gündem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gündem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

as bayrakları as

Sokakta günlerdir bir Avrupa Birliği bayrağı asılı. Evin sahibini tanımıyorum, kim olduğunu da bilmiyorum ama bu yaptığı hoşuma gidiyor. 

Bayrağı asan kişi, geçen haftaki seçimlerden önce rengini belli etti. Dosta düşmana tarafını duyurdu. Bunca milliyetçilik patlaması içinde, yıllardır diş diş, tırnak tırnak kazanılanlara, tek bir Avrupa fikrine sahip çıktı. 

Yaşlıca biri olduğunu tahmin ediyorum. İkinci savaşın etkilerini çocukluğunda yaşayanlardan olmalı. On yıl öncesini bile bilmeyen, acıları tanımayan genç ve beyinsiz faşistlerden değildir. Bu beyinsizlerin içinde genç olmayanları da var elbette. Onlar dümdüz kötü, bencil ve çıkarcı insanlar. Her zaman ortadadırlar. Savaş çıkarır, nutuk atarlar.

Bayraklı komşum, en azından bu ülkedeki, Hollanda’daki sonuçlara seviniyordur. Avrupa Birliği karşıtları (çoğunlukla aşırı sağcılar ve düz faşistler) pek bir şey yapamadı. Avrupa genelinde de birlik karşıtları parlamentoya girdi ama çoğunluğu ele geçiremediler. Çünkü hayatlarında daha fazla sığlık istemeyenler de sandığa gitti. İyi veya kötü, artık her telden görüş parlamentoda. Olsun da. Gerekiyor çünkü. Ekonomi, göç ve iklim. Hangi meseleyi tek başınıza ele alabilirsiniz ki? 

Keşke bizim de bu konuda söyleyecek sözümüz olsaydı. Hepsinden en çok etkilenen biziz.

Şu bayraklı komşum cama çıksa da kim olduğunu anlasam. Muhabbetle selam verirdim. Belki arkadaş olurduk. 

zorunlu okumalar listesi

Bir önceki post’ta, Şerif Mardin’in birinci sınıf öğrencilerine zorunlu tuttuğu okumalardan bahsetmiştim. Daha doğrusu, bundan onun Mülkiye’de öğrencisi olan Mahfi Eğilmez bahsetmişti, ben aktarmıştım. Dileğim, o kitapların ne olduğunu öğrenebilmekti. Eğilmez, ikinci sınıfta Mete Tunçay’ın verdiği zorunlu okumalarını da ekleyerek, aklında kalanlardan bir liste yapmış. Eğilmez’in yazısına bu linkten ulaşabilirsiniz ama ama post’un selameti açısından buraya da eklemeliyim listeyi. 

  • Albert Camus: Veba
  • Maurice Duverger: Politikaya Giriş
  • Niccolo Machiavelli: Prens
  • Jean Jacques Rousseau: İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı
  • Jean Jacques Rousseau: Toplumsal Sözleşme
  • Jonathan Swift: Gulliver’in Seyahatleri
  • Platon: Devlet
  • Platon: Sokrates’in Savunması
  • Aristoteles: Politika
  • Herbert Marcuse: Tek Boyutlu İnsan
  • Joseph A. Schumpeter: Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi
  • Sigmund Freud: Totem ve Tabu
  • Sigmund Freud: Rüyalar
  • Karl R. Popper: Açık Toplum ve Düşmanları
  • Alexis de Tocqueville: Amerika’da Demokrasi
  • Karl Marx: Komünist Manifesto
  • Bertrand Russell: Batı Felsefesi Tarihi
  • Thomas Hobbes: Leviathan
  • Thomas Moore: Ütopya
  • George Orwell: 1984
  • Aldous Huxley: Cesur Yeni Dünya
  • John Locke: Hükümet Üzerine İncelemeler
  • Cicero: Devlet Üzerine
  • Jean Paul Sartre: Altona Mahpusları
  • George Sabine: Batıda Siyasal Düşünceler Tarihi
  • V.İ. Lenin: Emperyalizm
  • Marco Polo: Geziler
  • John Steinbeck: Fareler ve İnsanlar
  • Şerif Mardin: Din ve İdeoloji
  • Mete Tunçay: Türkiye’de Sol Akımlar
  • Max Weber: The Theory of Social and Economic Organizations
  • Max Weber: Basic Concepts of Sociology
  • Bertrand Russell: Neden Hristiyan Değilim
  • Immanuel Kant: Saf Aklın Eleştirisi
  • Rene Descartes: Yöntem Üzerine Konuşmalar
  • Maurice Dobb: Russian Economic Development since the Revolution
  • Montesquieu: Kanunların Ruhu
  • Beydebâ: Kelile ve Dimne
  • Ernest Hemingway: Çanlar Kimin İçin Çalıyor
Bu okumalar konusuna bu aralar biraz taktım. Önümüzdeki günlerde dönüp dönüp geleceğim. Çünkü bugünlere dair temel bir düşüncem için iyi bir örnek oluşturuyorlar. Düşünce de şu: Her şey çok ama iyi bir rehber yok. Her zamankinden çok, yok.
Gelelim Mardin-Tunçay listesinin kitaplarına: Birçoğunun bu listeye neden girdiği aşikâr. Ben de bir siyasetbilimi öğrencisi olarak Machiavelli ve Platon’dan başlayarak çoğunu üniversite yıllarında ve sonrasında okudum. Beni esas etkileyen siyasetbilimi ile doğrudan ilgili olmayanlar… 

Evvela Steinbeck’in ‘Fareler ve İnsanlar’ı… Herhangi bir öğrencinin değil tüm insanlığın okuması lazım; bence tam isabet. Keza Hemingway’in ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor’u… Sonra, Orwell’in 1984’ü, bugün ‘E, tabii’ dedirtir ama elli yıl evvel bu kadar popüler olduğunu zannetmiyorum (Mardin/Tunçay bu listeyi bugün verse belki Margaret Atwood’un 1984’te yazdığı ‘Damızlık Kızın Güncesi’ni de eklerdi -yeni liste başka post’ların konusu, sonra döneceğim-).

Listede Freud’un eserleri şaşırtıyor… Marco Polo’nun ‘Geziler’i de… Hele ‘Kelile ve Dimne’… Bir başka sevdiğim de Swift’in ‘Gulliver’in Seyahatleri’ oldu, ekleyeyim. Sonuçta, Camus’üyle, Sartre’ıyla güzel liste olmuş. Hocaların etkisiyle, eminim öğrenciler de okumuştur bu kitapları. Yine okunur. 

