kralları arıyorum

13-14 yıl evvel ‘İki Kral’ isimli kısa bir öykü yazdım. Sonra da onu kaybettim. Tüm arşivlerime, hard disklerime, oraya buraya baktım ama bulamadım. Kaybedeli de sanırım bir 10 yıl olmuştur. 

‘İki Kral’, o gün bugündür her sene en az bir defa aklıma düşüyor. Onu tekrar okumak istiyorum. Her defasında da “bu defa bulacağım” hevesiyle bir daha arıyorum. Bilgisayarlarımı, arşivlerimi, maillerimi kolaçan ediyorum. Bulamıyorum. Krallar ortada yok. Neredeler, bilmiyorum. Silinip gittiler mi, onu da bilmiyorum. 


Artık öyküyü de hatırlamıyorum. 




kiralık katil

Mesafe uzmanı. Uzaktadır hep, bir türlü tanışılmamış arkadaşın arkadaşı. Ama o avını tanır. Sabahları evden kaçta çıkıyor, yolda gazete alıyor mu, bir kaçamak yapıyor mu? Bir insanı bu kadar tanımak acıklıdır. Birinin neyi kaçta yaptığını bilmek onu öldürmeye giden bir adımsa… Öldürmeye yaklaşmak tanıdıkça… O an gelecek; bu uzak arkadaş, bu arkadaşın arkadaşı, öldürmek için kiralanmış bu arkadaş, avının seyrini anlayacak, iş bitecek. Mükemmelleşince.  


Resim Midjourney

gözlüklü çocuklar

Sadece çocuklar gözlüklerini dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi düzeltir. Minik burnun üzerinde kaşıntı. Kulaklarda beklenmedik bir ağırlık. Refleksi henüz öğrenmemiş eller. Mesafeleri ölçmek ilk başlarda hep derttir. Uzaklar birdenbire sislenince, bir değil iki parmak dikkatlice yükselir. Çünkü görmek dünyanın en önemli işidir. 


1000!

Bin dereden su getirmek, deriz… Bu sözle bir işi yapmamak için oyalanmayı, olmayacak bahaneler üretmeyi anlatırız. Neden böyle söylemişiz? Zordur aslında bin dereden su getirmek. Yapmak yapmamaktan daha zahmetlidir… Şu karda kışta, yağmurda çamurda, gideceksin de uğraşacaksın da toplayacaksın da…

Ah, dilimiz, o güzel kafa karışıklığımız.  

Yazacak mıyım yazmayacak mıyım, ne yazacağım derken… İşte bu blogdaki 1000 numaralı post’um. Bininci dereden getirdiğim su… Sessiz sedasız, kendi kendine kaynamış sular. Bahtiyarım. 


Burası sessiz, burası çılgın kalabalıktan uzak. Burası kendi halinde, eski usul, giderek daha da eski usul bir yer. İşte şimdi burada, kendim için, ailem için, bu blogda bahsettiğim herkes için ve senin için sevgili okur, bir küçük mum dikiyorum. 


Yanında da bir avuç su…  Bin derenin suyu.


Resim Midjourney

dünyayı yazarak anlamak

Parmaklarımın ucunda… Sanki bir göz, harflere bakan. Kaleme klavyeye dokunduğumda bir yangı. Sayfaya pul pul dökülürken hücreler, zihnimde cisimlenen dünya. Orada pencereler, peterpanlar, periler; orada kayıtsızlar, tutarsızlar, zalimler. Silinenler, yer değiştirenler, “bana yer aç” diyenler… Kendini tarif ettiren hayat. Bir evi o iki harf yan yanayken daha iyi anlıyorum. Harfler, yuvanın da yuvası. Kalemim, bir duvarcı ustası. Ve bir göz, parmaklarımın ucunda. 

Resim Midjourney

tereddüt

Önce sesimize siner sanırız. Ama değil. İlkin omuzlarımızdadır tereddüt. İki elle abanmış gibi sıkıca bastırır. Yürüsek, adımlarımızdadır. Her zamankinden daha hızlı, daha yavaş… Tempomuz bulanmıştır. Nihayet gelir sesimize de yerleşir. Karşımızdaki anlar mı, burası hep muammadır. Konuşmada alan açmayı dener tereddüt, bir sokak hokkabazı gibi sözcükleri hızlıca birbirine karıştırır. Yakalanırsa tek çaresi inkârdır. Yakalanmazsa… Yükünü orta yere boşaltıp uzaklaşır. Kendine yeni bir sırt arar yük. Yeni omuzlar. Yeni adımlar. Nihayet yeni bir ses…


john berger

Hep yüzündeki çizgileri hatırlıyorum. Yüzünü değil ama yüzünü oluşturan çizgileri. Derin, barışçı çizgiler. Kendisi de böyle hatırlamamı isterdi, seziyorum. Bir derginin kapağında bin yaşında bir adam görmüştüm. Bir Hintli. Her biri ayrı bir dönemi hatırlatan çizgilerini gururla sergiliyor gibiydi. Dünyada böyle yaşandı, bakın. Siz de böyle yaşayacaksınız…

Sözcüklerle çizgileri birbirinin yerine kullanmayı daha çocukken öğrenmişti. Ama hangisine dönüşmek isterdi? Bunu henüz bulamadım.

