marslılar'ın amerika'ya saldırdığı gün




Beklenen oldu; ABD ara seçimlerinde Cumhuriyetçiler, Demokratlar’ı silip süpürdü. Temsilciler Meclisi çoğunluğunu aldılar ve en az on yeni vali çıkardılar. Senato’da ise Demokratlar ucu ucuna tutunmuş görünüyor. Sonuca yol açan bir sürü faktör var; ikisini yazayım. İlkin şu: Sandığa gidenlerin yüzde 23’ünü oluşturan 65 yaş üstü muhafazakâr seçmen, ülkelerinin (ve kendilerinin) sahip olduğunu düşündükleri ayrıcalıkları muhafaza etmeyi seçti ve yeni nesillere bencil, şımarık ve kaprisli bir ülke hediye etti. Sosyal adalet diye bir kavrama inanmadıklarını açıkça ilân ettiler. Bir de tabii Tea Party hadisesi var, çoğunluğu Beyaz ve Protestan bu çay particileri, ırkçılıklarını ve dünyanın geriye kalanına dair umursamazlıklarını ekonominin kötü gittiğine dair teorilerinin arkasına gizleyerek avaz avaz, çılgın bir parti düzenlediler. İç basında, dış basında, televizyonda, radyoda, internette, meydanlarda, konser salonlarında, kısacası her yerdeydiler. Gürültüleri herkesin sesini bastırdı.

Bu particilerin fotoğraflarına, fotoğraflardaki yüzlerine bakınca aklıma tek bir şey geliyor. Hani Amerikan ırkçılığı filmlerinin o en can alıcı sahnesinde, tam da Ku Klux Klancılar maskelerini çıkarttığında, kasabanın şerifinin, şerifin karısının, iş adamının ve ne kadar ileri gelen varsa neredeyse hepsinin o semiz, müsamahasız ve zevkten çarpılmış yüzlerini görürüz ya… İşte o… Boşuna “it’s the economy, stupid” diye bağırmasınlar yani.





Bu seçmen, sonuçlardan da anlaşılıyor işte, kendisinden başka hiç kimseyi umursamıyor. Dünyanın sadece ve sadece kendi etrafında döndüğünü sanıyor ve bu kadar kalabalık, güçlü ve enerjik olmasına rağmen, yabancı gördüğü her şeyden korkuyor. Western filmlerinde “Yabancıları burada sevmezler” demelerinin nedeni de bu zaten. Basitçe, korkuyorlar….

Yeni bir şeyden bahsetmiyorum yani. Mesele hep bu minvaldeydi. 72 yıl önce bugünlerde, ABD’de yaşanan bir olay fikir verecektir sanırım. İngiliz gazetesi Guardian’ın o tarihte yazdığı haberden aktarıyorum:

31 Ekim 1938’de, H. G.Wells’in 19. yüzyıl sonunda yazdığı Dünyalar Savaşı isimli eseri, ulusal bir radyoda, “radyo draması” olarak yayımlandı. Eseri hazırlayan ve sunan Orson Welles’ti. Doğrusu, ünlü oyuncu işini gerçekten iyi yapmıştı. Program bir dans şarkısıyla başladı; ama şarkı bitmeden Princeton Üniversitesi’nden astronomların Mars’ın yüzeyinde birtakım hareketler gördüğüne dair bir son dakika haberi girildi. Sonra da New Jersey’e bir meteorun çarptığı rapor edildi. Nihayet meteorun yarıldığı, içinden Marslılar’ın çıktığı ve New York’u ele geçirmek üzere ilerlediklerine dair haberler geldi.

Bütün yayın sırasında her şeyin bir kurgu olduğu ısrarla vurgulanıyordu.

Ama… İnsanlar bunun gerçekliği konusunda hemfikir olmuştu bir kere. Polise ve radyoya telefonlar yağdı. New Jerseyliler'in bir kısmı zehirli gazlardan korunmak için yüzlerini ıslak havlularla kapladı; bazı şehir sakinleri de alabildikleri değerli eşyalarını yanlarına alarak evlerinden kaçtı. Şehrin her yerinden gaz saldırısı haberleri geliyordu; hastaneler “şok” tedavisi gören insanlarla doldu taştı. Marslılar’ın işgâline şahit olduğunu söyleyen insanlar polise ihbarda bulunuyorlardı. Kiliseler doldu.

Birçok insan o an dünyanın sonunun geldiğini düşünüyordu.

Bütün bunların sebebi dramatik açıdan epey başarılı bir radyo tiyatrosuydu sadece. Üstelik dediğim gibi, her şeyin kurgu olduğu ısrarla vurgulanıyordu. Ama insanların, hele de Amerikalılar’ın korkmak için gerçek bir sebebe ihtiyacı yok. Tea Party işte tam da bunun temsili ve artık iktidarı paylaşıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sen ne dersin?

oktay opaz

Ben Octavio Paz demiştim; yanlış anlaşılma işte, karşıdaki Oktay Opaz dediğimi sanmış. Öyle de yazmış.  Düzelttik sonra.  Ya Oktay Opaz? Sen...