterli. Sonuçta, hükümetin bir bakanının "konumumuz gereği mucit çıkaramayız, ara eleman yetiştirelim" diyebildiği bir ülkedeyiz. Fikir gelecek de, Amazon kurulacak da, servet birikecek de... Ohooo...

Bu kafayla, gazete okuyabiliyorsak yine iyi.

Fotoğraftakiler, Bob Woodward (sağda) ve Carl Bernstein. Washington Post'un Watergate'i ortaya çıkararak Pulitzer kazanan gazetecileri. 

beni bu tatlı sözlerle kandıramazsın



Milli İstihbarat Ajansı yöneticisi yalan söylüyor. Siber Komuta Merkezi yöneticisi yalan söylüyor. Başkan yalan söylüyor.

Senato'ya yalan söylüyorlar. Gazetecilere yalan söylüyorlar. Vatandaşlara yalan söylüyorlar. Fark etmiyor. Vatandaşları hakkında bilgi toplamadıklarını ya az az topladıklarını, gerekmedikçe bu işe girmediklerini, bazen de sadece 'kötü adamlar' hakkında malumat derdine düştüklerini anlatıyorlar. Yalan.

Devlet sıkıştığında yalan söyler. Rutini bu, şaşırmaya gerek yok.

Benim ilgi duyduğum kâr amacı gütmeyen, bağımsız, araştırmacı gazetecilik kuruluşu ProPublica'nın basit taktiği. Söz söyleyenleri art arda sıralamış, yalanları işaret etmiş, ardından da gerçekleri yazmış. Beşer onar saniyelik görüntüler, üç beş cümle yazı. Sonra da daha fazlasını bilmek isteyen okuru/seyirciyi linke yolluyor (ki daha da okumak isteği bu noktada karşı konulmaz bir hâl alıyor.)

Hepsi bu kadar. En ağır, en teknik, en sıkıcı dosyaları yazan bir kuruluştan basit bir çözüm. Cesur olduktan sonra, uygulaması da hiç zor değil.

PS: Bir umudum devletin bulabildiği her bilgi kırıntısını toplaması. Toplasın, yedeklesin, biriktirsin bir kenarda. İşlenemeyecek kadar çoğalsın bilgiler. Ben gereğinden fazla bilgi topladığımda, haberi yazamıyorum.

  

ombudsman kovmak

Aklım almıyor halen. Bir gazete, kendisini eleştirdiği için ombudsmanını nasıl kovabilir? Bu nasıl bir cürettir?

Sabah'ın Yavuz Baydar'ı kovmasının sonuçları olacak. Unutulup gitmesin, bu, memleketin basın tarihine geçecek kadar büyük bir mesele. Nitekim uluslararası medyada da yankılar üretmeye başladı.

Cengiz Çandar, Radikal'deki dünkü yazısında şahsen tanıdığı bir gazetecinin, Guardian'ı geçmişte 20 yıl boyunca yönetmiş Peter Preston'un (Uluslararası Basın Enstitüsü'ne başkanlık etmişliği de var) bu konuya dair yorumlarına yer verdi. İnsan okuyunca üzülüyor.


"(...) Başbakan'a hayranlık duyan büyük bir Türk sanayicisiniz. Nitekim, onun damadını CEO'nuz yapmışsınız. Ve aynı zamanda İstanbul'da yayımlanan bir büyük gazetenin sahibi olmuşsunuz ve ciddiye alınmak istediğiniz için ülkenin en saygın gazetecilerinden birini ombudsmanınız yapmışsınız." 


O, editoryal özgürlük için, sizin dışa dönük ve görünür garantörünüz. Ama bir süre sonra, çok sayıda hayal kırıklığının ardından, New York Times'a bir makale yazıyor ve 'hükümetler ile medya şirketleri arasındaki kirli ittifaklar ve perde arkasındaki verdiğinden ve onların adam kayırmacılık ve iktidarın kötüye kullanılmasını irdelemelerini önlediğinden..' söz ediyor. 


