hariçten gazel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hariçten gazel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

dünyayı gerçekten kurtaran adam

26 Eylül 1983... Rusya’da, Moskova Oblastı’nda yer alan Serpukhov-15 isimli yasak şehirdeyiz… 
Tam 34 yıl önce, bugün, burada Stanislav Petrov isimli bir yarbay, dünyanın sonunu getirecek bir nükleer savaşı tek başına engelledi…
Yarbay Petrov’un hikâyesi, bugün dünya üzerinde nefes alıp veren her bir canlının hayatının nasıl da pamuk ipliğine bağlı olduğunun hikâyesi… Bugün gülüp ağlıyoruz, yazıp çiziyoruz… Yarın pofff… İki dengesiz ve cahil insan yüzünden, onları oraya koyan biz insanoğlunun yüzünden her şeyin sonu gelebilir… Dünya, üzerinde uygarlık kuracak bir sonraki hayat formu için milyonlarca yıl beklemeye başlayabilir. Tabii o kadar ömrü kaldıysa. 

***

Petrov’un hikâyesine geri dönelim biz… O zaman, yani Soğuk Savaş’ın civcivli günlerinin yaşandığı 1983’te 44 yaşını süren Petrov, Serpukhov-15’te bu soğuk ve sinsi savaşın en ciddi işlerinden birini yürütüyordu. Rusya’yı vurmak üzere ABD’den ateşlenecek nükleer füzeleri saptamak onun işiydi. İsmi ‘Oko’ (Türkçe’de ‘Göz’) olan erken uyarı sisteminin –çalışırsa- Rus ordusuna zaman kazandırması bekleniyordu. Bu sayede misliyle karşılık verilebilecekti.

Füzenin ABD’den ateşlenmesi ve Rusya’da bir bölgenin isabet alması arasındaki zamanın 25 dakika olduğu tahmin ediliyordu. Ne yapılırsa işte bu 25 dakikada yapılacaktı. Rusya gardını alacak, karşı füzeler ateşlenecek, devlet adamları saklanacaktı. Hepsi 25 dakikada… Dünya o 25 dakikadan sonra asla aynı dünya olmayacaktı.


***

Dünya o günlerde zaten asla eskisi gibi olmamak için çırpınıyordu. New York Times’ın Petrov hakkındaki makalesinden aktarıyorum: Daha üç hafta önce, Sovyetler Birliği, ülkenin hava sahasına giren bir Kore Havayolları uçağını vurmuş, uçaktaki 269 kişinin tümünü öldürmüştü. Yolculardan biri ABD’nin Georgia eyaletinden bir kongre üyesiydi. Dönemin ABD başkanı Ronald Reagan bu olaydan sonra, Sovyetler’i ‘evil empire (kötülük imparatorluğu)' diye nitelemiş ve silahlanma yarışının dondurulmasına yönelik çağrıları reddetmişti. Sovyetler Birliği’nin başındaki Yuri Andropov’un da zaten silahsızlanmaya pek niyeti yoktu: Amerikan saldırısından fena halde korkuyordu.  
26 Eylül 1983 sabahında Petrov’un sorumluluğu altındaki bilgisayar sistemi Sovyetler’i vurmak üzere havalanan beş Amerikan füzesini haber verdiğinde dünya işte böylesine gergindi. 
Petrov ve ekibi şaşkına dönmüştü. Daha sonra “İlk on beş saniye tamamen şok halindeydik” diye anlatacaktı Petrov. Şimdi ne olacaktı? Ne yapması gerekiyordu?
Aslında önünde çok fazla seçim şansı da yoktu. Olayların şu sırayı takip ederek gelişmesi beklenirdi: 
Petrov telefona uzanacaktı. Üslerini bilgilendirecekti. “Efendim, sistemler efendim, ABD’den füze ateşlendiğini gösteriyor; evet efendim, beş füze görünüyor efendim, emredersiniz efendim” diyip aradan çekilecekti. Hepsi bu kadar! Tarihin gidişatı üzerinde bir etkisi olmayacaktı. Suçu da olmayacaktı. Sonuçta ellerindeki en gelişmiş bilgisayarlar bunları söylüyordu. Silsile üzerinden en tepedeki Andropov’a kadar gidilecek; devlet başkanı da acil karşılık verilmesini emredecekti. 25 dakika... Bunların hepsi 25 dakika içinde olup bitecek ve bildiğimiz dünyanın sonuna gelecektik. 

