Geçen hafta. Yağmurlu bir sabah. Karaköy... Hızlı adım röportaja giderken ayakkabımın bağcığı çözüldü. Büyük düz beton saksılar var bilirsiniz, bank değil, aslında saksı da değil, bir şeye benzemezler. Her neyse tam da öyle bir şeyin yanından geçiyorum. Çantamı üzerine koydum o şeyin, ayağımı da dayadım, bağlıyordum.
Çantayı koyarken, o ‘saksı gibi şeyin’ içine güzelce oturtulmuş üç dört bira şişesi gördüm. Bir tanesi dolu. “Hah zula” der demez içimden sahibi de bitti yanımda. Zaten iki adım ötede denize bakıp sigara içiyordu; döndü geldi. Yüzü gözü yağmurdan sırsıklam. Orta yaşlı, orta boylu, muhacir tipli bir adam. Sallanıyor. Akşamdan kalmış, belli ki sabah da devam ediyor.
Çantayı fark etti herhalde; ben doğrulurken sordu:
-Üniversiteye mi gidiyorsun delikanlı?
En az on, on iki yıl gecikmiş bir soru. Bozmadım, cevap da vermeyecektim ki, yeni soru geldi:
-Lise mi yoksa?
Bu defa güldüm. Sarhoşluk güzel de, ayarsızlık fena. Olsun.
-Otuz beş yaşındayım ben. Lise çağı geçti biraz.
-Hah, üniversite o zaman.
Takmış adam üniversiteye!
-Onu bitireli de on beş sene oldu. Yaşımızı başımızı aldık artık
-Olsun, peki hangi üniversiteye gittin?
Bırakmayacak bu konuyu, belli. “Bari uluslararası ilişkiler demeyeyim” dedim. Bu konu uzar çünkü oradan.
-Siyaset okudum.
-Ne olacaksın peki bitirince?
Kamera şakası desen değil. Saf da bir adam, yazık. Cevapsız bırakamıyorsun.
-Abi, ben bitirdim zaten üniversiteyi.
-İyi işte, ne oluyor siyaset okuyanlar?
Ne oluyor hakikaten? Neyse, fiks cevabımız var buna. Yıllardır kullanmamıştım. Ama unutmamışım.
-Kaymakam oluyor!
-E ne güzelmiş… Sen de olursun.
Bozuk plak, yapacak bir şey yok. Bıraktım dağınık kalsın. Hem adamın keyfi yerinde.
Ama ben röportaja gecikiyordum.
-Okula gecikiyorum, dedim.
-Hadi selametle kardeşim!
Uğurladı beni hararetle. Sonra eğildi birasını aldı. Tıpır tıpır yağmur yağıyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Sen ne dersin?