yazan yaşlı kadın

Beyaz, pamuk, yumuşak… Dışarıdaki gürültüyü umursamadan yazıyor. Yaşına rağmen gözlüksüz. Şaşırtıcı derecede gözlüksüz. Önünde küçük, zarif bir şişe; içindeki sarı pembe sıvı, mürverçiçeği suyu mu? Öyle olmalı; önüne defterlerini, kâğıtlarını açmış ince ince yazan bu kadına mürverçiçeği gibi bir farklılık yaraşır. Her şeyi beyaz. Üzerindeki ince bluz, sınav dönemindeki genç bir öğrenci kız gibi kulaklarının arkasında topladığı saçları, masaya doğru eğilişi, hali tavrı, düşüncesi beyaz. Sosyal medyada aradıkları, bulduk sanıp sonsuza dek tekrar ettikleri beyaz işte bu beyaz. Dışarıda çöken akşama tezat, beyazlığını hep koruyan bir beyaz…


ilk burdurlu

A. ile bir kafeden çıkmıştık ki, aceleyle dönüp bir şey unuttum mu diye masanın üzerine bir daha baktım. Unutmamışım. O sırada yanımızda bir adam gelirdi. Türkçe konuştuğumuzu duymuş, benim hızlıca içeri girdiğimi görmüş, bir problem yaşadığımızı düşünmüş. 

"Turist misiniz" dedi. "Bir şey mi oldu?"

İyi niyetli bir insan... Sorun çözmeye odaklı. 

"Yok" dedik; "burada oturuyoruz biz".

"Ben de buradayım" dedi. "Aha ileride terzi dükkânım var." Gösterdi. Aklımda bir yere not ettim.

Konuşurken sesi hafiften Denizli şivesine çalıyordu. Uzmanı değilim tabii ama Denizlili dostlarım var; şehre de gidip geldim. Özay Gönlüm dinledim. Sıfır da değilim demek ki. 

"Burdurluyum" dedi.

Vedalaştık. 

O gidince A.'ya döndüm: "Hayatımda ilk defa biri bana 'Burdurluyum' dedi."

"Nasıl yani" dedi. 

"Bin kişiye memleket sormuşumdur, ilk defa Burdurlu'ya rastladım Askerliğimin bir ayı Burdur'da geçti ama hep kışladaydık. Burdur'da ne de olsa birkaç Burdurlu gördüm. Bu adam Burdur dışında gördüğüm ilk Burdurluydu... "

Güldük geçtik. 

Neyse, dükkânın yerini biliyorum.

zamanım yok

O kadar hızlı geçiyorlar ki kaldırımlardan. Omuzları düşük, başları öne eğik, rüzgârlı virgüller. İki nokta arasının doyumsuz seyyahları. Akıllarında bir ihtar, bir gecikmiş söz, bir silik tebessüm; o anıda biraz daha kalmak isterler ama bazen bir korna, bir küfür, düşünce yüküyle karşıdan gelen bir başka virgül hızlandırır adımlarını. Küçücük bakarlar etrafa, tehlikeleri savuşturacak kadar. Birisi bir an için bu hıza müdahale edecek olursa, “zamanım yok” diyecek kadar. Yok zamanım. Böyle derler ama birdenbire bir zamanlarının da olduğunu hatırlarlar. Birdenbire kendi zamanına sahip biri olurlar. Zamanları yoktur ama vardır da. Sonsuz zamandan, hayattan, virgül seyyahlara küçük bir hatırlatma…


Resim: Midjourney

bilim

Profesör her gün bir başka hayvan götürüyor. Önce kedileri taşıdı sırayla. Adayı önden bir kolaçan etsinler diye… İlk gece, o karaya döndüğünde, adada kalan kedi tüm kıyıyı dolaşmış. Profesörün sağa sola koyduğu kameralarda sabit. Kedinin yürüdüğünü, durduğunu, uzun uzun dalgaları seyrettiğini görüyoruz. Sabaha kadar tekrarlanıyor bu döngü. Profesör ertesi gün bir başka kediyle adaya gelene kadar uyumuyor ilk kedi. Ancak profesör kulübeye geldiğinde… Sonra akşama kadar uyuyor. O gece iki kedi de kulübeden çıkmıyor. 


coğrafya

Önce harita çizersin. Orta boy bir coğrafya atlasının üzerinden kopya ederek… Sonra isimlere bakarsın. Köy adları, uzak şehirler, denizle birleşen ırmaklar. Ertesi gün unutacağını bilsen de bir iki ismi ezberlemeye çalışırsın. Telaffuzu en zor olanları, dilde hiç dönmeyenleri seçersin. Nasıl bir yerdir o tuhaf isimli şehir? Senin gibi çocuklar yaşar mı orada? Büyüdüğünde oraya gidecek misin acaba? Uyursun. Hepsini, bütün isimleri, bütün soruları unutarak uyursun.


oktay opaz

Ben Octavio Paz demiştim; yanlış anlaşılma işte, karşıdaki Oktay Opaz dediğimi sanmış. Öyle de yazmış. 

Düzelttik sonra. 

Ya Oktay Opaz?

Sen ne güzel müstearsın... Tamamsın.

PS: Octavio'u Midjourney, Oktay'ı ChatGPT çizdi 



kim yaptı bu yolu?


Javaplein'deki kütüphaneye geldim. 


Birkaç Türk oturmuş, kütüphanenin orta yerinde siyaset konuşuyorlar. Yaşlıca bir adam "Türkiye’deki her hizmeti Tayyip mi yaptı" diye veryansın ediyor. “Urfa Tüneli mesela”; diyor. “Kim yaptı bunu?” “1999’da yapıldı. Tayyip mi vardı?” 


Eski kuşağın iyi bir temsilcisi olarak, kendi yaptığı her işi tarihiyle hatırlatıyor: “2002’de ben Türkiye’ye otomobille gittim; Edirne’den bir girdim; dört git-dört gel yol var; Tayyip mi vardı daha?” 


Diğerleri sessizce, araya girmeden dinliyor ama bu adama katıldıklarını sanmıyorum. Her şeyi Erdoğan'ın yaptığını düşünen, ondan önce Türkiye Cumhuriyeti’nin belki var olduğuna bile inanmayan çok insan var. Erdoğan’ın kendisi bile artık buna inanıyordur belki. 