Bundan sonra ne oluyor? Gazeteniz Sabah'ın genel yayın yönetmeni, ombudsmanı Yavuz Baydar'ı çağırıyor ve işten atıyor. Özgürlük oraya kadar. Ve eğer aramızda Başbakan Erdoğan'ı üzerlerindeki gizli baskıdan ötürü protesto eden Türk muhabirler ve yayın yönetmenlerinin abarttıklarını düşünen varsa, buna kuşku bırakmayacak durum ortaya çıkmış oldu. İddia kanıtlandı. Bu, ikinci-sınıf bir baskı bile değildir. Sadece aptallıktır (...) " 




en havalı gazeteciler

Taze papa Francis, bir Alitalia jetinde Brezilya'dan Vatikan'a beraberinde uçan gazetecilere sağlam sürpriz yaptı. Uçak Atlantik'in üzerinde seyrederken, yanlarına gitti ve tam 80 dakika (Vatikan ölçülerinde rekor) muhabbet etti. Üstelik Katolik dünyası için epey reformist sayılan o meşhur demeci de verdi: Bir insan gay'se ve Tanrı'yı arıyorsa, ben kimim ki onu yargılayayım.

Uçaktaki gazeteciler için pastadaki çilek tam da budur. Brezilya dönüşü umulmadık bir bonus... Guardian gazetesi de halden vazife çıkarmış; bu sürpriz uzunluktaki buluşmanın ardından, medyanın en 'havalı' işinin, yani devlet büyükleriyle uçakta söyleşmenin nasıl başladığına göz atmış.

Haberden öğrendiğimize göre, her şey zaten bir sürprizin sonucu. 'Making of the President' kitap serisinin efsane yazarı, gazeteci Theodore White, 1960'daki Wisconsin ön seçimlerinde kimsenin başarı göstereceğine ihtimal vermediği Kennedy'e eşlik etmek zorunda kalmış ve olaylar gelişmiş... İstikbaldeki başkanla havada saatlerce bir başına seyahat eden White, ilk kitap için gerekli malzemeyi böyle toplamış (İlginçtir, Temmuz başında ölen ünlü Beyaz Saray muhabiri Helen Thomas da zamanının 'esaslı' gazetecileri hep favori Nixon'un çevresinde dört döndüğü için Kennedy'e eşlik etmek zorunda kalmış, kariyeri de onun başkanlığa ulaşmasıyla sıçramıştı.)

Bugünkü durumu biliyorsunuz. Uçakta olmak bizde genel yayın müdürü düzeyinde bir sıkıntı. Biz fani gazeteciler endişe etmiyoruz ama onların uykularının "acaba başbakan, cumhurbaşkanı vs. Çin'e uçarken beni de davet eder mi" diye kaçtığı vakidir. Hele bugünlerde... Uçakta söyleneceklerin haber değeri pek yok da, devlet büyükleri medyaya nizamı bu davetlerle veriyor. Bir gazetenin temsilcisi uçağa alınmıyorsa, mesaj verilmiş oluyor. Neyse, karışık işler, girip de tadımızı bozmayalım.

Dönelim Guardian'ın haberine. Yazar, devlet adamlarıyla bindiği uçaklarda dönen geyiği de (hep haber haber, nereye kadar tabii) ufaktan anlatmış. Bir tanesi çok iyi. Zamanında BBC'nin siyaset muhabirliğini yürüten, son zamanlarda da ünlü televizyon şovu Strictly Come Dancing'le tanınan John Sergeant'tan gelsin... Gazetecilere, Başbakan John Major'un birazdan aralarına katılacağı anons edilince, Sergeant'ın "film bitene kadar bekleyemez mi" dediği söyleniyor.

Gerçekten dediyse, kalbimi kazandı.