Ben kendi adıma, bu listede okumadığım bazı eserleri fırsat bulup okumaya çalışacağım. Evvela, Russell’ın -varlığından haberdar bile olmadığım- ‘Neden Hristiyan Değilim’ini (Bu kısa bir makale; bir konuşma sanırım, okuması kolay; bir sonraki post’a kadar okumuş olurum, böylece artı bir). 

‘Gulliver’in Seyahatleri’ni  çocukken, çocuk baskısından okumuştum. Onu, kısaltılmamış baskısından okuyacağım ilk iş. Geçenlerde Robert Louis Stevenson’un ‘Define Adası’nı (İş Bankası Yayınları) okudum; o kadar beğendim ki… Okuduğumuzu sandığımız kitapları aslında okumamış olarak çok şey kaçırıyoruz. En azından şu yaşımızda. Kısaltılıp sadeleştirilmiş çocuk baskılarından okuduğum çok eseri yeniden okumam gerek!

Bir de Marcuse’un ‘Tek Boyutlu İnsan’ı… Yanından bile geçmedim. Okuyacağım. 

Ne kadar çok ‘okumak’lı cümle yazmışım. Dedim ya, bu ‘okumalar’ meselesine bu aralar aklım takılıyor. Bu konuda birkaç post yazacağım sanırım. İyi ya, okumak da yazmanın vesilesi oluyor. Gelecek günler için idman sayarım. 

Bir de Mahfi Eğilmez’e teşekkür etmeli… Bu güzel ve önemli meseleyi harlattığı için

PS.  Görsel Gulliver'in Seyahatleri'nden...

iyi geceler, iyi şanslar...



Bugün zihniyet olarak gelip önünde durduğumuz eşik budur. Bilenler yukarıda yazanların ne anlama geldiğini zaten biliyor; bilmeyenler de, öyle görünüyor ki, yakında öğrenecek. Eşiğin üzerinden geçmemek için, herkese iyi geceler, iyi şanslar…

aman erdoğan kızmasın



Aşağıdaki yazı, Newsweek Türkiye'nin 20 Aralık 2010 tarihli sayısında yayımlandı.

Bu haberi hazırlarken şunu öğrendim: ABD'deki Türk uzmanlar, Türkiye hakkında konuşmaya eskisi kadar hevesli değil. Amerikan uzmanlar içinse dünya yıkılsa durum değişmez, aynı şevkle işlerine devam ederler. Buyurun habere:


Wikileaks ABD Dışişleri'nin yazışmalarını yayımlamaya, Amerikan diplomatları da bu yayın yüzünden bozulan ilişkileri tamir etmek için çabalamaya devam ediyor. Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ilk günden beri bilfiil işin içinde; Türkiye'deki muadili Ahmet Davutoğlu dahil görüşebildiği herkesle görüştü. Ama Başkan Barack Obama, diplomatların çabalarına destek olmak için sadece bir defa devreye girdi ve geçen hafta, telefonuna davranıp iki ayrı ülkenin liderini, Meksika Başkanı Felipe Calderon'u ve Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ı aradı.

Görüşmelerin akabinde, Beyaz Saray yetkilileri bunların özür telefonu olmadığını, tarafların konu hakkındaki hassasiyetlerini paylaştıklarını bildirdi. Peki Obama, neden Merkel, Sarkozy, Putin, Cameron veya Berlusconi gibi, Amerikalı diplomatların haklarında epey ağır notlar yazdıkları liderlerle değil de sadece bu iki isimle hassasiyetini paylaştı? Calderon için aslında basit bir açıklama var. Obama, onu, Meksika'nın Cancun şehrinde düzenlediği İklim Zirvesi'nde ortaya koyduğu başarılı organizasyon için aramıştı; sonra konu Wikileaks'e de geldi. Ama Erdoğan'ı aramak için böyle bir bahane görünmüyor.

Washington'daki düşünce kuruluşlarında çalışan Amerikan diplomasisi ve Türkiye uzmanlarına göre, ortada çok güçlü bir sebep var: Obama yönetimi hiçbir şekilde Türkiye'yi ve Erdoğan'ı kaybetmek istemiyor ve iki ülkenin ilişkisini zora sokması muhtemel bu durumu bu yüzden bizzat onarmak istiyor. Carnegie Endowment for International Peace'den Henri Barkey'e göre, Türkiye'ye önem veren Başkan ilk elden hasar kontrolü yaptı: "Obama beri yandan Erdoğan'ın söylemsel veya yasal yollara başvurarak işi uzatmasının ve zararın bu şekilde büyümesinin sembolik de olsa önünü almak istemiş olabilir."

Center for a New American Security'den Daniel Kliman da, yazışmaların, iki ülke ilişkileri açısından çok kırılgan bir zamanda, yani Mavi Marmara meselesi ve İran'a BM yaptırımına karşı Türkiye'nin ret oyu ABD'de hâlâ gündemdeyken yayımlanmasının Obama'yı harekete geçirdiğini düşünüyor: "Başkan, yeni bir karşılıklı suçlama serisi başlamasın ve ABD için hâlâ hayati önemdeki bu ilişkinin gördüğü hasar azalsın diye bizzat telefon etti."

Council on Foreign Relations'dan Steven A. Cook ise Obama'nın telefonunun arkasında Erdoğan'ın öfkesi olduğunu düşünüyor: "Aradı, çünkü Erdoğan çok sinirlenmişti. Diplomatlar onun hakkında ne düşünürse düşünsün, Obama yönetiminin Erdoğan'la çalışmaya halen ihtiyacı var."

esas adam toprak olmuş


Burhan Kuzu-Süheyl Batum meselesine dair en güzel yorumu benim biraderden okudum. İnce görmüş, ne diyeyim. Facebook sayfasında döktürmüş, buraya aynen alıyorum.

"Hem Süheyl Batum hem de maalesef Burhan Kuzu hocamdı. Batum az da olsa anlar anayasadan, Kuzu belki de hiç anlamadığından sınavlarda en düşük puanlı bölümü anlatırdı. Seçimden sonra hazırlanacağı söylenen yeni anayasada partilerinin birinci adamlarının bu ikisi olup İstanbul Hukuk'un efsane hocası Bülent Tanör'ün çoktan toprak olması bu milletin kırılamayan makus talihinin bir sonucu olsa gerektir." Ö. B.

Not: Hocam olmadı ama biz de üniversitede onun yazdığı "Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri"ni hatmetmiştik. Bülent Tanör'ün internette bir düzgün fotoğrafı bile yok maalesef. Çok erken ölmüş, çok yazık.

kim olursan gelebilirsin?



