Gençler tulumbayı bilir de, çoğu onu hiç kullanmamıştır. Ben herhalde son zamanlarına yetiştim.
Fizik prensiplerini açıklayacak değilim (zaten beceremem de); basitçe, kol yardımıyla suyu önce çekersin, sonra da dışarı akıtırsın.
Ama su derindeyse, tulumba uzun süredir kullanılmıyorsa ya da kola ağırlık vermeye üşeniyorsan, önce oluktan aşağıya birkaç tas su dökersin; o ağırlık, mekanizmayı daha rahat harekete geçirir.
Düşünmenin prensipleri de tulumbacılığa benziyor. Fikir üretmek için, bir konu üzerinde sistemli şekilde düşünmek için, hatta her gün düşünebilmek için (ki bu da başlı başına bir iştir); zihni önden fikirle beslemek gerekiyor. Yani o suyu önden dökeceksin. Fikirlerin yeni olmasına gerek yok. Bir tas su, biraz fikir… Mümkünse saf, duru, bölünmemiş, başka uyaranlarca rahatsız edilmemiş fikirler…
Sonrası çalışmak. Yine tulumbadaki gibi. Kol gücü. Emek.
Biraz ilham, sonra hep emek.
Düşünüyorum da, tulumba prensibi her yerde işliyor. O bir tas su, o ilham olmadan çark bir türlü dönmüyor. O bir tas sudan sonra düzenli çalışmayınca zaten hiç dönmüyor.
Şimdi suyu bulmak lazım.
PS: Şöyle güzel bir tulumba fotoğrafı bulamadım. Zaten bizdekiler de hep fabrika boyalı, çiğ mavi, sevmesi zor tulumbalardı. Buyurun size çiçekler içinde, tatlı bir tulumba ya da tulumbanın tatlısı! (Eh affedin, buraya kadar getirmişken, bu espriyi yapmamak zor. Maalesef.)
Fotoğraf: Fikri Rasyid