Yukarıdaki fotoğraf, Cumhurbaşkanı Gül'ün ABD gezisinden. Sene 2008. Kareye girenler soldan sağa: Milliyet Genel Yayın Müdürü Sedat Ergin, Vatan Genel Yayın Müdürü Tayfun Devecioğlu, Star Genel Yayın Müdürü Mustafa Karaalioğlu, Zaman Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı, Sabah Genel Yayın Müdürü Ergun Babahan ve Hürriyet Ankara Temsilcisi Enis Berberoğlu. Medyada tablonun beş senede ne kadar değiştiğini buradan anlayın. Fotoğrafı da cumhurbaşkanlığı danışmanlığını halen yürütmekte olan Ahmet Sever çekmiş. 

Aşağıdaki fotoğraf Papa'nın uçağından 

Guardian'ın haberi için buraya


dinle sayın başkan


Varlığı, gazeteci veya değil, hepimiz için ilhamdı, ilham olmaya devam edecek. Efsane Beyaz Saray muhabiri Helen Thomas 92 yaşında öldü. Üç yıl evveline kadar görevine devam ediyor ve Amerikan başkanlarına muhatap oldukları en sert soruları yöneltiyordu.

Öyle böyle değil, başkanların kursaklarında daimi bir kılçık olarak kalana dek bir gazetecinin gidebileceği en zor yollardan yürüdü. Elbette kadın olduğundan. Popüler bir karşılaştırma için şöyle diyeyim: Mad Men'deki kadın reklamcıların yaşadığı sıkıntıları düşünün ve misliyle çarpın. Kariyerinin ilk on iki yılı boyunca, sabah beş buçukta iş başı yaptırılıp, radyolar için kadınlara yönelik basın bülteni yazmaya zorlanan birinden bahsediyoruz.  

Devamı bir ömür... Kariyerinin sonunda geldiği noktada, Beyaz Saray toplantılarının sadece ona mahsus, sırtında adını taşıyan ön sıra koltuğu, ilk soruyu sorma ayrıcalığı, dahası başkanın konuşmasını durdurma hakkı... Bize inanılmaz gelecek ama Thomas, başkanın basın toplantısında yeterince anlattığını düşündüğünde, "Thank you Mr. President" diyerek soruları başlatıyordu. En saf halinde gazeteci inisiyatifi...

İlk fırsatta okuyacağım son kitabının ismi bile (Listen Up Mr. President - Dinle Sayın Başkan) bugünlerde içime bir ferahlık veriyor. Toprağı bol olsun. 


Hayat hikâyesi içinse Guardian'da çıkan şu anma yazısına bakabilirsiniz.
  


maaş meseleleri

Biraz sektör bilgisi vereyim. ABD ve Kanada'da dergilerde çalışanlarla gazetecilik öğrencilerini bir araya getiren Ed2010, bir çağrıda bulunmuş ve kimin ne kadar para kazandığını açıklamasını istemiş. İsimler yayımlanmıyor elbette ama gönderilen rakamlar üç aşağı beş yukarı bir fikir veriyor.

Newsweek'te çalışan bir tanıdığım 2008 krizi sonrasında maaşların (en çok da freelancer'ların kazançlarının) önemli ölçüde düştüğünü söylemişti. Doğruymuş (bizim memlekete göre gene de yüksek.) Ben rakamların yalancısıyım; tablo aşağıda. Gazeteci arkadaşlarım, kendi kazandıklarıyla karşılaştırır artık.

Hearst Grubu - Genel Yayın Yönetmeni  (150 bin dolar*)
Time Inc. - Yardımcı Editör  (36 bin dolar)
Conde Nast - Yardımcı Editör ** (38 bin dolar)
Life.com - Yardımcı Editör (30 bin dolar)
Robb Report - Yardımcı Editör (42 bin 700 dolar)
Time Inc. - Dış Muhabir (50 bin dolar)
Manhattan Media gazeteleri - Konular Editörü (30 bin dolar)
Hearst - Freelance Fotoğraf Editörü (150 dolar / gün)
Hearst - Freelance Online Fotoğraf Editörü (20 dolar / saat)
Conde Nast - Web Yapımcısı (28 dolar / saat)
Washingtonian - Stajyer (7.55 / Saat)
Time Inc. - Stajyer (10 dolar / saat)