Hararetli bir tartışma ama birçok köşe yazarının sanki 40 yıldır Naipaul okuyormuş gibi laflar etmesi hiç ilginç değil; sırıtıyor. Bugün Zaman’a, V. S. Naipaul meselesinin Hilmi Yavuz’un kalemi aracılığıyla başladığı gazeteye baktım. Yazarın İstanbul’a gelmekten vazgeçmesinin nasıl haberleştirildiğini merak ediyordum:

İnternetten okuyabildiğim kadarıyla, ilgili haberin ilk cümleleri aşağıda:

“Avrupa Yazarlar Parlamentosu bugün V. S. Naipaul tartışmalarının gölgesinde başlıyor. İslam ve Müslümanlara hakaret eden eserleri sebebiyle tepki çeken Nobel ödüllü yazarın gelmeyeceği açıklanan toplantının açılış töreni bugün saat 10.00’da Hilton Otel’de yapılacak.”

Sonrası toplantıya kimlerin katılacağı ve Naipaul’un gelmeyeceğine dair açıklamayı ne şekilde yaptığına dair birkaç cümle, o kadar. Tuhaf değil mi, gazetenizin bir yazarı, bütün Türkiye’yi içine çeken bir tartışma başlatmış, siz meseleyi üç cümlede özetliyorsunuz. Hem de nasıl ifadelerle: “(…) İslam ve Müslümanlara hakaret eden eserleri sebebiyle tepki çeken Nobel ödüllü yazarın gelmeyeceği açıklanan…” Yani bir yazar hakaret etmiş, doğal olarak tepki çekmiş, o da gelmemiş. Bu kadar basit… Meseleyi başlatan Hilmi Yavuz açısından basit olabilir de, bu iş o gazetenin gazetecisi açısından da bu kadar basit mi? Yavuz’un görüşü, Zaman’ın gazeteciliğini bağlar mı; gazetecinin elini haber yazmaktan alıkoyar mı; bu bir ortak görüş müdür? İşin komiği, kimin tepkisini çektiğini bile yazmamışlar. Sadece Yavuz’un yorumu derdik ama anlaşılan bütün gazetenin tepkisini çekmiş.

Konudan bağımsız bir anekdot: Üniversitenin ilk yılında, “bekâra ev vermeyen” ev sahiplerinden usanan iki arkadaşım, bütün gün sonuç alamadan dolaştıktan sonra Mevlana Emlâk isimli bir emlâkçıya girerler. Kapıda “kim olursan ol yine gel” yazmaktadır. Nihayet burada bir ev bulabiliriz diye umutlanmaları çok sürmez; bekâra orada da ev yoktur.

-Kapıda kim olursan ol yine gel, yazıyordu ama!
-Bekârsan gelme, kardeşim.

Peki.


Bu arada Naipaul bir zaman önce gelmiş, ancak yine gelemiyor. Mehveş Evin’in Milliyet Cadde'deki yazısı.

i am angus - kraliçe'nin hizmetindeki kahraman



Güçlü, öfkeli ve havalı… Üstüne bir de romantik. İki gündür, Milliyet’te yayımlanan Angus güzellemelerini okuyorum. Kurban Bayramı’nda kesilmeye direnen Angus cinsi ithal sığırlar, maceradan maceraya koşuyorlar. Evet, kelimenin tam anlamıyla koşuyorlar, yüzüyorlar, direniyorlar…

Bizim vatandaşların bu yiğit hayvanları şöyle tanımladığını söylüyor Milliyet: “Hayvan değil canavar!” Yok canım, o kadar da değil. Anavatanları İskoçya’dan dünyaya -özellikle de ABD’ye- yayılan Angus’ları besleyen çiftçiler onları öyle canavar falan diye görmüyor. Daha romantik bir yaklaşımları var. Otlaklarda dev cüsseleriyle karaşın karaşın yayılan bu sığırlar, çiftçilerinin gözbebeği.

Bir de İngiltere kraliyet ailesinin… Aşağıdaki videoların ilkinde göreceğiniz, Aberdeen-Angus Sığırı Cemiyeti’nin hamisi Prens Charles, sığırların arasında bir BBC belgeselcisi havasında ağır ağır dolanırken, hayranlığını gizleyemiyor. Bayrağı büyükannesinden devralan Charles, bir zamanlar üzerinde güneş batmayan imparatorluğun, şimdiki sığır emperyalizmine sahip çıkıyor. Eh, bu da önemli bir iş sonuçta.

Aynı zamanda da romantik bir iş. Acemi kasap görüntülerinden sıkıldıysanız, sonraki videolardaki mutlu Angus çiftçileriyle, Amerikan Angus’u belgesel fragmanına da bir göz atın derim. Belgeselin ismi bir ihtimal Beatles’ın muhteşem şarkısı “I am the Walrus”undan mülhem “I am Angus” Siz geçen senenin kanlı dizisindeki gibi “I am Spartacus” vurgusuyla okuyun.

Newsweek Türkiye'de bu Pazartesi çift sayı yaptığımız için gelecek haftayı pas geçiyoruz, ama hafta sonu eklerine tavsiyemdir: Bu kahraman hayvanların şanlı tarihini anlatma fırsatını kaçırmayın. Hem halk hem de Kraliçe aynı anda yanılıyor olamaz.









paris metrosunun provokatif prensesi





Metroda çalışıyor. Gizli çalışıyor. Tek başına çalışıyor. Yaptığı bir tür gerilla sanatı. Paris metrosuna geceleri veya sabahın erken saatlerinde sızıp, reklam afişlerindeki kadınları boyuyor. Yarı çıplak reklam kadınlarına türban giydiriyor.

Ertuğrul Özkök
, ondan haberdar olsaydı, muhtemelen en az birkaç gün diline dolardı.

Adı Prenses Hijab. Yaptığı iş provoke edici gerçekten. Hem de çift taraflı. “Burka yasağını” yani kadınların kamuda yüzlerini tamamen örtmesini illegal kılan -gelecek yıldan itibaren uygulanmaya başlayacak- kanunu geçen ay Parlamento’dan geçiren Sarkozy hükümetine, kapitalizmin en görünür yerinden, reklamlar üzerinden çakıyor. Hedefinde sadece hükümet yok; tüketim toplumuna da yaptığı işlerle bir mesaj yolluyor. Muhtemelen peçe ile modayı beraber tasavvur etmek istemeyen radikal Müslümanları da kızdırıyordur.

Kendisi de Müslüman mı, bilinmiyor. Erkek mi kadın mı, o bile belli değil. İlhamını Naomi Klein’in No Logo’sundan aldığını biliyoruz sadece.

Tepkileri umursamıyor. Yaptığı işin din ile bir ilgisi olmadığını söylüyor; ama Fransız toplumunda Sarkozy kanunlarıyla daha da büyüyen entegrasyon tartışmalarını ciddiye alıyor. “Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik; cumhuriyetin ilkeleri bunlar ama gerçekte azınlıklar meselesi yarım yüzyılda bir gıdım bile yol almadı. Dışarıda kalanlar yine Araplar, yine fakirler, yine siyahlar ve tabii yine Çingeneler.”