PS: Resim, Midjourney'nin, tam olarak bu değil ama bu da fena değil

işleri hatırlamak

İranlı bir kadının işlettiği bir kafedeyim. Bir ay önce yine buraya gelmiştim. Verdiğim siparişi hatırladı: Çırpılmış yumurta ve Americano (kahvesi double shot). “Aynısından değil mi” diye sordu. İşini böyle yapan insanlar var… 

Buraya ilk defa A. ve Dino'yla beraber gelmiştik. A. bir süre sonra işe gitmek için çıkmıştı. Kadın bana, “İki kişi mi gelmiştiniz, daha önce geldiniz değil mi; yok yok, sizi başka bir çiftle karıştırdım” demişti. Şimdi yan masada bir adama da buna benzer bir şeyler söyledi. Kadın hayatını (ya da işini) ‘hatırlayarak’ yaşıyor. Ama İranlılar hep böyle değil mi? Hayatlarını hatırlayarak yaşıyor hepsi. İşleri hatırlamak. 


Biz Türklerin işi ne? Unutmak… Umursamamak… 


PS: Kafe, resimdeki değil. Ama Midjourney bunu çizdi. Sesimi çıkarmadım.

mesafe için

"(...) Yani bir eskrim sporu niye var diye soruyorduk Konservatuvar’a girdiğimizde. Niye eskrim diye ders var? Rahmetli Sait Tayla çok muazzam bir insandı, hocamız. Ben kendisiyle eskrim yaptığımda yetmiş küsurundaydı Sait Bey. Derdi ki, 'Evladım mesafe için bu dersi koyduk. Nerede duracağını, nerede kalkacağını; nerede eğileceğini, nerede doğrulacağını; nerede konuşacağını, nerede susacağını öğren diye bu dersi koyduk. Yoksa karşıdakini bu kılıçla böğründen del diye değil bu ders.'"

Ahmet Mümtaz Taylan / Ara Toplam (Röportaj: Irmak Zileli)

bir homeros'un yoksa

Melvyn Bragg’ın ‘In Our Time’ podcast’ında Hititler bölümü... Üç akademisyen (ki biri Bilkent’ten İlgi Gerçek) oturup konuşuyor


Bin tanrılı Pantheon denirmiş. O kadar çok tanrıları var ki… Doğa tanrıları, yerel tanrılar, birçok medeniyetteki temel tanrılar, sonra fethedilen yerlerden devşirdikleri tanrılar. Krallar da öldüğünde tanrı oluyormuş. O kadar ki bir kralın ölmesi fiili tanrı olmak anlamına geliyormuş. 


Gözden kaçan bir medeniyet Hititler... Nispeten çok yeni bulunmuş. Yunanlılar kadar göz önünde kalmadığından popüler de değil. Bir de sadece devlete dair kayıtlar bulunmuş. Edebiyatı, mektupları, anıları yok.


Bir Homeros’u yok.


Bir Homeros'u olsaydı, sanırım bu tanrı yüküyle birlikte Olimpos Dağı’nı solda sıfır bırakacaktı.


telefonunuza bakmayınız

 



‘Magic Circus’ için bilet aldım. Dino ile gideceğiz. 


Bilette bir uyarı notu: Yetişkinlerin, telefonlarına bakmaları yasaktır. Lütfen sanatçılara saygı gösterin. 


Yasaklanması saçma tabii ama sirke gidip sahneye değil telefonuna bakan insan var demek…


Hayat, sen buralara nasıl geldin?


Fotoğraf bizim sirkten değil, Montini Sirki'nden

eve dönmenin yolları


Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâhını, bir de trenle geçmeyi hesaplamıştım. Adana’ya kadar Toros Ekspresi’yle gidecek, sonra yola otobüsle devam edecektim...