Bu da yayınevlerinde çalışanlar için gelsin:

Harper Collins - Editör (52 bin dolar)
McGraw Hill - Proje Asistanı (30 bin dolar)

*Rakamlar yıllık
** Dışarıda associate editor ve assistant editor ünvanları bizde pek kullanılmayan yardımcı editör anlamına geliyor (Editörlük payesi bol keseden verilmediğinden)

- Yine Time Inc. ve Hearst'te benzer editör yardımcılığı pozisyonları için 30 binden 50 bine değişen rakamlar verilmiş. Farklı dergiler, farklı görevler.

Tam liste için buraya.

Son not: Özellikle ABD'de internet sitelerinde çalışanlar daha da kötü bir çarktan geçiyor; o da başka bir post'un konusu olsun.

gazeteci harikalar diyarında ya da HARO

Yıllar evvel bir Aktüel sabahlamasında, beyinlerimiz artık peynir kıvamına gelmişken, Emre'yle (Ünsallı) oturmuş makara yapıyorduk. Haber yazma zahmetini nasıl en aza indirebilirdik? Görüş Merkezi fikri o zaman geldi. Öyle ya, yazdıklarımızı doğrulatmak için haldır haldır birilerini arayıp bulmak, tartışmak (ve bazen de haberden vazgeçmek) yoruyordu. Ama içinde bütün uzmanların yer aldığı bir görüş verme merkezi kurulsa, bir telefonla istediğimiz kişiye bağlanabilsek fena mı olurdu?

Askeri konular için lütfen 1'e...
Tıbbi konular için 2'ye...
Magazin meseleleri için 3'e...

..
..
..

Basın temsilcisine bağlanmak için lütfen hatta kalın.

Biz işin dalgasındaydık tabii. Yanılmışız. Hem de çok... ABD'deki birtakım uyanıklar, görüş merkezini çoktan hayata geçirmiş. Bir farkla. Biz belki ufuk darlığından belki zaten ciddi olmadığımızdan belki de meselenin bürokratik yapısından ötürü bir bina düşünmüştük. Postane gibi, Genelkurmay gibi ne bileyim Dışişleri Bakanlığı gibi... Işıkların hiç sönmediği bir görüş merkezi. 24 saat gazetecilerin hizmetinde.

Help A Reporter Out (kısaltılmış versiyonuyla HARO) ise internetin çocuğu.  Slogan basit: Herkes bir şeyde uzmandır! Gazeteciler soruyor, uzmanı cevaplıyor. Kurucusu tahmin edeceğiniz gibi bir PR uzmanı, Peter Shankman. Kuruluş tarihi (bu kadar geç bu işe uyandığım için kusura bakmayın) 2008. Servisi kullananlar arasında New York Times, Huffington Post gibi kalburüstü yayınlar var.

Sistem tembel gazeteciyi yemlemek prensibiyle işliyor. Muhabir cevap aradığı soruyu siteye yazıyor. Örneğin "2013'te kasırgalar hangi ülkelere zarar ne kadar zarar verebilir" diye soruyor. Meseleyi site üzerinden öğrenen uzman kişi, birkaç cümlelik (tercihe göre daha uzun) cevabını gönderiyor. "Amma çalışmışlar, herkese sormuşlar, bravo" diye okuduğunuz bazı haberlerin arkasında böyle tuhaf bir düzenek mevcut işte.

Haberlerin içinde "uzman" olarak geçmek isteyenler bu iş için para ödüyor. Gazeteciye ise beleş. Kimin bu işten ne çıkarı olduğunu artık siz hesaplayın.