Türban tartışmasına Fransa’dan bir katkı olarak değerlendirelim bu provokatif sanat biçimini. Malum, Türkiye’den sanatsal bir katkının geleceği yok. Meseleyi televizyon stüdyolarında tartışmak daha rahat galiba.

Prenses, aşağıdaki fotoğrafta. Daha fazla ayrıntı içinse haberin kaynağına buyurun.

ecevit usulü tasfiye - davul kim tokmak kimde?



CHP yeni bir dönemece giriyor. Ya da şöyle söylemeli: Kemal Kılıçdaroğlu gerekli hamleleri yaparsa yeni bir dönemece girecek. Yoksa eski tas eski hamam. Partinin boyu bir santim bile uzamaz.

Parti, cumhuriyet tarihi boyunca bunun gibi çok virajı aldı. Tasfiye operasyonlarının, kelle almaların ve evet, genel başkan devirmelerin öyküsü ciltler doldurur. Aşağıdaki alıntı 1960'dan sonra CHP'ye giren, partinin en üst kademelerinde görev yapan ve katıldığı her toplantıyı kayda alma gibi bir alışkanlığı bulunan eski parlamenter ve devlet bakanı İsmail Hakkı Birler'in biyografisinden. CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit, partinin 3 Temmuz 1970'te düzenlenen 20. Olağan Kurultayı'nda konuşuyor. Kurultaydan önceki ortamı aktaralım: İsmet İnönü önderliğindeki CHP, 1969 genel seçimlerinden 1965'e göre oy kaybederek çıkmıştır; seçim kampanyası sırasında meydan meydan dolaşan Genel Sekreter Ecevit halkın gözdesidir ama onun yürüttüğü ortanın solu politikalarına özellikle de toprak reformuna karşı partinin statükocu merkezlerinde direnç birikmeye başlamıştır. Genelde Ecevit'i destekleyen İnönü de yavaş yavaş genç politikacıdan yüz çevirmeye başlamış Ankara'daki politbüroya teslim olmak üzeredir.

Sözü tekrar Ecevit'e verelim:

"1969 seçimlerinden sonra 'oy kaybından sonra Ecevit'in iniş dönemi başladı' dendi. Bir huruç harekâtı yapıp Ecevit'i iş başından bir an önce uzaklaştıralım havası esti. Kesin olarak şunu ifade etmek istiyorum ki, oy kaybına da uğrasak, belirlediğimiz seçim stratejisinden dönmemeye kararlıyım. Biz artık Türkiye’de olaylara bürokrat aydın açısından bakmıyoruz. CHP'de bakış açısı değişmiştir. CHP'nin devrimcilik görüşü değişmiştir. Şimdi devrimcilik sözünden altyapı devrimciliğini anlıyoruz. CHP'de kapalı politikadan açık politikaya geçilmiştir. Kadro değişikliği olmuştur. Bu kadro değişikliğini siz yapıyorsunuz, tükenenler kendi kendilerini tasfiye ediyorlar.
Aslında istenen şu, ben köy köy, kent kent dolaşacağım, davul benim boynumda olacak, genel merkezde de, tokmak elinde birtakım yöneticiler bulunacak. İstiyorlar ki, Ecevit davul olsun, eski saray politikası yaparak, Ankara'da oturup onlar çalsın. Ben bu şekilde genel sekreter olamam. Ben İnönü'ye rağmen genel sekreterlikte bulunmam, aklımı yitirmiş olmalıyım ki İnönü'ye rağmen genel sekreter olacağım, diyeyim. Olmam.
Atatürk ve Devrimcilik kitabımla huzurunuza çıkıyorum. Devrim yapmak isteyenler, halka gitsinler. Atatürk’ün saraydan çıkıp halka gittiği gibi. Kitle partisiyiz diye aracılar, tefeciler hakkında bir şey söyleyemeyecek miyiz? Bizim yaptığımız, Türk halkını sömürücülerden kurtarmaktır. Çember iç alanımıza da girdi. Bizi boğacak gibi oluyor. Teksas'taki petrol şirketi, İngiltere'deki boraks şirketi ve Kızıl Çin stratejileri CHP'yle uğraşıyor. Daralan çemberin içinden CHP'yi siz kurtaracaksınız. Benim gücüm yetmez buna.
Gezdiğim birçok köyde 'Burası toprak reformu bölgesidir', tabelalarının dikildiğini gördüm. 'Bu köyde toprak mücadelesi yapılıyor', şeklinde pankartlar okudum. Bunlara elbette devrimci eylemdir, diyeceğim."

İsmail Hakkı Birler - CHP ile geçen bir hayat. Hazırlayanlar:Şengün Kılıç Hristidis-Ersel Ergüz. İŞ Bankası Kültür Yayınları

nasıl görünmez olunur?



Önemli ayrıntılar gündemin hayhuyu içinde kaybolup gidiyor. Semin’in (Gümüşel) Newsweek Türkiye’nin son sayısındaki röportajının başına da aynısı gelsin istemem. Çünkü mesele, üzerinde bütün ülkenin hararetle tartışması gereken “gerçek” bir mesele.

Semin, Bilkent Üniversitesi’nden Dilek Cindoğlu’yla konuşmuş. 20 yıldır toplumsal cinsiyet eşitsizliği üzerine çalışan Cindoğlu, TESEV için yazdığı “Uzman Mesleklerde Başörtülü Kadınlar: 2010 Türkiyesi'nde Ayrımcılık Meselesine Yeniden Bakmak” raporunda, İstanbul, Ankara ve Konya’da görüşmeler yaparak ciddi bulgulara ulaşmış. Bunlar elbette röportaja da yansıyor ve iş hayatında kadınlara yönelik ayrımcılığın hiç tahmin edilmeyen noktalarda da yaygın olduğunu gösteriyor. Dilerseniz, röportajın tamamını dergiden okursunuz (ki mutlaka okuyun, derim), ben Cindoğlu’nun sözlerinin bir bölümünü yine de buraya alayım:

“Araştırma dini hassasiyetleri olan özel şirketlerde dahi başörtüsü yasağının dolaylı etkisinin olduğunu; bu yasağın, iş hayatının tamamına farklı derecelerde de olsa yayıldığını gösterdi. Bu, kadınların iş piyasalarında var olmasını doğrudan etkiliyor. Peruğunu takan, üniversiteye giriyor. Ama peruğunu takan her iş yerine giremiyor veya yükselemiyor. Bu, artık İslamcıların değil, kadınların meselesi. Kadınların iş hayatında az olduğu bir dünyada yaşamak, başörtüsüz kadınlar için de zor.