***

Ama bunlar yaşanmadı. İyi ki yaşanmadı!
Petrov, beş dakika boyunca elinde telefon bekledi. Ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Önünde ekranlar çıldırtıcı bir şekilde yanıp sönerken, nihayet kimseyi aramamaya karar verdi. Bunun yanlış alarm olduğuna hükmetmişti. Çok da emin değildi ama sezgileri bu yöndeydi. Sistem çok yeniydi; güvenilir bir aşamaya gelmemişti. “Şansım yüzde 50’ye 50’ydi” diye anlatacaktı daha sonra. Neredeyse yazı tura! Petrov’un seçtiği taraf gelmişti. Şanslıydı. 

***

Sadece o değil, hepimiz şanslıydık. Siz ya da anne-babanız o günü atlattıysa bu yüzde 50’lik talihimizin tutması yüzündendi.  
Çünkü ABD o füzeleri aslında hiç atmamıştı. Amerika’yı gözleyen uydu, sonbahar ekinoksunun da etkisiyle, bulutların üstündeki güneşin yansımasını, ateşlenen füzelerle gibi algılamıştı! Güneş, bulutlar, yansıma! Bu kadar işte… Bulutlara değen ışık huzmesi dünyanın sonunu getirecekti! Aptalca bir faciadan, soğukkanlı bir adamın muazzam baskı altında verebildiği doğru karar sayesinde kurtulduk. 
Petrov’un bulutlar üzerinde oynaşan ışıkları bilmesine imkân yoktu elbette. O “Bu işte bir yanlışlık var” diye vermişti kararını. İşte sonradan Washington Post’a anlattıkları: “İnsanlar bir savaş başlatmaya karar verdiğinde bunu beş füzeyle yapmaz. Bunu düşündüm. İçimde tuhaf bir his vardı. Hata yapmak istemiyordum ve bir karar verdim. Hepsi bu.” 

Alman Spiegel dergisine ise "Biz makinelerden daha zekiyiz; sonuçta onları biz yarattık" diyecekti. 

Bu güzellik cezasız kalmadı elbette! Yarbay, o an her şeyi kayıt altına almadığı için bir soruşturmaya uğradı ve kınama cezası aldı.

***

Stanislav Yevgrafovich Petrov, bu senenin 19 Mayıs’ında, Moskova banliyösü Fryazino’da, zatürre sonucu hayata gözlerini yumdu. 77 yaşındaydı. Dünyayı gerçekten kurtaran adamdı. Bugün de o gün gibi bir füzenin onun yaşadığı topraklardan ateşlenildiğini öğrenmek beş dakika bile almıyor; o füzenin karşı tarafa isabet etmesi de hepi topu 25 dakika. Petrov’un ölüm haberiyse Batı’ya dört ayda geldi. 

1984'te, Sovyet ordusundan albay unvanıyla emekli oldu Petrov. Erken uyarı sistemini üreten enstitüde kıdemli mühendis olarak çalışmaya başladı. Karısı Raisa'nın kansere yakalanması üzerine o işi de bıraktı; evine çekildi. Raisa 1997'de öldü.

Ona ulaşmak isteyen Batılı gazeteciler, Petrov'u aksi, huysuz bir adam olarak tanıdı. Onun tek söylediği görevini yaptığıydı. (İlgilisine: Walter Cronkite, Kevin Costner ve Robert De Niro'lu, Peter Anthony imzalı yarı dökümanter yarı kurgu 'The Man Who Saved The World  - Dünyayı Kurtaran Adam', Petrov'un detaylı bir portresini çiziyor.)