Gazetecilikte dibi gördük diyordum. Görmemişiz. Bence daha da ineriz aşağıya.


dergiler hâlâ kral

Newsweek'in matbaadan çekilmesinden sonra herkes (ben dahil) kendi meşrebine uygun bir şeyler söyledi, söylüyor:

Cüneyt Özdemir'inki şu (Twitter'da söyledi): "Newsweek'in kağıt baskıyı bitirme kararından sonra 'yazılı basın öldü mü?' tartışmasını internette yapıyorsan zaten çoktan geçmiş olsun!"

Laf!

Elinde çekiç olan her şeyi çivi sanıyor. Özdemir, tablet yayıncılığa Türkiye'de ilk ve en çok inananlardan, kabul. Bir süredir Dipnot'la bu işin memleketteki sınırlarını da görmeye çalışıyor. Ama tablete iman ettiysen otomatikman matbaanın öldüğünü düşünmen de gerekmez. Özdemir, kendisi dijitale geçtiği için konvansiyonel yayıncılığın çoktan öldüğüne inanıyor olmalı ki, "bunun tartışmasını bile internette yapıyoruz" gibi naif bir cümle kuruyor.

Bugün dünyanın en kolay ve risksiz önermesi herhalde şudur: Dergilerin geleceği dijitalde!

Evet, gelecek dijitalde... Tablet kullanımı artacak, giderek kaçınılmaz hale gelecek ve hemen herkes bugünkü prototiplere benzeyen cihazlarda dergisini, gazetesini okuyacak ama "matbaa öldü, dergiler tek tek dijitale geçecek, Newsweek örneği de bunu gösteriyor" diye atıp tutmak öyle kolay değil. "Matbu dergileri artık gömelim" diyen de varsa -ki görüyoruz var- ya dünyayı tanımıyor ya da tabletten yayın yapıyor demektir.

İşler dergicilik için hiç de kötü gitmiyor.

Birkaç sebep sıralayayım:

- Newsweek yıllardır kan kaybediyordu; abonelik sayısı düşmüş, operasyonel giderleri artmıştı. Time'la rekabeti sürdürebilmek için birçok deneye girişti; hep kaybetti ve nihayet pes etti (gariptir, bu cesur deneylerin sonucundan hep Time yararlandı; şimdi de Newsweek'in dijital macerasını inceleyip pozisyon alacaktır.)

- Dergi sektörüne dair rakamlar beklenenin aksine olumlu (Newsweek'i ayrı tutmak gerekiyor tabii.) Dileyen şurada AP'den Ryan Nakashima'nın yazısını okuyabilir. 

- Dergi meselesinde hep ABD'ye bakılıyor. Halbuki Avrupa'da dergicilik halen kral. İngiltere'den Economist abonelerini geçen yıl neredeyse ikiye katladı; Almanya'da Der Spiegel, Fransa'da Paris Match en az eskisi kadar güçlü ve gündem belirliyor. Rusya'da, Çin'de dergiciliğe ciddi para akıyor.

- Haber dergiciliğinin dışında kalan alanda dergiler halen alternatifsiz. Vogue, GQ, New Yorker, National Geographic gibi dergiler, piyasa zorlamasıyla değil kendi istekleriyle tablet deneylerine girişiyor. Otomobil, yemek, spor ve bilimum hobi dergileri kendi alanlarında zaten rakip tanımıyor.

- Avrupa ve ABD'nin büyük gazetelerinin hemen hepsi, gücünden yararlanmak için, hafta sonları birer dergi yayımlıyor. ABD'de New York Times'ın, İngiltere'de Guardian (Observer adıyla) ve Sunday Times'ın, Hollanda'da Volkskrant'ın, Almanya'da Süddeutsche Zeitung'un hazırladığı dergiler piyasada parayla satılan birçok örnekten daha iyi. Türkiye bu konuda nedense istisna.

- Dergiler halen reklamseverlerin en çok sevdiği mecra. Oradaki okuru iyi tanıyorlar. 