“Başörtülü kadınlardan geri planda kalmaları, hatta görüşmecilerin defalarca tekrar ettiği gibi ‘görünmez’ olmaları beklenebiliyor. Bence araştırmanın en vurucu sonucu şu, insanlar bağnaz, tutucu veya tümü laik olduğu için değil, şirketler rantabl iş yapabilmek için başörtülü insan çalıştırmak istemiyor. Bu yasak hukukla başlıyor, iktisatla pekişiyor.”

Hep İslamcı bir sosla sunuluyor; ama bence mesele başından beri, öncelikle kadınların meselesi. Başörtülü kadınlar, üniversite kapısında da iş hayatında da, aynı görüşü savundukları erkeklerin arkasında kalıyorlar. Üniversitede hadi kanunlar izin vermiyor diyelim; peki çalıştıkları yerlerde onlardan yine de “görünmez” olmalarını isteyen ‘İslamcı’ erkeklere ne demeli? Riyakâr kelimesinin sözlükte güzel bir karşılığı var.

Resim Magritte'in

marslılar'ın amerika'ya saldırdığı gün




Beklenen oldu; ABD ara seçimlerinde Cumhuriyetçiler, Demokratlar’ı silip süpürdü. Temsilciler Meclisi çoğunluğunu aldılar ve en az on yeni vali çıkardılar. Senato’da ise Demokratlar ucu ucuna tutunmuş görünüyor. Sonuca yol açan bir sürü faktör var; ikisini yazayım. İlkin şu: Sandığa gidenlerin yüzde 23’ünü oluşturan 65 yaş üstü muhafazakâr seçmen, ülkelerinin (ve kendilerinin) sahip olduğunu düşündükleri ayrıcalıkları muhafaza etmeyi seçti ve yeni nesillere bencil, şımarık ve kaprisli bir ülke hediye etti. Sosyal adalet diye bir kavrama inanmadıklarını açıkça ilân ettiler. Bir de tabii Tea Party hadisesi var, çoğunluğu Beyaz ve Protestan bu çay particileri, ırkçılıklarını ve dünyanın geriye kalanına dair umursamazlıklarını ekonominin kötü gittiğine dair teorilerinin arkasına gizleyerek avaz avaz, çılgın bir parti düzenlediler. İç basında, dış basında, televizyonda, radyoda, internette, meydanlarda, konser salonlarında, kısacası her yerdeydiler. Gürültüleri herkesin sesini bastırdı.

Bu particilerin fotoğraflarına, fotoğraflardaki yüzlerine bakınca aklıma tek bir şey geliyor. Hani Amerikan ırkçılığı filmlerinin o en can alıcı sahnesinde, tam da Ku Klux Klancılar maskelerini çıkarttığında, kasabanın şerifinin, şerifin karısının, iş adamının ve ne kadar ileri gelen varsa neredeyse hepsinin o semiz, müsamahasız ve zevkten çarpılmış yüzlerini görürüz ya… İşte o… Boşuna “it’s the economy, stupid” diye bağırmasınlar yani.





Bu seçmen, sonuçlardan da anlaşılıyor işte, kendisinden başka hiç kimseyi umursamıyor. Dünyanın sadece ve sadece kendi etrafında döndüğünü sanıyor ve bu kadar kalabalık, güçlü ve enerjik olmasına rağmen, yabancı gördüğü her şeyden korkuyor. Western filmlerinde “Yabancıları burada sevmezler” demelerinin nedeni de bu zaten. Basitçe, korkuyorlar….

Yeni bir şeyden bahsetmiyorum yani. Mesele hep bu minvaldeydi. 72 yıl önce bugünlerde, ABD’de yaşanan bir olay fikir verecektir sanırım. İngiliz gazetesi Guardian’ın o tarihte yazdığı haberden aktarıyorum:

31 Ekim 1938’de, H. G.Wells’in 19. yüzyıl sonunda yazdığı Dünyalar Savaşı isimli eseri, ulusal bir radyoda, “radyo draması” olarak yayımlandı. Eseri hazırlayan ve sunan Orson Welles’ti. Doğrusu, ünlü oyuncu işini gerçekten iyi yapmıştı. Program bir dans şarkısıyla başladı; ama şarkı bitmeden Princeton Üniversitesi’nden astronomların Mars’ın yüzeyinde birtakım hareketler gördüğüne dair bir son dakika haberi girildi. Sonra da New Jersey’e bir meteorun çarptığı rapor edildi. Nihayet meteorun yarıldığı, içinden Marslılar’ın çıktığı ve New York’u ele geçirmek üzere ilerlediklerine dair haberler geldi.

Bütün yayın sırasında her şeyin bir kurgu olduğu ısrarla vurgulanıyordu.

Ama… İnsanlar bunun gerçekliği konusunda hemfikir olmuştu bir kere. Polise ve radyoya telefonlar yağdı. New Jerseyliler'in bir kısmı zehirli gazlardan korunmak için yüzlerini ıslak havlularla kapladı; bazı şehir sakinleri de alabildikleri değerli eşyalarını yanlarına alarak evlerinden kaçtı. Şehrin her yerinden gaz saldırısı haberleri geliyordu; hastaneler “şok” tedavisi gören insanlarla doldu taştı. Marslılar’ın işgâline şahit olduğunu söyleyen insanlar polise ihbarda bulunuyorlardı. Kiliseler doldu.

Birçok insan o an dünyanın sonunun geldiğini düşünüyordu.

Bütün bunların sebebi dramatik açıdan epey başarılı bir radyo tiyatrosuydu sadece. Üstelik dediğim gibi, her şeyin kurgu olduğu ısrarla vurgulanıyordu. Ama insanların, hele de Amerikalılar’ın korkmak için gerçek bir sebebe ihtiyacı yok. Tea Party işte tam da bunun temsili ve artık iktidarı paylaşıyor.

türkiye'den sevgilerle



Ağır haftaydı, geride kaldı; meyvesi bugün gazete-dergi standlarında. Tabii (şimdilik kısmen) internet üzerinde bir de. Mesele şu: İngiliz gizli servisi SIS (daha çok kabul gören adıyla MI6), arşivlerine bir askeri tarihçiyi, İrlandalı Keith Jeffery’i, davet etti ve teşkilâtın ilk kırk yılına (1909-1949) dair belgelerin tümünü incelemesi için önüne serdi; Jeffery de yıllarca çalışarak, neredeyse sonsuz gibi görünen bunca dokümandan bir kitap üretti. MI6’in Gizli Tarihi – Secret History of MI6, bir haber alma örgütünün nasıl kurulduğuna, nasıl çalıştığına ve dünyanın dört bir yanında nasıl operasyon yaptığına dair kapsamlı bir fikir veriyor. Dünyanın her tarafı derken, Türkiye de bundan payını alıyor elbette. Kitabı okuduğunuzda, Türkiye’nin İngiliz istihbaratının en gözde ülkelerinden biri olduğunu anlıyorsunuz. En azından birinci ve ikinci dünya savaşlarında… İlgili belgelerde, Milli Mücadele yıllarına, Mustafa Kemal’in Bolşevikler’le olan ilişkilerine, Nazi istihbarat örgütü Abwehr’in Ankara’daki faaliyetlerine dair epey bir malzeme var. Şüphesiz Soğuk Savaş günlerinde de epey bir macera dönmüştür ama şimdilik bilmiyoruz tabii.