İşin bir de sürpriz faslı vardı. Önden haber vermeden memlekete dönmek, evdekileri şaşırtmak istiyordum. Öğrenciydim, harçlığım bitmişti, İstanbul’dan sıkılmıştım. Tren bileti çok ucuzdu. Fazla düşünmedim. Hem o meşhur Toros tünellerinden geçecektim. En önemlisi, bizimkileri görecektim. Eve dönecektim. Ağır ağır İstanbul’un içinden aktı gitti tren; şimdi hepsi yıkılmış, şirin banliyö istasyonlarının yanından geçti. Sonra metropolden çıktı; Bilecik’i, Arifiye’yi dolaştı, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanmak için geceyle beraber Konya Ovası’na indi. Kompartımanım saatlerce doldu doldu boşaldı. Kuşetimi açtım, uyudum. Uyandım baktım, yaşlı bir adam dışarıyı seyrediyordu. Gözümü kapattım tekrar. Uyandım, iki köylü kâğıt oynuyordu. Uyudum. Bir bebek ağlıyordu... Anadolu bozkırından Çehov öyküleri gibi geçerek Yaşar Kemal’in coğrafyasına yaklaştık. Nihayet tam 24 saat sonra, ‘Umut’un açılış sahnesinde Yılmaz Güney’in faytonuyla beklediği Adana İstasyonu’na vardık. İndim. Minibüse binerek eski Adana’yı kat ettim, otobüs terminaline gittim. Derken bir otobüse atlayıp İskenderun’a ulaştım. Evime giden yoldaki ilk palmiyeleri gördüğümde 28 saat geçmişti. Haddinden uzun, bitmek bilmeyen bir seyahatti. Rahat sayılmazdı. Bugünkü gibi internete başvurabiliyor olsaydık, belki buna kalkışmazdım bile. Şimdi “İyi ki eve öyle dönmüşüm” diyorum çünkü en çok o seyahatte mesafenin, uzaklığın farkına vardım, evin yolunu öğrendim. Teoman, tuhaf şekilde en olgun parçalarını içeren ilk albümündeki ‘Sessiz Eller’de, “Ararım tadını eve dönmenin, yolu bilmenin” der; işte o tadı en çok o seyahatte buldum. * Bayramlar bunun için var. 28 saat süren bir yolculuğun nostaljisine ihtiyaç duymadan, eve dönen yolu tekrar tekrar bulmak için. O yolda kendi ayak izleriniz üzerinde yürümek için. Ve nihayet tek bir büyülü fotoğrafa erişebilmek için... Çoğunuzun albümünde vardır bu fotoğraf. Siz henüz küçücük bir çocuksunuz. Tertemiz, özenle giydirilmişsiniz. Belki anne-baba, belki dede-anneanne-babaanne kucağındasınız. Çevrenizde dayılar, amcalar, teyzeler, halalar, sizden büyük çocuklar... Bir kanepenin etrafındasınız. Bir sofradasınız ya da. Mesafeler aşılarak bir araya gelinmiş. Bu fotoğraf için. Bir bayram sabahı hep beraber kameraya gülümsemek için... Siz o kadar miniksiniz ki dünya olduğundan büyük görünüyor gözünüze. Mesafeler aşırı uzun... Dayınız, teyzeniz çocukları toparlayıp ta oralardan nasıl kalkıp gelmiş ya da siz nasıl gitmişsiniz ta oralara. Mucize gibi. Aklınız almıyor. Yılda bir-iki defa, bayramdan bayrama tekrarlanan bir mucize..., Büyük ailenin toplanması her çocuk için şaşkınlık vericidir. Epey bir zahmettir çünkü bu; emektir. Haksız sayılmaz çocuk; kendine özgü seremonisi, yeni gündemlerle beslenen teatralliği, sürüp giden şakaları, fondaki Barış Manço şarkısı (“Bugün bayram, erken kalkın çocuklar”), bir fabrika gibi işleyen mutfağı, durmadan tazelenen çayları, merakla beklenen hediyeleri, küçük cepleri giderek kabartan harçlıkları, mendilleri, şekerleri ve nihayet olmazsa olmaz fotoğraflarıyla, o büyük bayram toplanması kendi içinde bir mucizedir. Herkesin yaşamasını dilediğiniz bir mucize. Sizde de varsa, o eski fotoğrafa bir bakın. Bugün sıradan görünen her şey, o küçük çocuk için nasıl şaşırtıcıydı. Şimdi olağanüstü bulduklarınızsa nasıl normalmiş gibi geliyordu. Fotoğraftaki herkes ne kadar gençmiş mesela. Kendilerini bekleyen onca anıdan, telaştan, hüzünden, sevinçten nasıl da habersiz gibiler. Âdet yerini bulsun diye çekilmiş bir fotoğraf nasıl alabildiğine yaşam ve ölüm yüklü. Bir küçücük karede bu denli yoğunluk olabilir mi? Oluyor. Ne garip, büyüklerin kucağındaki o çocuğun hayatı, tanıdığı, sevdiği neredeyse herkes o fotoğraftakilerden ibaret. Her şeyi bir kareye sığıvermiş. Bakın fotoğrafa... En eski eviniz orası işte. Hep dönmek istediğiniz ev orası. Bir daha dönemeyeceğiniz, imkânsız eviniz orası. Çocukluğunuzun evi orası. Ama her denemenizde yeniden inşa ettiğiniz ev de orası. Büyüdükçe, yeni insanlar tanıdıkça, yeni ilişkiler kurdukça, yepyeni tecrübelerle dönüp zenginleştirdiğiniz, duvarlarını elden geçirdiğiniz, odalar eklediğiniz ev de orası. Ursula K. Le Guin, “Gerçek yolculuk geri dönüştür” diye yazmıştı. Bayram bir vesile sadece; insan o yolculuğa çıkmak, o ilk evine, o en eski ve kalabalık fotoğrafa dönmek istiyor. Bir yandan her dönüşte yeni kalabalıklar, yeni fotoğraflar üretiyor (Kimisi belki de o ilk evi, ilk fotoğrafı üretiyor). O yeni fotoğraflara bir bakıyorsunuz; bir üniversite öğrencisisiniz, kemikleriniz sayılıyor, göbekten eser yok, saçlarınız kabarık, hevesiniz ve deneyimsizliğiniz gözlerinizden fışkırıyor. Bir bakıyorsunuz; eski fotoğraftakilerden bazıları gitmiş, yoklukları halen dolduruyor kareyi. Bir bakıyorsunuz; yeni heyecanlar gelmiş, eşiniz o evin sizden ayrı tutulmayan yeni evladı olmuş, mutlulukla gülümsüyor. Bir bakıyorsunuz; bir başka minik çocuk var fotoğrafta, sizin ananıza-babanıza benzediğiniz gibi benziyor size, sizin gibi şaşkınlıkla bakıyor kameraya... * Peki o ilk fotoğraftaki gibi mi hayat? Yıllar geçiyor; öncelikler, zamanın ruhu değişiyor; her şeyi mümkün gösteren dokuz günlük bayram tatilleri, kulağınıza ‘şimdi değilse ne zaman’ denerek fısıldanan cazip fırsatlar, sabaha kadar parti yapan ‘beach’leri, Instagram’lık iskeleleri, gıcır selfie imkânlarıyla bekleyen Alaçatılar, Çeşmeler, Bodrumlar büyük aileyi, kalabalıkları ilmek ilmek çözüyor. Ayrı ayrı, dar zamanlarda buluşuyoruz. Tatiller münferit; büyük ailenin küçük parçaları kendi bayramlarını yaşıyor. Parçalar çoğu zaman bir bütün etmiyor. “Nerede o eski bayramlar” diye soruyoruz ya (belki onu da sormuyoruz artık), cevabı burada. Öpülen ellerin, sıkılan yanakların azalmasında. Kötü mü böylesi? Nereden baktığınıza göre değişir. Nostalji insanlığın tüm zamanlarının favori ilacı, ideal müsekkini; ileride de öyle kalacak, eminim. Gelecek nesiller, bugünün dokuz günlük, izole, çekirdek aile tatillerini, dedelerle ninelerle, halalarla amcalarla kurulan canlı video bağlantılarını özlemle hatırlayacak. Böyle yazıyorum ama standart bayram hayıflanması bu; kendimize, neslimize batırmazsam rahat edemeyeceğim bir çuvaldız. Kimseye haksızlık etmek istemem. Hayat gailesiyle dört bir yanına savrulduğumuz bu büyük ülkede, geri dönmek, eve ulaşmak için epey yol tepen bizleriz. Yıllarca tıklım tıklım otogar ve havaalanlarında memlekete dönmek, eve giden yolu bulmak için bekleşen de bizleriz. Memuru, öğrencisi, işçisi, beyaz yakalısı, her bayram Anadolu’yu İstanbul’a bitiştiren bizleriz. Eh, arada tatile kaçıyorsak da heybemizde epey kilometre biriktiren bizleriz. Kendi hesabıma, her bayramda olmasa da yine evimin yolunu bulmaya çalışıyorum. Bizimkiler çok şükür yine gözlüyor gelişimi. Hem şimdi bir de fark var. Bekliyorlar beklemesine de, beni pek önemsemiyorlar artık. Bu seyahatin başrolünde bizim ufaklık duruyor. Tüm çocuklar için durum aynı. Yollar onlar için yapılıyor. Mesafeler onlar için geçiliyor. Esas mesele, dedeler ve ninelerle torunları buluşturmak. Merkezinde yeni neslin durduğu yeni fotoğraflar çekiyoruz. Bir de masa var tabii. ‘Masa da masaymış ha’ denilesi masalar... Bayram fotoğraflarına yetmeyen masalar... Bu yüzden büyükler ‘büyük’ masasında oturur, çocuklar ‘çocuk’ masasında. Bizim çocukların binbir şamatayla etrafına dizildiği ‘çocuk’ masasına bakıyorum da, “Ne zaman böyle büyüdüm ben” diyorum. Hüzünle sevinç bir arada. Bir eşiği atlamış geçmişiz; masaya gelene kadar anlamamışız meğer. İşte yine hep beraber oturuyoruz bir masanın etrafında. Çocuklar yaramazlık yapıyor, büyükler maceralarını anlatıyor. Son defa eve gelene, yolu bulana dek başımızdan neler geçtiğinden bahsediyoruz. Sonra birimiz “Hadi” diyor, “bir selfie çekelim, herkes gülümsesin.” Gülümsüyoruz. Fotoğraf işi de böylece halloluyor. Selfie’li nostaljiyi de gelecek nesil yapar artık.