Yani cenazeciliğe heveslenenler hiç yorulmasın... Tutucu biri gibi görünmek istemem ama dergiler daha uzun süre etrafta olacak. Tablet işine de girişecekler; piyasayı da yoklayacaklar. Zaten akıllıca olan bu. Üstelik tablet, Türkiye'ye önemli bir yenilik getirecek; aboneliğin ortaya çıkmasını sağlayarak dergilere daha sağlam bir okur tabanı yaratacak (bugüne dek National Geographic ve birtakım ideolojik dergilerden başkasının memlekette giremediği bir alan.) Dergiler bu avantajlardan yararlanıp yoluna devam edecektir.

Kaldı ki kafa yormak gereken konular başka. Türkiye'de iyi dergi yapacak ekip ve o dergiyi talep edecek okur var mı? Esas düşünülmesi gereken o. İçerik ve talep yoksa, ister dijitalde ol, ister konvansiyonelde, kaybetmeye mahkumsun zaten.

newsweek gerçekten öldü mü?


Yabancı gazetelerde, haber sitelerinde dolanıp Newsweek üzerine yazılanları okuyorum. Analizlerin hemen hepsinde "biz zaten söylemiştik" bilmişliği var; "bu çağda haber dergisine yer yok" deniyor. Okur yorumları daha da acı (bana göre ekşi.) Genel kanaat şu: Newsweek bozmuştu, layıkını buldu...

"Layıkı gerçekten bu mudur"a gelmeden önce, hafıza tazeleyelim:

Derginin yayın müdürü Tina Brown, iki gün önce açıkladı: Newsweek, 2013 itibariyle basılmayacak. İki yıl önce dergiyle birleşen internet sitesi Daily Beast (ki onun da kurucusu Brown) ve şu an için kıvamı belirsiz bir tablet formatıyla yola dijital dünyada devam edilecek.

Şimdi girişteki konu... Basın meseleleri söz konusuysa, iki tarz insanın görüşünü kale almıyorum. Birincisi, bir dergi kapandıktan sonra "biz zaten söylemiştik" diyip rakamları art arda dizenler. Bunlar genelde içinden "oh olsun" diyen gazetecilerdir; çoğunlukla bir hesapları vardır ve o hesapla yaşamalarına nihayet gerek kalmamıştır. Üstelik iş işten geçtikten sonra meseleyi açıklayacak rakam her zaman bulunur.

İkinci grupta da "zaten çok bozmuştu ya" diyen okurlar var. Yıllarca haftalık haber dergilerinde çalışan biri olarak kendimden örnek vereyim. Bu okurlarla karşılaştığınızda (eş dost da olabilirler) "çok beğeniyorum, her ay muhakkak alıyorum" derler. "Ama bizim dergi haftalık" demeye gerek bile duymazsınız. Ne fark eder, okumayacaklar işte.

Yine de atlamak olmaz. "Çok bozmuştu" kısmı için söyleyeceklerim var. Newsweek'i Tina Brown döneminde yakından takip ettim. Hemen her sayısını da alıp okudum. İmkânları kısıtlı olmasına, hemen tüm büyük yazarlarını ezeli rakip Time'a kaptırmasına rağmen (örnekse Ferit Zekeriya, hatta eski yayın müdürü Jon Meacham) iyi dergi yaptı Brown. Dinamik, işleyen ve merak uyandıran bir dergi hazırladı. Başka kıstas yok, okuruna Time'dan daha iyi ve daha küresel bir yayın sundu. Öyle "zaten bozmuştu" diye atıp tutmak yok yani...

Söylemeye gerek yok tabii. Dergiyi alan, okuyan ve beğenmeyen birisine lafım olmaz. Kimse beğenmek zorunda değil.

Artık mesele şu: Tablet versiyonu tutacak mı? Dijital dergi ayakta kalacak mı? Her şeyden önce Newsweek'i (ve haber dergilerini) ileride kim okuyacak? Konuşmaya bunlarla devam ederiz (görüşlerinizi de merak ediyorum, yazın, tartışalım)

Newsweek bir dolara satıldığı zaman (o günlerde Newsweek Türkiye'de çalışıyordum) ne olmuştu hatırlamak için, şu aşağıdaki yazıların da tozunu silkeleyelim:

Newsweek'i kim öldürecek?
Newsweek'i kim kurtaracak?

kovulma sözlüğü

Dün bir büyük gazete, bir köşe yazarının işine son vermiş; Twitter konu hakkında yorumlarla kaynıyordu.