Her neyse, dileyen ayrıntıları dergide okur da, yığınla bilgiyi aldığımız kaynağın yine ve ille de dışarıda olması insanı biraz hayal kırıklığına uğratıyor. Elin istihbarat örgütü, arşivlerini (kısmen de olsa) açıyor, ama buradaki tarihçiler Türkiye Cumhuriyeti’ne dair hiçbir belgeyi cumhuriyetin kendi arşivlerinde arayamıyor. Belge olmayınca herkes laf kalabalığı üretiyor; şöyle olmuştur, böyle olmuştur falan… Sonuçta hepimiz o malum toplum sözleşmesine biat ederek bir devlet çatısı altında yaşıyoruz; devlet de durmuyor tabii, her şeyin kaydını tutuyor. Eh, arada bir o kayıtları bize de gösterse, hiç fena olmaz hani. Hangi sözleşme bu denli tek taraflı ki?

söylemesi zor bir doktrin - davutoğluizm

ABD’li bir yazarın kaleminden çıkan Türkiye analizini iki kere okumayı alışkanlık edindik. Biraz meslek hastalığı, biraz da “hakkımızda yine ne demiş, övmüşse niye övmüş, dövmüşse niye dövmüş” diye sürekli kıpırdanan yerel telaşlardan olsa gerek. Bu kıpırtıya yersiz demek de haksızlık olur hani; kime baksan bir lobiyle, bir grupla bağlantılı çıkıyor. Bağlantılar bu zatların kendisini bağlar da, yazılanlar tatsız tuzsuz, vasat ve tekrardan ibaret fikirler... Sıkılıyorsunuz sonuçta.

Blogda daha önce bir iki defa yer verdim, yine bahsedeceğim. New York Times’dan Roger Cohen, ABD’li yazarlar klasmanında, adil ve ölçülü olmayı beceren az sayıda isimden biri (tabii “bence öyle” demeli, azimle arayan onun da birileriyle bağlantısını çıkartır mutlaka.) Bugün de Türkiye’yi ne abartan ne yerin dibine geçiren, ABD ve AB ile ilişkilerinde hakkını gereğince veren bir makalesi yayımlandı. Davutoğlu’nu özellikle seviyor belli, bizim Dışişleri Bakanı’nı bir düşünür pozisyonuna oturtuyor. Örneğin bu makalede kullandığı “Davutogluizm” ifadesine hem Türkiye hem de dünya basını ilk defa şahit oluyordur herhalde. Ama aynı Davutoğlu’nun örneğin şaibeli seçimlerin hemen sonrasında İran’la sorgusuz sualsiz yakınlaşmasına da prim vermiyor.

Her neyse, üslubu da epey renkli olan Cohen’in bugünkü yazısını tavsiye ederim. Geçmişte yazdıklarını da. Sizi tekrara boğmayan, çocuksu fikirleriyle sıkmayan bir ABD’li yazar arıyorsanız, buyurun.

Bu arada söylemeden de geçmeyeyim, Davutoğluizm, kelime olarak çok rahatsız edici. Akım oluşturmak için talihsiz bir soyadı.

zor bir dava



Lahey, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) önü… 31 Mayıs günkü saldırıda içinde 9 kişinin öldüğü Mavi Marmara gemisinin yolcuları İsrail’i dava etmek için geçen Perşembe günü burada toplanmıştı. Dilekçelerini ve kanıt içeren dosyalarını Başsavcı Luis Moreno Ocampo’nun makamına sundular. Şimdi dava açılması bekleniyor.

Umutla bekleyenler alınmasın ama bence hiçbir şey olmayacak. Çünkü UCM’nin bir devlete –hem de sadece sivillerin şikâyetiyle- dava açması çok zor (Başvuruların nasıl alındığını ve sürecin nasıl işlediği merak edenler varsa, bu post’un en altındaki paragrafı okuyabilirler.)

Tuhaf olan, bunu, yani davanın açılma ihtimalinin çok düşük olduğunu neredeyse hiç kimsenin bilmemesi. Buraya gelen avukatların, aktivistlerin ve yardım organizasyonu (İHH, Mazlum-Der)gönüllülerinin çoğu, gazetecilerinse maalesef hiçbiri bilmiyor. Ben de bilmiyordum, ama araştırınca öğreniyorsunuz sonuçta.

Birkaç kişi daha bilgili. Dava için gelenlerin arasında konuya en çok hakim olanlar, laf arasında “gündemi sıcak tutmak” için geldiklerini söylediler. Hepsi bu kadar… Ölenlerden Furkan Doğan’ın babası Ahmet Doğan’ın (ki o da buradaydı) umuduna üzülüyor insan.



Bir de güvenlik notu. UCM’nin önünde asayişi sağlayan hepi topu dört polis vardı o gün. Bisikletli olan ikisi toplananları uzaktan kesmekle yetindiler. Yaya olanlarsa gelip sadece iki konuda uyarıda bulundu: Kaldırımda gösteri yapmayın, bisiklet yolu üzerinde durmayın! Gösteri yapılmadı –zaten yapacak kadar insan da toplanmamıştı- ama bisiklet yolu konusuna nedense kulak asan olmadı. Bisikletiyle gelip geçenler sinirlendikçe polisler daha da kuruldu. Nihayet onların da sabrı taşınca ceza kesmek için pasaportları toplamak istediler. Bu isteğe de kulak asan olmadı!