*** 
O tuhaf günün üzerinden 34 yıl geçti. Ne Reagan ne Andropov kaldı ortada. Soğuk Savaş da bitti. 
Ama elimizde Donald Trump ve Kim Jong-Un bulunuyor şimdi. Dünya, güneş ışınlarının azizliği yüzünden bile mahvolabilecekken, iki çılgın devlet adamı birer nükleer cephaneliğe hükmediyor. Birbirlerini saçmasapan sözlerle kışkırtmaya çalışıyorlar. Ellerinin altında her şeyi sona erdirecek birer düğme var. 
Üstelik dünyayı kurtaran adam da yok artık.   

gelecekler, geliyorlar, geldiler

Almanya’da parlamento seçimleri yapıldı. Merkel, oyların yüzde 33’ünü alarak seçimleri kazansa da, en kötü performansını sergiledi. Partisi CDU/CSU (Hristiyan Demokratlar) ve bir önceki meclis aritmetiğininin ‘büyük’ koalisyonunda hükümet ortağı olan Sosyal Demokratlar (SPD) yaralı çıktılar seçimden. Tartışmasız kazanan aşırı sağcılar (AfD-Almanya için Alternatif Partisi) oldu. Irkçılık hiç yükselmemesi gereken bir ülkede yükselirken, AfD üçüncü parti olarak Bundestag’a (parlamento) girdi. 

Spiegel’in seçim kapağı, başka hiçbir şeyle değil, işte bu tartışmasız galiplerle ilgileniyor. “Oradalar” diyor, Bundestag’ı kast ederek. Biraz Game of Thrones hissi veriyor kapak. Aşırı sağcılar duvarın ötesinden geliyorlar gibi! Zaten başka bir yerden de gelemezler. Irkçılıkla zombilik iyi örtüşen bir ikili. (Almanca’daki ‘wahl’ yani ‘seçim’ sözcüğü ile İngilizce’deki ‘wall’ yani ‘duvar’ sözcüğü arasında da, “Çok zorlama oldu” demezseniz bir bağlantı var gibi). 

Kısacası, “Gelcecekler, geliyorlar” denilen ‘aşırılar’ geldiler. Üstelik en çok da mülteci meselesi üzerine oynayarak geldiler. Almanya’da ‘yabancı’ meselesini kaşıyan herkes bu işin sorumlusu. Bizim siyasetçilerimiz de bu işe dahil!  

Bir de seçim sonrası Alman gazetelerin bakalım. Aşağıda örneklerini göreceksiniz. Her zamanki gibi serin, sakin ve soğukkanlılar (‘Cool’ sözcüğünün tüm karşılıklarını taşıyorlar yani). Birinci sayfaları okuyunca, tüm seçimi okuduğunu düşünüyor insan. Benim favorilerim bugün olası bir Jamaika Koalisyonu’nu anlatan manşetiyle çıkan Die Tageszeitung ile seçim sonrası grafikle harika bir sayfa yapan Süddeutsche Zeitung. 

Peki ‘Jamaika Koalisyonu’ nedir? Özetleyeyim. Sosyal Demokratlar (SPD), seçimden ciddi sıkıntıyla çıktıkları için artık koalisyon ortağı olmak da sorumluluk da istemiyorlar. Muhalefete geçiyorlar. Üçüncü parti olan aşırı sağcıların (AfD) hükümete girme şansları yol. Bu yüzden Merkel (CDU/CSU), küçük ortaklarla yoluna devam edecek gibi. Yani Liberaller (FDP) ve Yeşiller… Bu üç partinin renkleri, sırasıyla sarı, siyah ve yeşil. Jamaika bayrağının renkleri…