Altı yıl önce Hürriyet için yazmıştım; bu güzelim ilüstrasyon da Serhat Gürpınar'ın elinden çıkmıştı. Başlığı da Alejandro Zambra'dan çalmıştım.

kadim bir meşe



Ken Loach'un son filmi 'Old Oak'unu daha seyredemedim, gerçek anlamda son filmiymiş meğer.

87 yaşında. Kendisi açıklamış. Aslında yapmak isterim de yapamam, demiş. "Film çekerken günde 12 saat ayaktayım. Herkesi isim isim tanımam gerekiyor, herkesin derdini bilmem gerekiyor. Her bir çalışan, ocağın üstündeki çaydanlık gibidir; her biri kaynamak üzeredir. Bu duygusal enerjiyi burada tutmak kolay değil. O enerjiyi kovalamak lazım, oturarak da olmuyor. Şimdi kendimi suçlu hissetmeden cırcırböceklerinin sesini dinlemek istiyorum." Filmleri emekçileri anlatır; kendisi de has emekçi. Ken Baba... Sen cırcırböceklerini dinle de, özleneceksin.

pıçıldaşın lepeler


Bu piyano, bu ses, bu söz... Bir dünya. Fısıldaşın dalgalar. Pıçıldaşın lepeler...

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki turistlerle beraber Belçika usulü patates kızartmamı bekliyorum. Değiyor beklemeye.

Geçen yine uğradım. Kuyrukta sıra bana gelince, önümdeki turistlere uyup ben de İngilizce sipariş verdim. Bu patatesçinin bir numarası da güzel sosları. Yukarıda görünür bir yerde envai çeşit sosun ismi yazıyor. Baktım, benim çok sevdiğim yeşil biber sosu yok. 

“Artık yok mu” diye sordum. 

“Maalesef” dedi kadın. “Bir süredir yok.”

Hayıflandığımı görünce, “Biz de onu seviyorduk ama elimizde değil” dedi.  
“Neden” diye sordum bu defa.

“Hımmm” diye düşündü. “Nasıl anlatsam ki, İngilizcesini bilmiyorum o kelimenin” dedi.
Döndü, küçücük dükkânın dibinde, elinde tava patates kızartan arkadaşına sordu. Nasıl anlatabileceğini… Ben o sorarken meseleyi anladım ama ne yapalım, şimdi bir defa İngilizce sormuş bulundum; anladığımı söylersem anlamsız olur! Karışmadım... 

Tavalı arkadaş da bilemedi. 