Uluslararası Ceza Mahkemesi üç şekilde dava kabul ediyor. Bunlardan ilki taraf devletlerden birisinin başvurması –ki Türkiye bu mahkemeye taraf değil-; ikinci yöntem Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin başvurması. Bunun örneği Darfur’da görülmüş, Mahkeme, Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir hakkında dava açmıştı. Üçüncü yol ise Mavi Marmaracılar’ın başvurusunun çerçevesini çiziyor. Bu yöntemde kişi ve kurumlar mahkeme savcısına, yani bugün için Luis Moreno Ocampo’nun makamına bilgi ve belge ulaştırıyor. Savcı da bu belgelerin makul bir zemin teşkil ettiğini düşünürse insiyatif kullanarak dava açabiliyor (Savcının dikkate alması gereken bir diğer konu da, söz konusu davada iç hukuk yollarının tükenip tükenmediği. Süreç ancak dava edilmek istenen kişi ve kurumların kendi ülkelerindeki adalet sistemi çökmüşse veya bu ülkedeki hukuk sisteminin suçluyu bile isteye koruduğuna kanaat getirilirse başlatılabiliyor.) Bugüne kadar 140 ülkedenen bu tip 8000’in üzerinde başvuru olduğunu hatırlatmakta fayda var. Şimdi Başsavcı Ocampo, Mavi Marmaracılar’ın kendisine teslim ettiği kanıt dosyası ve suç duyurusu dilekçesi üzerinde bir inceleme yapacak ve dava açmak için makul bir zemin olduğunu görürse bunu UCM’nin ön büro mahkemesine havale edecek. O mahkeme de kendi incelemesinden sonra, dosyayı savcıya dava açma yetkisi vererek iade edebiliyor. Yani süreç epey zahmetli.

taraf'tan evet emri


Gecikmeli bir post.

İki gün önceki Taraf gazetesinden gelsin. Bu kadar tuhafı mevcut olmadığı için rötara rağmen yazılmayı hak ediyor.

Mesele şu: Taraf, referandum öncesinde halkı bilgilendirme çabasında (gazetenin sol üst köşesine bakın.) “Evet” in herkes için hayırlı olduğunu, hakim siyasi ortamı değiştireceğini söylüyor. Bunda sorun yok. Bir gazetenin taraf olmasında sorun yok. Bir gazetenin tuttuğu tarafı okurun gözüne sokmasında sorun yok. Bir gazetenin siyasi kampanya yürütmesinde de sorun yok. Kamuoyu böyle oluşur.

Ama kamuoyu oluşturayım derken, böyle hükmeden, yukarıdan bakan bir dil kullanılır mı? “Evet diyeceksiniz!” denir mi? “Evet demelisiniz” bile değil. Evet diyeceksiniz! Birisi size neden evet dediğinizi sorarsa, bakın işte, bunları bunları sıralarsınız!

İşte burada sorun var. Oraya ne yazdıklarının farkında mı Tarafçılar? Askere höt zöt etmek alışkanlık yapmış olmalı ki (misal, aynı sayfadaki "İyi dinle genelkurmay" manşeti) artık okura da posta koyuyorlar.

risk budur


Kılıçdaroğlu’nu da Başkaban Erdoğan’ı da Ali Kırca karşısında izledim. İkisinden de yeni bir şey duymuş sayılmam. Aklımda sadece –herhalde herkes gibi- Erdoğan’ın Kırca’yı “bu nasıl soru” diye azarlaması, Kılıçdaroğlu’nun ise bazı bazı verdiği siyaseten naif cevaplar kaldı.

Bu söyleşilerden çıkardığım tek sonuç şu: Ayrı ayrı seyretmek yetmez, rakipleri birbirlerine cevap yetiştirirken görmek gerekir. Kılıçdaroğlu, bugüne kadar Deniz Baykal’ın da sıklıkla gündeme getirdiği gibi, bir açık oturum istediğini dillendiriyor; Başbakan ise “üzerimden prim yapmalarına izin vermem” diyor.

Bu prim meselesi artık can sıkıcı bir hâl aldı. Siyaset sonuçta performans ve inandırıcılık meselesi. Bu performansı da Erdoğan’ın pek sevdiği deyimle, bindirilmiş kıtaların anlamadan dinlemeden bağırdığı, her söylenene he dediği mitinglere bakarak anlamak mümkün değil. Karşı karşıya gelmeleri şart. Yoksa neyi nasıl ölçeceğiz? İngiltere eski Başbakan’ı Gordon Brown kaybettiği seçim öncesi televizyon turlarında resmen harcanmıştı. Ama bu riski almamak aklına bile gelmedi.

Risk yoksa oy da olmasın. Neden kimse bastırmıyor?

felaketseverlik








Felaket fotoğraflarını neden bu kadar seviyoruz? En basit açıklama en doğrusu sanırım: katharsis. Az gelişmiş ülke felaketlerinde fazladan suçluluk da duyuyoruz, ama misal Los Angeles yanarken kılımız kıpırdamıyor; sadece bakıp geçiyoruz fotoğraflara ve “iklim değişikliği ne fena” diyoruz.

Yetkililere göre, Pakistan’ı geçen hafta vuran selden 20 milyon kişi etkilendi. 1600’ü aşkın kişi öldü, yaklaşık 70 bin kilometrekare tarım alanı kullanılamaz hale geldi. Fotoğraflar Boston Globe'dan.

devebayıltan ve faydaları



Politikacılardan başka kimsenin referandumu umursadığı yok; esas gündemimiz sıcaklar. Bugün ne kadar terledim, ne kadar bunaldım, ne kadar buharlaştım, yarın için umut var mı; bunlar da sorularımız. Havanın her fırsatta kendini hatırlattığı bir başka yaz hatırlamıyorum. Belki azıcık yakın bir tanesi, mesleğe başladığım yazdır. İlk günümde gazetenin manşeti “devebayıltan sıcakları”ydı ve o gün Kemal Sunal, kalkmasını beklediği uçakta kalp krizinden ölmüştü (tevellütü tahmin edersiniz artık.)

Güzide dergimizin son blogger’ı Metin, “Uykuya geçmek için genelde ilk deneme saatim 02.00 civarı. ‘Acaba bu gece uyuyabilecek miyim’ kaygısıyla yatağa uzandığım an sağdan sola ve hemen ardından soldan sağa dönüş rekoru denemelerim birbirini izlemeye başlıyor” diye yazdı. Doğru. Yatak hiç bu kadar düşman görünmemişti.



Metin, yazının devamında oturup sabahlara kadar kitap okuduğunu söylüyor. Eh hiç değilse sıcağın hayata pozitif bir katkısı da varmış. Bir katkısı daha olmasını umuyorum. Bloguna daha fazla post girebilir mesela. İktisadi tahayyüllerimizi biraz genişletsin, borsayı sokağa indirsin, işsizliğin elinden tutsun, ekonomik büyümemizi arttırsın, anlam düşmanı kısaltmaları uzatarak anlatsın…

Beri yandan kendisi sadece ekonomiyle ilgilenen bir ekonomi editörü değildir. Fotoğrafını çeker, öyküsünü yazar, bir oradan bir buradan anlatır. Dahasını bekleyebiliriz sanırım.