kendini yakmak


Yıllar evvel Aktüel Dergisi'nde çalışırken, yayın direktörümüz Alev Abi (Er), 1980’lerin başında Hürriyet’te çıktığını düşündüğü bir haberi bulmam için beni Taksim’deki Atatürk Kütüphanesi’ne gönderdi. Haber protesto için kendini yakan biriyle ilgiliydi. Alev Abi’nin hafızası aslında iyidir ama maalesef haberin tam tarihini bir türlü hatırlamıyordu. Darbe sonrasıydı tamam, ama gerisi belirsiz… Bu belirsizlik benden kesin sonuç istemediği anlamına da gelmiyordu! Çaresiz, kütüphanenin yolunu tuttum. Günlerce eşelenerek Hürriyet’in 1985’e kadarki bütün nüshalarını taradım. Her günkü ziyaretçilerin arasında yazar Necati Tosuner’i hatırlarım. O da o sırada sabırla gazete tarıyordu.

Alev Abi’nin tarif ettiği vakayı bulamadım. Bir umut, başka gazetelere bile bakmıştım; ama çıkmadı işte (bir küçük not: Alev Abi’ye rapor verdiğimde “belki de yanlış hatırladım” demişti sadece.) Beri yandan birçok başka vakaya rastladım. Seksenlerin başında, öyle görünüyor ki, kendini yakma salgını vardı. Fakirliğe, ayrımcılığa, hayatın bin türlü başka derdine isyan eden gariban insanlar son paralarıyla bir bidon gaz alıp kendilerini ateşe veriyorlardı. İntiharın veya protestonun türlü yolu var; ama olabilecek en acılısını seçiyorlardı işte. Belki de ateşle dağlanan vücutlarını kesin ve nihai bir uyarı aracı olarak kullanmak istiyorlardı.

Bugünlerde böylesi pek yaşanmıyor; Türkiye kendini ateşe veren acılı vatandaşlarını unuttu. Ama Kuzey Afrika’da, Tunus’ta başlayan ve dün nihayet Mısır’da da alevlenen devrim salgınına bakarsak, bu sert uyarı oralarda hortladı. Tunus’taki ayaklanma, polisten dayak yiyen 26 yaşındaki bir işportacının, Muhammed Bouaziz’in kendini yakmasıyla başlamıştı. İlerleyen günlerde Cezayir’de dört kişi daha aynısını yaptı. Mısır ve Moritanya’da da benzer vakalar görüldü.

Dün Kahire’de Tahrir Meydanı’nda polis, Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in görevi bırakmasını isteyen göstericilerin üzerine ateş açtı. Gazeteciler, meydanda toplanan insanların “Kaybedecek bir şeyimiz yok, biz buraya ölmeye geldik” dediklerini aktarıyordu. Sonra olaylar başladı. Kan döküldü.

Adam kendini yakıyor; sen üzerine ateş açsan ne olur? Daha fazla acı verebilir misin ki?

PS: Kütüphane fareliğime bir süre sonra yine Aktüel'den Burcu'nun (Ünal) da eşlik ettiğini atlamışım. Düzeltir, özür dileriz :) Yalnız onun hatırladığının aksine vaka 1986'da da çıkmadı. Hiçbir yerden çıkmadı!

hükümetsizlikte dünya rekoru



Belçika ve Hollanda gibi Batı Avrupa ülkeleri için seçim düzenlemek mühim değil. Esas çılgınlık sonra başlıyor. Hiçbir partinin çoğunluğu sağlayamaması artık gelenek halini aldığı için, koalisyon görüşmeleri aylarca sürüyor. Bu haberi yapmadan önce, bu konuda bir dünya rekoru olabileceği aklıma gelmezdi; meğer varmış. Ama rekorun yeni sahibi artık Avrupa ülkeleri değil, sınır komşumuz, derbeder Irak. Fotoğraflar, Irak Başbakanı Nuri El Maliki'nin güç bela oluşturduğu kabinesinin yemin töreninden; aşağıdaki metinse Newsweek Türkiye'nin 27 Aralık'ta yayımlanan iki haftalık özel sayısında yer aldı. Gerçekten iyi, özel röportajların yer aldığı bu sayıyı alıp saklayın derim.