Pes etmediler ama. Doğru çeviri için cep telefonuna başvurdular. Sonra yüzü aydınlandı kadının; “hah” dedi:

“İflas… Sosu yapan firma iflas etti!” 

Şimdi yeni bir sosçu arıyorlarmış.


ajax'ın görünmediği tek yer

Dino'nun yüzme kursunun yanında bir bar var. Ya da bir kafe. Hollandalıların deyişiyle bir "kroeg"; hem bar hem kafe. İstersen peynirle şarap istersen kahveyle bisküvi. Günüyse de Ajax maçı.

Dün kroeg'a girdiğimde maç açıktı. Yedi sekiz kişi barın tam karşısında duran televizyondaki yayını pür dikkat izliyordu. Durum nedir diye gidip baktığımda ağzım açık kaldı. Bu sene zaten pek kötü giden Ajax, kırk dakikada iki tane yemiş bile. Biraz sempatim de var takıma, "hadi ya" der gibi dudak bükerken, televizyonun tam altında birinin oturduğunu fark ettim. Yaşlı bir kadın sandalyesini o stratejik noktaya konuşlandırmış, maçı izleyenleri izliyordu. Gruba yeni katılan beni de süzdü, içini çekti ve şaşkınlığımı, "ne yaparsın, işte böyle, berbat bir maç" der gibi karşıladı. Der gibi de değil, tam olarak böyle dedi: Berbat bir maç...

Maçı izlemedim. Ama ara ara skora bakmaya gittim. Kadın hep orada, sırtını maça dönmüş, seyircileri izleyerek oturuyordu. Ve hayıflanıyordu... 

Peki neden orada oturuyordu? Dedim ya, Ajax bu sene epey kötü. Acaba kadın iyi bir Ajax taraftarıydı da bu berbat oyunu mu görmek istemiyordu? Klasik hikâyedir; Fransız yazar Maupassant, Eyfel Kulesi'nden nefret edermiş etmesine de öğle yemeklerini hep kuledeki restoranda yermiş. "Madem sevmiyorsun neden hep buradasın" diyenlere de "çünkü Paris'te Eyfel'in görünmediği tek yer burası" dermiş. 

Acaba yaşlı kadın, mekânda Ajax'ın görünmediği tek yere mi oturmuştu?

*

Ajax, maçı 3-2 kaybetti; neredeyse son saniyede bir şutu çizginin epey içinden çıkartıldı ama VAR incelemesinde yine de çizgiye temas var diye golü verilmedi. 


dostlar arasında

Berlin'de yaşayan Güney Koreli yazar Byung-Chul Han'dqan özgürlük üzerine... Sözcükler arasında ilginç bir gezinti... 

“Halbuki özgür olmak (Frei-sein) köken olarak dostlar arasında olmak (bei Freunden sein) anlamına gelir. Özgürlük (Freiheit) ve arkadaş (Freund) Hint-Avrupa dil ailesinde aynı köke sahiptir. Özgürlük aslında bir ilişki kelimesidir (Beziehungswort). İnsan kendini ancak iyi bir ilişkide, diğer insanlarla mutlu bir birliktelik içinde gerçekten özgür hisseder. Neoliberal rejimin yönelmiş olduğu tümden tekilleşme bizi gerçekten özgür kılmaz."

Psikopolitika - Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri, Metis, 2019, Çeviri: Haluk Barışcan

akış

İnsanın bir 'akışı' var, onu öğrendik, tamam. Ya da öğrenmediysek de bildik. 

Acaba evrenin de mi bir akışı var? En azından kişinin kendi ilişkiler evreninin? Bazen bir haber, bir mesaj, bir cevap, bir selam bekliyorsun, gelmiyor. Bazen sen de bunu ihmal ediyorsun. Bazen hepsi arka arkaya geliyor. 

İşin ilginci bu sanal evrenler de geçerli. Twitter'da, Instagram'da gördüğüm, sanki insanların birbiriyle muhabbeti toplu halde bazen tıkanıp bazen açılıyor. Toplumun da bir akışı var mı? 

Bende cevabı yok bunların. Sorular da zaten bin yıllık sorular. Bir daha sormuş olayım.

bugün aslında dündü'yü neden severiz?

Gazete Duvar'da geçen sene bugün, 2 Şubat'ta yani Groundhog Day'de yayımlandı.  

 

1.


Temel meselelerimizi anlatan bazı filmler ve kitaplar, ne kadar mütevazı olsalar da, cüsselerinden büyük yer kaplayabiliyorlar. Bir referans noktası, bir ortak fikir haline geliyorlar. 


Örneğin o güzelim “Bugün Aslında Dündü” (Groundhog Day) filmini sevmeyen biri var mıdır? 


Konusunu kısaca özetleyeyim: 


Harold Ramis’in 1993 tarihli filminde, Bill Murray’nin canlandırdığı Phil Connors isimli hava durumu sunucusu, her yıl tekrarlanan bir doğa olayını ve bu olay çevresinde yapılan festivali haberleştirmek üzere Punxsutawney isimli kasabaya gelir. Hayatından da, işinden de, ayaklarını sürüyerek geldiği bu küçük kasabadan da hoşnut değildir. Haberini yapar ama hava koşulları elvermediğinden kasabayı terk edemez. Çaresiz, oteline döner ve uyur. 


Ertesi sabah, bir gariplikler silsilesi yaşar ve çok geçmeden çevresinde dönen tuhaf olayların o “inanılmaz” sebebini kavrar. Hava durumu sunucusu, önceki gün yaşadıklarının aynısını yaşamaktadır… Hayretten hayrete sürüklenerek ve önceden yaşadıklarının üzerinden yeniden geçerek gününü tamamlar ve ertesi gün yeniden aynı sabaha uyanır. Hep aynı günü yaşadığı, absürt bir kısırdöngünün içine girmiştir.