Yazar "sıra bendeydi demek ki" diye sızlanıyor (ben sıranın neden onda olduğunu anlamadım, hiç de demokrasi havarisi gibi bir tutumu yoktu.) Beri yandan mesele hakkında atıp tutanların duyguları karışık. Kimisi arkasından teneke çalıyor, kimisi "tehlikenin farkında mısınız" diye uyarıda bulunuyor. Bunun dışında, bir sürü sözcük havada uçuşuyor. Kovuldu, gönderildi, yazılarına son verildi, atıldı vs...

İster biri ister diğeri, hepsi aynı kapıya çıkar; yine de terminolojiyi biraz eşeleyelim.

Göndermek: Twitter'da bu ifadeye çok rastlıyorum. "x kişi y gazetesinden gönderildi." Böyle bir işleme bugüne kadar rastlanmış değil. Kibar bir tanım; belli ki can acıtmamak için kullanılıyor ama gönderilmek için yeni bir adres gerekir. Oysa kapıdan çıkınca herkes bir başına.

Yazılarına son vermek: Patronlar bu lafı sever. Onların dünyasında kimse kovulmaz; yazılara son verilir. Sadece creme de la creme, yani köşe yazarları için geçerlidir.

İşine son vermek: Patronların ilgilenmediği, tanımadığı, umursamadığı tabaka için geçerlidir. Muhabirler, teknik elemanlar, servis şoförleri vs... Onlarla insan kaynakları ilgilenir ve basitçe, beş dakikada işlerine son verir. (Bkz. işten çıkarmak)

Kovmak: Esas olay budur. Söylemesi acı ama gazetecilikte bir müesseseden maalesef kovulursunuz. Çünkü bu işlem medeni bir şekilde yaşanmaz. Önceden haber verilmez; insan kaynakları anında tepenizde biter; on yıl çalıştığınız bir yerde biletiniz tek kalemde kesilir. Yalnız bir şey daha var. "Kovuldu" sözcüğünü en çok sevenler, patronlar değil (insan kaynakları hiç değil), medya dedikodusu siteleriyle, işsiz kalmanıza uzaktan uzağa sevinen gazeteci arkadaşlarınızdır.

Sonuç: Cemal Süreya, Turgut Uyar için "öldüğü gün hepimizi işten attılar" demişti. En doğru kullanım sanırım bu: işten atmak. Dahası var, bu ülkede sendikanın öldüğü gün hepimizi işten attılar. Şu anda hiçbir gazeteci çalışıyor sayılmaz. 

gazeteci filmleri -1- the year of living dangerously

HBO'nun yeni (ve çok beklenen) dizisi The Newsroom nihayet yayında. Bir Amerikan haber kanalında yaşananları işliyor; sert ve kararlı ekran yüzlerinin gerisindeki mutfağı  gösteriyor. Tempolu başladı sayılır. Senarist Aaron Sorkin, "ABD artık büyük mü değil mi" sorusuna nostaljik bir cevap üretmeye çalışmazsa iyi de gider. Dizi biraz hızını alsın, hakkında konuşuruz. Ama önce başka bir mesele... Gazetecilik üzerine filmleri (ya da gazeteci filmlerini) uzun zamandır yazmak istiyordum; The Newsroom vesile olsun, ufak ufak başlayayım. Biraz mesleki merak biraz da görev duygusuyla bugüne kadar bu türde yığınla film seyrettim (bunların çoğunu siz de görmüşsünüzdür.) İyi ve önemli olduğunu düşündüklerimi, fırsat buldukça ama arayı da çok açmamaya gayret ederek yazacağım. Yavaş yavaş bir listeye dönüşsün, ne çıkacak görelim. Söylemeye gerek yok, katkılarınızı beklerim.