***

Belçika’da 13 Haziran’da yapılan seçimlerin sonuçları açıklandığında, doğal olarak, kaybeden parti seçmenlerinin yüzü asıldı. Ama seçimden en yüksek oy oranıyla çıkan Yeni Flaman Birliği destekçilerinin de sevinçli olduğu pek söylenemezdi. Parti, lideri Bart de Wever’in ayrılıkçı mesajlarıyla ciddi oy toplamıştı ama sağladığı oy oranı, ülkede artık bir gelenek halini aldığı üzere tek başına iktidar olmasına yetmiyordu. Belçika’nın, kurucu unsurları olan Flaman ve Valon toplumları üzerinden ikiye ayrılması gerektiğini savunan de Wever koalisyon pazarlıklarına hemen başladı. Ama bugüne kadar henüz bir sonuç almış değil. Nitekim geçen hafta sarf ettiği “Belçika artık işlemiyor” sözleri yaşadığı hayal kırıklığının boyutlarını gösteriyor. Kolay değil, elinizde tuttuğunuz sayının piyasaya çıktığı gün itibariyle, Belçika 197 gündür hükümetsiz. Bu yazı geçen yıl yazılsaydı Belçika’nın hükümetsiz devlet konusunda rekora koştuğunu ve Hollanda’nın 1977’deki koalisyon pazarlıkları sırasındaki 208 günlük yönetim boşluğunu yakalamak üzere olduğunu söyleyebilirdik ama şimdilik bu rekora üç ay uzaklıkta. Çünkü Irak Parlamentosu, 7 Mart seçimlerinden sonra, Nuri el-Maliki’nin ancak geçen hafta kurmayı becerdiği hükümeti onaylayarak tam 289 gün süren bir tıkanıklığa son verdi ve bu konudaki rekoru şimdilik elinde tutmaya başladı. Bugüne kadar bu alandaki tek araştırmaya imza atan İsveçli sosyal bilimciler Kaare Strøm, Wolfgang C. Müller ve Torbjörn Bergman’ın verilerine göre Batı Avrupalılar, aslında ülkeyi hükümetsiz yönetme konusunda epey tecrübeli. Irak ve Belçika’nın taze skorlarını dışarıda bırakıp, bir hükümetsiz ülkeler “top 10” listesi kuracak olursak, bu listeye Hollanda’nın 4, Belçika’nın 2, Avusturya’nın 2, İzlanda ve İtalya’nınsa birer defa girdiğini görüyoruz (10. sırada Hollanda’nın 1956’da sonuçlanan 122 günlük koalisyon pazarlığı var.) Peki bu ülkelerde yönetimsizlik sıkıntısı ne boyutta? Belçika’nın Avrupa Birliği dönem başkanlığını son altı ay boyunca hiçbir problem yaşamadan yürüttüğünü hatırlayın. Sizce bir sıkıntı var mı?


Rekor sıralaması (Irak ve Belçika 2010 seçimleri hariç)

Hollanda (1977) 208 gün
Belçika (2007) 194 gün
Hollanda (1973) 163 gün
İzlanda (1963) 159 gün
Belçika (1988) 148 gün
Avusturya (1963) 129 gün
İtalya (1979) 126 gün
Hollanda (2003) 125 gün
Avusturya (2000) 124 gün
Hollanda (1956) 122 gün

yılın en saf ülkesi anketi


Nasıl bu kadar saf olabiliyoruz? Aramızda en akıllı geçinenler bile Time dergisinin yılın insanı anketinin gerçekten o kişiyi belirleyeceğini ve derginin de sayfalarında ona yer vereceğine inanıyor. Gazeteler ve internet siteleri “Tayyip Erdoğan, Lady Gaga’yı ha geçti ha geçecek” diye haber yapıyor. Sonuçta Time bütün dünyaya her yıl bir defa “gel gel” çekiyor, hararet nedense en çok Türkiye’de yükseliyor. Bu liste için, en azından yapım aşamasında başka hiçbir ulusal medyada bu denli haber üretilmiyor.