Bir de sıcaklar geçse de uyusak artık.

gökkuşağını batıramazsınız



Fransa, Pasifik’teki nükleer denemelerine 1996’da son vermek zorunda kaldı. Greenpeace’in başını çektiği çevre örgütleri ve aydınlar hükümeti şiddetle eleştiriyordu. Hükümet yenilgiyi nihayet kabullenirken, eski günlere atıf yapan bir slogan da öne çıkıyordu: Gökkuşağını batıramazsınız!

Eski günler… 25 yıl önce bugün, Fransız gizli servisi, Auckland (Yeni Zelanda) Limanı’nda demirli Greenpeace gemisi Rainbow Warrior’a (Gökkuşağı Savaşçısı) bombalı bir sabotaj düzenledi. Greenpeace, Fransız hükümetinin Güney Pasifik’teki nükleer denemelerini protesto etmek için bölgedeydi.

Fransızlar nükleer denemelerini kendi ülkelerine güvenli bir mesafede, Fransız Polinezyası açıklarındaki Mururoa Resif’i civarında yapıyordu. Daha iki ay evvel yine yakın bir bölgedeki Amerikan denemelerini protesto eden ve Rainbow Warrior’la Marshall Adası’ndan 300 kişiyi tahliye eden Greenpeace, Fransa’ya da açıktan karşı çıkmış ve Pasifik’te başka gemilerin de katıldığı bir protesto düzenlemişti. O protestoda Fransız ordusunun komandoları gemilere saldırdı.

10 Temmuz’da gece yarısına doğru ise Rainbow Warrior batırıldı. 12 kişilik mürettebattan, fotoğrafçı Fernando Pereira patlamalarda hayatını kaybetti. Evli ve iki çocuk babasıydı.

Benim kuşağım 1985’te daha çocuktu. Haberimiz olmadı. Greenpeace’in bugünkü yönetim kurulu başkanı Kumi Naidoo ise memleketi Durban’da (Güney Afrika) apartheid düzenine karşı çıkan genç bir aktivistti. International Herald Tribune’de bugün yayımlanan makalesinde, dünyayı sarsan saldırıyı radyodan dinlediğini yazıyor. Naidoo işte o gün iki şeye uyanmış. Birincisi şu: Bir gemiye doluşmuş, barış yanlısı küçük bir grup, güçlü bir demokratik hükümeti bile sindirebilir (o kadar etkili olurlar ki, o demokratik hükümet şiddete yönelebilir.) Demokratik gücün paradokslarından biri…

Naidoo’nun ikinci çıkarımı ise şöyleydi (ve daha da önemliydi): Yaşamlarını, kişisel çıkarlardan uzak durarak dünyanın iyiliğine adayan insanlar, evet, gerçekten mevcuttu. Bunu yazdığına göre, Güney Afrika’nın o zamanki zalim yönetimine karşı eylem yapan Naidoo, besbelli kendini koca dünyada çok yalnız hissediyordu.



Yalnızlığı dert edinmemek için aslında iyi bir sebebi varmış. Naidoo’nun yıllar sona başına geçeceği Greenpeace, Kanada’daki İlk Kavim kabilesinden doğan bir kehanetin üzerine –Kanada’da- kuruldu. Şöyle diyordu kehanet: “Yerküre’nin hastalanacağı bir zaman gelecek ve o zaman geldiğinde dünyanın dört tarafında lafa değil işe bakan insanlar toplanıp bir kabile oluşturacaklar. Yerküre’yi iyileştirmek için çalışacaklar. Onlara ‘Gökkuşağının Savaşçıları’ denecek.”

Rainbow Warrior dünyayı dolaşmaya devam ediyor.

ahtapot paul vs. yenal


Şu an insan psikolojisi üzerine deneylerle dolu bir kitap okuduğum için herhalde, gaza gelip dergide küçük bir soruşturma yaptım.

Soru şuydu:

“Farz edin ki futbol hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz Ama Pazar akşamki Dünya Kupası finalinde bahis oynamak istiyorsunuz. Hiçbir şey bilmediğiniz için tavsiyeye muhtaçsınız. Bu noktada ben size diyorum ki, ‘bugüne kadar altı maçtan üçünü tutturdum, futboldan da biraz anlarım, bence şu takıma para yatır.’ Ama bir başkası da çıkıp diyor ki, ‘Arkadaş, Almanya’daki Ahtapot Paul altı maçtan altısını da bilip tulum çıkardı, şimdi Yenal’ın tam aksini işaret ediyor. Paranı onun takımına yatır, sonra üzülme.’”

Bu soruya muhatap olan 21 Newsweek Türkiye çalışanının 15’i Paul’ü seçti. Altı kişi bana inandı (teşekkür ediyorum gençler, çok tatlısınız)

Bana değil insana inandılar tabii.

İster ahtapotçu ister insancı olsunlar, gerekçeleri neydi peki? İşte seçme parçalar:

Serhat (Gürpınar): Sonuna kadar ahtapot, bu işte bir iş var.

Selçuk (Tepeli): Kusura bakma Yenal, ahtapotun önünü kesmeyelim bu saatten sonra.

Murat (Yalnız): Tabii ki insan, yoksa kimden hesap soracağım tahmini çıkmazsa, Allah’ın tutuna tutuna yüzen ahtapotuyla mı hesaplaşayım (Paul’e bir gıcığı var herhalde)

Mustafa (Alkan): Abi sen de hiçbir şey bilememişsin ki.

Çağla (Kalafat): Ahtapot işi tesadüf. Sonuçta bir maymun da Shakespeare yazabilir. Esas istatistikler yalan.

Uzayıp gider… Tercihlerini ekonomik formüllerle ve istatistikle açıklayanlar da oldu; kadere inananlar, mistik açıklama arayanlar da vardı. Ahtapotun esasen tavada değerlendirilmesi gerektiğini söyleyenler de mevcut bu arada.

Ama 15’e 6 be abi. Sonuçta o bir ahtapot, ben insanım (çok acıklı geldi bu cümle şimdi.) Üç maçta yanıldıysam ne olmuş yani? Xavi, Robben, Casillas, Van Bommel falan hepsini biliyorum; eski maçlar hep hatırımda…

Diyorum da, benim oyum da ahtapota gitti şaka maka. Doğru dürüst bir gerekçem de yok! Öyle diyorsa bir bildiği vardır! Ama Ahtapot Paul İspanya’yı seçmiş, ben Hollandacı’yım. Gönlümle mantığım (ahtapot mantığı yani) ayrı şeyleri söylese de paramı yine de Hollanda’ya yatırırdım.

Burada bir şizofreni saklı, dedi Bahar. O kadarı olsun artık! Hollanda da kazansın ama.

oktay opaz

Ben Octavio Paz demiştim; yanlış anlaşılma işte, karşıdaki Oktay Opaz dediğimi sanmış. Öyle de yazmış.  Düzelttik sonra.  Ya Oktay Opaz? Sen...