Murray’nin mükemmelen canlandırdığı karakter, bunu kavradığı anda, önce fırsattan istifade etmeye çalışır. Bilgisiyle insanları etkiler, banka soyar ve hoşlandığı kadını (Andie MacDowell) tavlamak için çareler arar; mesela Fransız şiirlerinden dizeler ezberler. 


Ama aynılığın, hiçbir şeyin değişmemesinin içinde yarattığı  boşluk büyür, büyür ve nihayet onu yutar. Kahramanımız sonunda değişmezliğin, her anın, her şeyin birbirine benzemesinin yüküne dayanamayıp intihar eder. Ama bu da çözüm değildir: Gözlerini açtığında yine aynı güne başlamıştır. 




Ve sonra… 


Sonra Phil Connors isimli hava durumu sunucusunun içinde iyiye, güzele doğru bir şey değişir. Kaderi değiştiremeyecekse bile rutini kırabileceğini anlar. Sonsuz zamanında piyano çalmayı, buzdan heykeller yapmayı öğrenir. Hem hoşlandığı kadının hem de kendi kalbinin derinlerini keşfetmeye girişir. Bunu başarır da… Değişmeyen günün kilidine uyan anahtarı da zaten bu sayede bulur. 


“Bugün Aslında Dündü” soğuk kışların, uzun gecelerin en güzel eşlikçilerindendir. Ruhumuzu tatlı tatlı kaşıyan bir fikirdir bu film. Bir yandan en derindeki isteklerimizi, korkularımızı da zahmetsizce sergiler. Rutinin baskısına isyan ve insanın yaratıcılığına bir selamdır. 


Ama en önemli başarısı, aynılığın, her şeyin birbirine benzemesinin o korkunç çehresini bize tarif edebilmesinde yatar. 


O yüzden de halen unutulmamıştır. 


2.


Nörobilimci David Eagleman ile akademisyen ve müzisyen Anthony Brandt “Yaratıcı Tür” isimli eserlerinde bu filmden hararetle bahsediyor; çünkü insanların Murray’nin canlandırdığı karakteri sevmesini önemsiyorlar: 


“ (...) Neden alkışlarız onu? Çünkü tekrarlayan şey cazip gelse bile kusursuz öngörülebilirlikten hoşlanmayız. Oysa sürpriz bizi yakalayıp kavrar. Otomatik pilottan kurtulmamızı sağlar. Bizi kendi deneyimlerimize karşı uyanık tutar. Aslında, ödül sisteminde devreye giren nörotransmiterler (sinirsel ileticiler), sürpriz unsurunun düzeyine bağlı durumdadır: Düzenli ve öngörülebilir zaman aralıklarıyla verilen ödüllerin beyinde yarattığı etkinlikler, gelişigüzel ve öngörülemeyen zamanlarda verilen ödüllerle kıyaslandığında çok daha azdır. Şaşırma hali doyurucudur.” (Yaratıcı Tür: Fikirler Dünyayı Nasıl Yeniden Yaratıyor, David Eagleman ve Anthony Brandt, Domingo Kitap, 2019, Çeviri: Zeynep Arık Tozar). 


Kendi hayatlarımızdaki izini de rahat rahat sürebileceğimiz bir tespit bu: Öngörülebilirlik bir süre sonra bıktırır. İnsan, bildik olanın konforunu sever ama yaşantısında sürprizi de arar. 


İnsan şaşırmaktan fena halde hazzeder. 





3.


Peki bizi en çok neler şaşırtır? 


Şüphesiz hikâyeler… Daha çok da başka insanların, başka akılların hikâyeleri… 


Kendimizin, yakın çevremizin hikâye kapasitesi, doğal olarak, sınırlıdır. O yüzden hikâye dinlemek için başkalarına gideriz: Filmlere, romanlara, öykülere, şarkılara gideriz… 


O halde size bir soru: Bu hikâyelerdeki sürprizler azaldı mı? 


Eskisi kadar şaşırıyor musunuz? 


4.


Bu soruyu, çok temel bir tartışmanın bir kolu olarak da görebilirsiniz. Yıllardır süregelen ve bir sonuca da bağlanacak gibi durmayan vasatlık tartışmasının…


“Şaşırıyor muyuz” yerine doğrudan bu soruyu da sorabiliriz: Giderek vasatlaşıyor muyuz? Filmler, romanlar, öyküler eskisi kadar iyi ve etkileyici değil mi?  


Bunun bir ölçüsü yok elbette. Herkes kendi kanaatine göre cevap verebilir. Çalıştığım gazetelerde, dergilerde “böyle bir dosya yapalım ama nasıl”ın üzerine epey kafa patlatmıştık. Her defasında da olaysız dağılmıştık. 


Çünkü bir ölçü yok.


“Eski” nedir, “yeni” nedir; bunun bile tam olarak bir tarifi yok. Bazen bir ölçü olarak, “artık büyük roman yazılmıyor mu”, “büyük film çekilmiyor mu” diye sorulduğu oluyor. Doğaldır, “büyük” de tarife muhtaç bir sözcük. “Savaş ve Barış”, evet, büyük bir roman ama bugün yazılanlar değil mi? Gülten Akın, evet, çok büyük bir şair, peki bugünün şiiri onun gölgesinde mi?


Bugünden ileriye neler kalacağını kestirmek mümkün mü? Ahmet Hamdi Tanpınar, yaşarken ve yazarken kendisinin tecrübe edemediği şöhrete, eserlerinin onun ölümünden çok sonra kavuşacağını tahmin eder miydi? 


Dudak bükülen nice eser sonradan parlamadı mı? 


Nedir vasatlığın ölçüsü o halde? Var mı bir ölçü?