Nihayetinde bu seneki kapağa Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg çıktı. Sonuca herhangi bir oylamanın etki ettiğini düşünmek için deli olmak gerekir. Time “Yılın insanı Zuckerberg” için tam 23 sayfalık bir dosya hazırlamış. İlgili yazıya özel fotoğraf çekimleri ve üzerinde günlerce uğraşılmış grafikler eşlik ediyor. Muhtemelen David Fincher’ın filmi Social Network hem gişede başarı kazanıp hem de eleştirmenler tarafından beğenilince Time’ın editoryal ekibinin kafasında bir fikir şekillenmiştir. Böyle bir dosya, en azından Türkiye şartlarında, bir aydan kısa bir sürede çıkmaz.

Beş maddelik listedeki diğer isimlerin ikisi için de benzer çaba sarf edilmiş. İkinci Tea Party’ciler ve beşinci Şilili madencilerle ilgili dosyalarda özel çalışma yapmışlar. Örneğin Şilililer’in fotoğrafları gerçekten çok iyi. Ama diğer iki madde sadece yazıya yaslanıyor. Üçüncülüğün layık görüldüğü Julian Assange, Kasım-Aralık’ta yeniden bir çıkış yapmasaydı da listede olurdu. Wikileaks’in kurucusunun bu yaz yayımladığı War Logs bile onu listeye sokmak için tek başına yeterdi. Dördüncü Hamid Karzai’nin ise nasıl bir önem arz ettiğini anlayamadım. Daha doğrusu anladım ama çok sıkıcı buldum. Time, Afganistan Devlet Başkanı'nın savaştaki hayal kırıklığının sembolü olduğunu söylüyor. Demek işler iyiye gitseydi bir komutanı ya da Obama’yı koyacaklardı; sarpa sarınca günah keçisini öne çıkarmışlar. Pöfff!

Peki ya Tayyip Erdoğan’la Lady Gaga? Onlar geçen seneki geniş listedelerdi zaten. Basit değil mi, her sene aynı isimleri yazsalar, kimse yenileri merak etmezdi.

Kısacası, böyle bir liste için Time gibi bir dergi okuruna başvurmaz; aylar öncesinden pişirmeye başlar, zamanı gelince servis eder. Bu yüzden ne boşuna internetin başına oy vermeye koşun ne de koşanlar hakkında yorum yapın. İkisi de aynı şey; Time’ın yıldızını parlatmaktan başka bir işe yaramıyor. Tıpkı bu yazının da yapmak zorunda kaldığı gibi.

dünyanın ucundaki ada







Evini barkını memleketini bırakıp, bahtını dünyanın öteki ucunda bir volkanik adada aramaktan daha kötü ne olabilir? Yüze yakın Iraklı ve İranlı, aralarındaki düşmanlıkları bile bir kenara bırakmış, derme çatma bir teknenin üzerinde, Avustralya’nın küçücük Christmas Adası’na ulaşmaya çalışıyordu. Yolculukları dün, teknelerinin o adanın kıyılarında parçalanmasıyla bitti. Ölü sayısının 50'yi aşması bekleniyor.

Christmas Adası dünyanın en yoğun kaçış rotasının üzerinde, Endonezya ile Avustralya arasında. Kendileri de fosfat çıkarıp işlemek için yıllar önce adaya göçmüş çoğunluğu Malezyalı ve Çinli 1200 kişilik nüfusu, bir kavşağı ve birkaç trafik lambası var. Bir gazetesi yok adanın; onun yerine halkı bilgilendirmek için üzerine notlar yazdıkları bir karatahta kullanıyorlar.