The Year of Living Dangerously, Peter Weir, 1982. 

Çok kişi bu filmi bilmez, ama ismini bilir. Çünkü bu isim Batılı gazetecilerin çok sevdiği bir haber başlığı (bazen de manşet) haline dönüştü. Hangi ülkede kargaşa varsa, bu başlığın kullanıldığı en az bir ilgili haber vardır. Bu sene Arap Baharı'yla ilgili haberlerde, bir de British GQ'nun Daniel Craig kapağında gördüm. Çok da güzel başlıktır gerçekten; havalıdır; her şeyi bir çırpıda özetler. Ben de kullanmak isterdim, ama Türkçe'de fiyakalı bir karşılığı yok. 

Weir'in filmi 1965 Eylül'ünde Endonezya lideri Sukarno'ya yönelik başarısız darbe girişiminin hemen öncesinde geçiyor. O çok benimsenen isim (ve manşet) de Sukarno'dan ödünç zaten. Wikipedia'dan taze taze öğrendiğim üzere, diktatör, İtalyanca'daki "vivere pericolosamante" yani "living dangerously" deyişini 1964'teki meşhur bir konuşmasında kullanmış (biraz oynayarak Türkçe'ye 'tehlikeyle yaşamak' diye çevirebiliriz.)

Filmin tehlikeyle yaşayan kişisi gencecik, Mehmet Ali Alibora görünümlü bir Mel Gibson. Jakarta, 1965... Sıcak... Çok sıcak, üstelik daha da sıcak olacak. Avustralyalı toy gazeteci Guy Hamilton (Gibson) Endonezya'ya yeni gelmiş; havasız odalardan haber geçmeye çalışıyor. Kimseyi tanımıyor; işi zor. Filmde çoğu cibiliyetsiz resmedilmiş ama kendilerinden başka kimseyi beğenmeyen Batılı gazetecilerin, akşamları efkâr dağıtıp dedikodu yaptığı barda kendine bir dert ortağı arıyor. Bahtı açık ki, Jakarta'yı mesken tutmuş yarı Çinli yarı Avustralyalı idealist fotoğrafçı Billy Kwan (Linda Hunt, erkek ve cüce fotoğrafçıyı oynadığı bu rolle 'yardımcı kadın oyuncu Oscarı'nı kazandı) ona ısınıyor ve etkili isimlerle, bu arada Amerikan elçiliğinde çalışan güzeller güzeli Sigourney Weaver'la tanıştırıyor. 

Sonrası biraz tarih, biraz da beklenildiği üzere bol maceralı bir gazetecilik hikâyesi... Sukarno'nun gölgesinin bütün Jakarta'yı örttüğü ve gazeteciler dahil herkesi korkuttuğu siyasi bir atmosfer... Toy gazeteci Hamilton, kendini Çin destekli Komünistler'in hazırladığı darbe planlarının içinde buluyor ve yaşamı pahasına haber atlatmaya, sonuna kadar gitmeye çalışıyor.

Peter Weir ne çekse seyrederim de bu filmin güzelliği eski usul gazeteciliği abartmadan anlatmasında. Uzak bir ülke, yalnızsınız, elinizde iyi haber yoksa merkezdeki kimsenin sizi ciddiye alacağı yok ve acilen bir şey yapmanız gerekiyor.

Önemli sahne:  Sukarno rejimi, sokaklardaki isyanı bastırırken Guy Hamilton sokaklardaki kalabalığın içindeki tek gazeteci. Bir yandan işini yapmaya bir yandan da omzuna aldığı cüce fotoğrafçı arkadaşını korumaya çalışıyor. Bu arada sağlam da sopa yiyor.

kim yaptı bu yolu?

Javaplein'deki kütüphaneye geldim.  Birkaç Türk oturmuş, kütüphanenin orta yerinde siyaset konuşuyorlar. Yaşlıca bir adam "Türkiye’...