Amsterdam’daki yeni evimiz bir okulun karşısında. Binası ufak, iki katlı, ancak birkaç sınıflık, kendi halinde bir ilköğretim okulu. Pencereleri çocukların elinden çıkma, kağıt süslemerle bezeli. Pervazlarda yine öğrencilerin marifeti rengârenk, minik maketler duruyor. Otomobiller, uçaklar, gemiler, kaleler, kuleler…
Sabah yedi gibi, karanlık dağılmadan daha, bir-iki öğretmen ve görevliler geliyor. Hemen işlerine koyuluyorlar. Okulun ışıkları sapsarı yanıyor. Elektrik düğmesinin döndüğü o ilk anda, sanki pencerelerden dışarı, karanlıkta uzun süre bekleye bekleye yoğunlaşmış bir huzur hissi yağıyor. İçinde bir gün önceden kalma çocuk kahkahaları, telaşlar…
Öğretmenler kâğıtlarını karıştırıyor, laptop’larını açıyor. Süpürgeler işliyor. Bir iş görmenin, birilerine faydalı olmanın saadeti sıralara, duvarlara, raflara, kitaplara yeniden yayılıyor.
Bu dakikalarda evren sanki sadece onlardan ibaret gibidir. İçlerinden birisi, sadece bir tek öğretmen, tek bir hademe bile aksasa, tüm işleyiş, her şey ama her şey bozulacak, karışacak, anlamını yitirecek; önce öyle hevesle beklenen öğrenciler karanlıkta kaybolacak, sonra mahalleler, sokaklar uğuldayacak, derken karşı pencerenin arkasında bekleyen benim kahve fincanım bile birdenbire çatlayacaktır.
Aksamıyorlar neyse ki. Hava aydınlanıyor. Öğrenciler geliyor. Ben kahvemi içiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Sen ne dersin?