Ama bu nüfusa dahil olmayan binlerce kişi daha yaşıyor aynı adanın üzerinde. Avustralya hükümeti, bu gözlerden uzak yerde, binlerce sığınmacıyı yerleştirdikleri iki mülteci kampı kurdu. Herkesten, her şeyden, kendilerinden, ülkelerinden uzakta. Halının altında…

Avustralya gazeteleri ada halkının, Kasım-Mart arasındaki muson sezonunda çıldıran dalgalarda debelenen sığınmacıları kurtarmak için sabahın ilk saatlerinden itibaren çabalayıp durduğunu yazıyor. Ama ellerinden bir şey gelmemiş. Independent’a konuşan Asylum Seeker Resource Centre’dan Pamela Curr ise başka bir şey söylüyor. Ona göre Avustralyalı sınır devriyeleri bu teknenin nereye gittiğinin muhtemelen farkındaydı: “Böylesi zayıf bir teknenin üç beş metrelik dalgalarla boğuşamayacağını bildikleri halde, Christmas Adası’na yönelmesine izin verdiler.”

Dünyanın her tarafında durum böyle. Türkiye-Yunanistan sınırında da, Avustralya’da da, İtalya kıyılarında da… Yetkililer, sığınanları görmezden gelince, "bana gelmesin de nereye giderse gitsin" dedikçe, kendi dertlerinin biteceğini sanıyorlar. Mültecilerden tiksiniyorlar. İnsanı Irak’tan alıp, dünyanın öteki tarafındaki volkanik adada öldüren fırtına dinmeden o dert hiç biter mi?

2010’lu yıllarda mülteci meselesini daha çok konuşacağız. Vicdanınızı uyandırın

guardian'ın uçkur hesabı



Düzeltir, özür dileriz”in bu kadar sersemcesini okumuş muydunuz? Sersemce ama neşeli yine de. Guardian, beraber olduğu kadınların sayısını yanlış hesaplayınca, 1980’lerin efsane grubu Simply Red’in vokalisti Mick Hucknall’ın ve gözünden bir şey kaçmayan cevval okurlarının affına sığınmış. Buyurun, aşağıda:

“Bir redaksiyon hatası sonucu, Simply Red şarkıcısı Mick Hucknall’ın 1980’lerin ortasındaki üç yıllık bir zaman diliminde bini aşkın kadınla yattığını yazdık. Doğrusu bir yılda binden fazla kadınla beraber olduğudur. İlgili haberlerde de geçtiği üzere, Hucknall, o yıllarda, her gün bu tipte ortalama üç ilişki yaşadığını söylüyordu.”

Eskiden bir Julio Iglesias vardı uçkurunun hesabı tutulan; Hucknall onu bile geçmiş. Guardian’ın sersem düzeltmesine de ayrıca alkışlar! Görev bilinci budur.

Bunlar da Guardian’ı hataya sürükleyen ilgili haberler:

Mick Hucknall apologies to thousands of women he slept with

Mick Hucknall: 'I feel a bit like the antichrist'

greed, greed, more fuckin' greed



Yeni kahramanım bu amcadır. Herhangi bir meseleyi bu kadar net ve sağlam bir şekilde ortaya koyan birisini hiç görmemiştim. Kendisi ABD’de yaşayan bir İrlandalı; adı sanı belli değil. Kelt Kaplanı diye tanınan İrlanda’nın içine düştüğü bedbaht durum vesilesiyle kendisine mikrofon uzatıldığında “Gerçekten öğrenmek ister misin, yeğenim” şeklinde meseleye yaklaşıp iki dakikada her şeyi özetliyor. “Greed, greed, more fuckin’ greed…” diye giriyor önce (mealen “götüren hanuduyla götürdü, bir yiyen bir daha doymadı.) Sonra “Bütün Batı dünyasında durum aynı" diyor ve bu işe kimin sebep olduğunu, kimin kazanç sağladığını ve hesabı kimin ödediğini tamamı renkli sözcüklerle anlatıyor. Fuck’ları, asshole’ları havada uçuşturan amcam, röportajın sonunda meseleyi sulandıran gazeteciye de sağlam bir ayar veriyor: Fuck off!!!

