george orwell etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
george orwell etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

iki distopyanın çatıştığı gün


Her yerde virüs var. Doğal sonucu, her yerde tedbir var. 

Rüyalarda bile. 

Karantinadayız, evimizdeyiz, dört duvar arasındayız ama bir yandan da, belki yeterince farkında değiliz, bambaşka bir hücredeyiz. Kendi zihnimizin içine hapsolmuş gibiyiz. Hep aynı şeyi düşünen bir zihin. Oradan kafamızı uzatsak, bir başka zihnin de sadece virüsü düşündüğünü anlıyoruz. Bir başkasının da… Herkesin. İster istemez, bu böyle.

Çıkış yok. 

Çıktığımızı zannettiğimizde bile, açık havada kendimizi yeterince özgür hissetmeyebiliriz. Zihnimizin içinde yeterince rahat hareket edemeyebiliriz. 

Murat Belge, her zamanki gibi serinkanlı düşünerek, mevcut durum için güzel bir tanım bulmuş. Dilsel klostrofobi. Bence tam isabet: 

“ (…) Sokağa çıkma, el sıkma, kimseyle sarılışma, mümkünse eve kimseyi alma vb. Ama bundan başka bir de ‘dilsel klostrofobi’ içindeyiz gibi geliyor. Deyimi ben uydurdum. Demek istediğim, konuştuğumuz her şeyin de ‘Koronavirüs’le sınırlı bir hale gelmesi. Onunla ilgili olmayan şeylerle biz ilgilenemiyoruz sanki. Bunlar (yani sonuç olarak her şey) hayatımızdan çıktı. Dolayısıyla ‘Koronavirüs’ kavramı ve adıyla imal edilmiş bir dilsel duvar içindeyiz aynı zamanda. Bunun ne kadar devam edeceğinin de bir tahmini süresi yok. Herhalde hastalık devam ettikçe o da devam edecek.”

*

Merak ediyorum, biz bunu nasıl aşacağız?

Yoksa hiç aşamayacak mıyız?

Algı eşiğimizin müthiş düşük olmasına güvenerek, bir sonraki belaya dek, eski sersemliğimize mi döneceğiz? Unutarak mı yaşayacağız? 

Sosyal medya türü müsekkinlere mi başvuracağız?

Yoksa aşmayı bile düşünmeyip yeni duvarlar mı öreceğiz? Ya da korkumuzdan, çevremize yeni duvarlar örülmesine izin mi vereceğiz? 

Alttan alta ‘Cesur Yeni Dünya’ ile ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ karşı karşıya gelecek gibi. İki distopya çarpışacak. 

Aldous Huxley ile George Orwell’in, öğretmen ile öğrencisinin insanlığa uyarı niyetine yazdıkları karanlık dünyaları… Farklı duvarcılık teknikleri. İlk fırsatta yazacağım. 

Ama önce şu:

Özgürlük önce dilde kaybedilir. Murat Belge’nin icat ettiği terimle ‘dilsel klostrofobi’, bana geleceğin sıkıntılı geleceğini çağrıştırıyor. 

Kendimizi zihnimize kapatmak uzak bir seçenek değil.

Fotoğraf: Joel Marklund. Brooklyn Köprüsü, New York.

hep bugünü yazdılar

Düşünür Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları’nda yazmış: 
"Totaliter rejim için ideal kişi, davaya kendini kalpten adamış bir nazi veya komünist değildir. Gerçekle hayal ürünü arasındaki ayrımı (yani deneyimin gerçekliğini) ve doğruyla yanlış arasındaki farkı (yani düşüncenin türünü) artık önemsemeyen kişidir." 

Memlekette ne olup bittiğini anlamak için Arendt okumaya gerek de yok; apaçık ortada işte. Rejim, kaynaklarından ucuna totalitarizme kesmiş. 