5.


Yine de bu soru ortada: Vasatlaşıyor muyuz?


Sizi hiç yormadan kendi cevabımı vereyim: Evet, bana kalırsa, giderek vasatlaşıyoruz. Daha da önemlisi, vasatlığın üzerimize daha da ağır şekilde çöreklenmesini bekleyebiliriz. 


“Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” diyebilirsiniz. “Ölçü yok, kriter yok” derken birdenbire buraya nasıl geldim? Açıklamaya çalışacağım.


Geçen gün bu sohbet açıldığında eşim, “İnsan yaşlandıkça, yeni olan her şeyin vasat olduğunu iddia eder” dedi ki katılıyorum. 


Ama…


Evet, neticede yaşlanıyorum ama benim cevabım yaşla ilgili değil; dönemsel bir durumdan bahsediyorum. Çünkü ben, benim yaşadığım dönemden önceki dönemlerin, özellikle de 1950’ler ve 1960’ların, bir ölçüde de 1970’lerin müthiş ve büyük eserler çıkardığını düşünüyorum. Edebiyatta, sinemada, sanatta… Türkiye’de ve dünyada… Belki savaş sonrasının getirdiği serbestlik ve zindelik, belki dönemin koşullarının insan üretimine uygun olması bu yılların müthiş verimliliğini sağlamıştı ama bu bir başka yazının konusu.


1980’ler ve sonrası, yani benim kendi ömrümde izleyebildiğim dönem ise bana göre bir tür duraklama dönemi. Duraklamanın ardından gerilemenin başlayacağını asla iddia etmiyorum. Bir ihtimal, benim çok iyi eserler çıkmış dediğim yılların da ötesine gidebiliriz ve umarım öyle olur ama ben bu ihtimalin giderek azaldığını düşünüyorum. 


Sebebi “Bugün Aslında Dündü”de gizli… 





6. 


Sebep, her şeyin giderek aynılaşması. 


Aynılaşmanın sebebi ise her şeyin ölçülebilir olması. “Vasatlığın bir ölçüsü olabilir mi” diye sormuştum. Belki yok ama gelecekteki vasatlığın sebeplerinden biri her şeyin ölçüye sığması olacak. 


İzlediğimiz, okuduğumuz her şey artık ölçüye tabii. Platformlardaki dizilerin ve filmlerin hangi sahnelerinin sevildiği gözleniyor, kategorize ediliyor ve istatistiğe dökülüyor. Hangi konular revaçta, hangi sözler tutuyor, senaryo nereye doğru ilerlemeli, ne yöne sapmaktan sakınmalı? Bunun gibi birçok sorunun artık anlık cevapları var. Bu cevapları platform yöneticileri biliyor, yapımcılar biliyor, senaristler biliyor, oyuncular biliyor. 


Amazon Kindle’da hangi satırların altı çiziliyor, biliniyor. Bir başlık kaç cümle olmalı; bir roman kaç sayfa olmalı? Okurun ilgisi ne yazarsan dağılır, ne yazarsan toparlanır? Hepsinin analizi var. 


Instagram’daki, Tiktok’taki influencerler için bile durum aynı. Ne, ne zaman, hangi koşullarda viral olur? Algoritmalar her şey için hazır ve nazır. 


Buradan yaratıcılık çıkar mı? 


Düşünün, Netflix dizisi “Stranger Things”in bu kadar tutmasının ardındaki bir sebep olarak (dizinin güzelliği bir yana), seksenlerde çocuk olanların hem nostalji yapıp hem Netflix’e para ödeyebilecek alım gücüne sahip olması gösteriliyor.


Birtakım işlere sermaye koyacak kimseler bu tür meselelerin fena halde farkındayken, buralardan yeni ve avangart fikirler doğar mı?


Ama bundan sonra belli ki her şeye algoritmayla devam ediyoruz.


Algoritmaları, trendleri takip ederek ne kadar yaratıcı kalabiliriz?



7.





Eagleman ve Brandt, “Yaratıcı Tür”de, “Bugün Aslında Dündü”yü tartıştıktan sonra şunları söylüyor: 


“Beyin bir yandan dünyayı öngörerek enerjiden tasarruf etmeye çalışır, bir yandan da şaşırmayla gelen sarhoşluk duygusunu arar. Ne sonsuz bir kısırdöngü içinde yaşamak ne de her saniye sürprizle karşılaşmak isteriz.”


Algoritmaların, yaratıcılık üzerinde iki yönden de etkisi olacak. Onların sayesinde öngörüler muhakkak artacak. Ciddi bir enerji tasarrufu… 


Ama ya o sarhoşluk duygusu… 


Ne demişti Yusuf Atılgan: “Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapabileceği umulur.”


Atılgan’ın bu yeni yaratığı şaşkınlıktan besleniyordu. Şaşkınlığın sarhoşluğundan…


Algoritmaların konforu, bu hesaplı yaratıcılık sinemadan çıkmış insanı ne yöne sürükleyecek? Ona ne yapacak? (Gerçi sinemadan çıkmış insan mı kaldı? En fazla bir odadan ötekine sürükleneceğiz. Evimizin konforunda.)


Ama insan rutini nasıl kıracak? İzlediği filmler, diziler; okuduğu kitaplar tek bir aklın eseriymiş gibi mi olacak? 

,

Bizi sürprizler doyurur. Türümüzü ileriye, belki kimsenin metelik vermediği zor fikirler götürür. Herkesin ortak beğenisi bu fikirleri, avangartlığı eleyecek. 


Birbirine benzer filmleri izleyip, benzer kitapları okursak hep aynı sabahlara uyanırız. Rahat ederiz belki. Ama sonra fena halde sıkılırız, orası kesin. 





sonraki gün