İşte böyle; sağlam ciğer sağlam vücutta bulunur. Ciğerden konuşuyor amcam. Videoyu izleyen İrlandalılar, Youtube’da “bu adam gelsin İrlanda’nın başına geçsin” diye yorum bırakmışlar. Yetmez, gelsin buraları da yönetsin. Gözlüklerinin de ayrıca hastasıyım.

aşkımız her zamanki gibi tehlikede



Yaşımız geçti artık, benden sonra da gidenler var. Berkan'ı (Özyer) askere gönderiyoruz. Tam şu an Newsweek Türkiye ekibi uğurlama adına cümleten İstanbul'da partiliyor, ben de gurbette bu post'u giriyorum. Sebepsiz değil, taze askerin bu fotopost'lara pek kanı kaynıyor, eh, giderayak arkasından şöyle bir tas su dökmüş olayım. Ben Amsterdam'a gelirken de o dökmüştü, unutmadım bak!

Sosyal sorumluluğunun farkında bir blog yazarı olarak şu duygusal girişi hemen gündemle birleştiriyorum. Malum, Wikileaks belgeleri, bir sürü başka ifşaatın yanı sıra, Rusya Başbakanı Vladimir Putin ile İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi arasında akçeli bir ilişki olduğunu söylüyor. Her şeye inanırım, işte buna inanmam! Bu ikilinin ilişkisi bambaşka, paraya pula bakmaz. Bakın, fotoğraflar da böyle söylüyor. Maşallah beraberce her kılığa girmişler, her zevki tatmışlar, şimdi bunun parayla ne ilgisi var!

En tatlısını sona sakladım Berkan, yavaş yavaş git, sana aynen o fotoğrafta olduğu gibi uzaktan selam ederim, hayırlı teskereler!














başkomutan solda!



Bu arkadaşların askerliği bitmez.

Ayrıca ceketini de beğendim,genç!



Fotoğraflar New York Times'dan, Obama'nın dünkü sürpriz Afganistan ziyaretinden.

resim değişiyor



Rüzgâr değişiyor da diyebiliriz. Neyin ne olduğunu anlamaya çalışmakla geçen birkaç günün ardından gelen değişimle, Amerikan merkez medyası dişini göstermeye başladı. ABD bayrağının Assange’ın ağzını kapattığı Time kapağı manidar. İlgili yazı da öyle. Derginin Wikileaks ve Julian Assange hakkındaki kapak konusunu Hillary Clinton yazsaydı, daha iyisini hazırlayamazdı. Time, Massimo Calabresi imzalı yazıda hafiften Assange’ı suçluyor ve üstüne üstlük bir de dalgasını geçiyor. Wikileaks’in ardındaki ismin “şehitlik kompleksi”ne sahip olabileceği söyleniyor, boyundan büyük laflar etmekle itham ediliyor (“Yaptığımız söyleşide bize Amerika’nın kurucu babaları hakkında bir söylev çekti” denmiş mesela)

Time herkes hakkında bu denli tatsız şeyler yazmaz. Belli ki, çorbadaki sinek gibi can sıkmış Assange. Beri yandan medyanın bunu neden yayınladığı tartışmasına girmemişler (ABD’nin en güzel yanı, basının gerekli gördüğü her şeyi yayımlama hakkının Anayasa tarafından düzenlenmiş olması kuşkusuz.) Biraz sisteme kızıyorlar, bu kadar çok gizli belge olmasının yanlışlığını ve bu belgelerin –bu kadar çok oldukları için- korunmasının imkânsızlığını yazıyorlar. Dahası, Time’a göre, ABD Başkanı Obama, zaten tam da bu yanlış sistemin canına okumak üzereydi ve Assange şimdi onun işini zorlaştırdı.

Eh, kimin işi zor değil ki?

oktay opaz

Ben Octavio Paz demiştim; yanlış anlaşılma işte, karşıdaki Oktay Opaz dediğimi sanmış. Öyle de yazmış.  Düzelttik sonra.  Ya Oktay Opaz? Sen...