Seçilmiş belediye başkanları görevden alınıyor, yerine kayyım atanıyor.
Seçilmiş belediye başkanları görevden alınıyor, onlar evvelden rejimin adamıysa, yorgunluktan başka gerekçe de açıklanmıyor, yerine daha seçilmiş görünümlü kayyım atanıyor.

Seçim kaybediliyor, eften püften bile olamayan gerekçelerle yenileniyor. 

Bunun adı demokrasi olabilir mi?

Arendt’in kaynağına inip yazdığı, Orwell'lerin, Huxley'lerin, Bradbury'lerin göstere göstere yazdığı işte bu zaten.

Bu rejimi omuzlarında taşıyanlar da gerçekle yalan arasındaki farkı, deneyimi, düşünceyi artık önemsemeyen kitleler. Arendt Türkçe bilseydi, “Şeyh uçmaz mürit uçurur” da derdi. 

Peki gerçekle yalan arasındaki farkı artık neden umursamıyorlar? Mesele bu. 

aklakara

Okyanusya toplumu, sonuçta, Büyük Birader’in her şeye kadir, Parti’nin de yanılmaz olduğu inancına dayanır. Ama aslında Büyük Birader her şeye kadir, Parti de yanıl­maz olmadığı için, olguların ele alınışında her an sürekli bir esneklik gereklidir. Buradaki anahtar sözcük, aklaka­ra’dır. Pek çok Yenisöylem sözcüğü gibi bu sözcüğün de birbiriyle çelişen iki anlamı vardır. Düşman söz konusu olduğunda, apaçık gerçeğin karşısına dikilerek küstahça aka kara, karaya ak demektir. Bir Parti üyesi söz konusu olduğunda ise, Parti disiplini öyle gerektirdiğinde gönül­den bir sadakatle aka kara, karaya ak demektir. Ama aynı zamanda, akın kara olduğuna inanmak, dahası akın kara olduğunu bilmek ve o güne kadar bunun tam tersine inandığını unutmak anlamına gelir. Böyle bir şey geçmi­şin sürekli olarak değiştirilmesini gerektirir, ki bunu ola­naklı kılan da geri kalan her şeyi kapsayan ve Yenisöylem’de çiftdüşün diye bilinen düşünce sistemidir. 

George Orwell - Bin Dokuz Yüz Seksen Dört (Çeviri: Celâl Üster)

çiftdüşün

Winston kollarını yana indirerek havayı yeniden yavaş yavaş içine çekti. Aklı, çiftdüşünün dolambaçlı dünyasına kayıp gitmişti. Hem bilmek hem de bilmemek, bir yandan ustaca uydurulmuş yalanlar söylerken bir yandan da tüm gerçeğin ayırdında olmak, çeliştiklerini bilerek ve her ikisine de inanarak birbirini çürüten iki görüşü aynı anda savunmak; mantığa karşı mantığı kullanmak, ahlaka sahip çıktığını söylerken ahlakı yadsımak, hem demokrasinin olanaksızlığına hem de Parti’nin demokrasinin koruyucusu olduğuna inanmak; unutulması gerekeni unutmak; gerekli olur olmaz yeniden anımsamak, sonra birden yeniden unutuvermek: en önemlisi de, aynı işlemi işlemin kendisine de uygulamak. İşin asıl inceliği de buradaydı: bilinçli bir biçimde bilinçsizliği özendirmek, sonra da, bir kez daha, az önce uygulamış olduğunuz uykuya yatırmanın ayırdında olmamak. “Çiftdüşün” dünyasını anlayabilmek bile çiftdüşünü kullanmayı gerektiriyordu.

George Orwell - Bin Dokuz Yüz Seksen Dört (Çeviri: Celâl Üster, Can Yayınları) 

kim yaptı bu yolu?

Javaplein'deki kütüphaneye geldim.  Birkaç Türk oturmuş, kütüphanenin orta yerinde siyaset konuşuyorlar. Yaşlıca bir adam "Türkiye’...